10 Bin Adım'ın yaratıcısı Devin Özgün Çınar: "Kadınlar parti kursa desteklerim!"
"10 Bin Adım" nereden çıktı, oradan başlayalım mı?
10 Bin Adım'ın yaratıcısı Devin Özgün Çınar: "Kadınlar parti kursa desteklerim!"
Her bölümü sadece 10 dakika süren bir dizi. Başrolünde de sadece iki kişi var: Devin Özgür Çınar ve Engin Günaydın. hayatımıza yeni giren ve konuya az çok ilgisi olan herkesin tutup tutmayacağı konusunda fikir beyan ettiği dijital eğlence platformu Gain’in en çok konuşulan işi '10 Bin Adım' ve biz de siz Cumhuriyet pazar okurları için işin yaratıcılarından Devin Özgür Çınar ile söyleştik.
Devin Özgür Çınar profesyonel oyunculuk yaşamında 20 yılı geride bırakmış bir isim ama galiba ilk kez bu kadar yoğun bir şekilde spot ışıklarının altında olduğu bir dönemi yaşıyor. Fotoğraf çekmek için adımladığımız (hayır, 10 bin atamadık, o kadar da değil) Cihangir’in arka sokaklarında bile insanlar durup “A, On Bin Adım değil mi? Diziyi mi çekiyorsunuz?” diyor. geçen gün gittiği kasap da onu tanıyıp diziden söz edince şaşırmış Devin, “Bu kadar patlayacağını hiç düşünmemiştim” diyor.
Uzatmayalım, kısa içeriklerle mobil aygıtlar üzerinden izleyiciyi yakalayan Gain Medya’da Engin Günaydın ile birlikte hayata geçirdikleri “10 Bin Adım” adlı dizi her bölümü 10 dakika süren taze bir iş ve şimdiden müptelaları oldu bile. Fotoğraf çekimi öncesi Zoom ile söyleştiğimiz Devin Özgür Çınar bakın neler anlattı bana.
"Bazı işlerde öyle oluyor, her şey pürüzsüz bir şekilde aktı gitti. Her işin kendi kaderi oluyor, bir araya gelen insanların kimyası mı tutuyor artık bilmiyorum ama güzel bir şekilde oldu bitti. Çok da sevdi herkes, biz de çok sevdik... Çekilirken de yani ben o kadar çok gülüyordum ki Engin’e..."
Fotoğraflar: Kaan Sağanak
"10 Bin Adım" nereden çıktı, oradan başlayalım mı? Sen de galiba bu sağlıklı yaşam yürüyüşlerini seviyorsun galiba...
Evet, aslında ben bir zamandır 10 bin adım atmaya çalışıyorum, karşıda (Anadolu yakasında) otururken de yürüyordum. 10 bin adım atınca hem yoruluyorsun hem bir şey yapmış gibi hissediyorsun falan... Sonra bu hafiften bir takıntı haline geldi, bu tarafa taşınınca da her gün bir şekilde 10 bin adım atmaya çalışıyordum. Engin’e sürekli aplikasyondaki sayıyı gösteriyorum, Engin de bana kendisininkini gösteriyor, 5000 - 6000filan... Birbirimizi ezikliyoruz, işte bazen o daha çok atmış oluyor, dalgasını geçiyoruz... Sonra Engin de bana takılmaya başladı, biz böyle Nişantaşı’na doğru, Osmanbey’e doğru yürüyoruz, dönüyoruz; Şişli’ye gidiyoruz, yolun üstünde, ne bileyim, birdenbire bir perdeciye giriyoruz, döşemelik koltuk falan bakıyoruz... Orada gördüğümüz insanlar bir şekilde o gün bizim gündemimiz oluyor, ona gülüyoruz ya da onun hakkında konuşuyoruz falan derken ‘Ya böyle bir şey yapsak nasıl olur” diye konuştuk. İşte 10 dakika, 10 bin adım, güzel olur, nasıl yaparız falan... Ama bizim öyle konuştuğumuz çok şey vardır, şunu yapsak, bunu yapsak diye, sonra hiçbir şey yapmayız. Zaten pandemi oldu, Engin Foça’ya gitti.
YAZDIKÇA GÜLÜYORDUM
Bu arada pandemide de yürümeye devam mı?
Tabii, yasakların olmadığı günlerde korka korka, üç maskeyle falan yürümeye devam ediyorum bir yandan. Sonra yazın Nisan’lar da (Nisan Ceren Göçen, yapımcı) Foça’daymış, hatta ben de Foça’da annemlerle birlikte bir ev tuttum... Ben daha gitmeden Engin bu konuştuğumuz Nisan’la Faruk’a (Faruk Özerten, yapımcı) anlatmış. Engin ‘Ben sana sormadan anlattım ama Faruk o kadar yükseldi ki, inanamazsın’ dedi. Bunun üstüne bir toplantı yaptık ama ben o kadar da beklenti içinde değildim, çünkü biliyorsun 10 dakika olması zaten handikap, bir de bu memlekette bir takım şeyler seni mecburen fikirden uzaklaştırır falan... Sonra Foça’da yine bir gün oturduk, nasıl karakterler olsun diye konuştuk... Kendimizin oynayacağı fikri bile yoktu daha, işte iki yaşlı mı olsa, yaşlılar ve yürüme muhabbeti iyi bir şey olabilir, ya da karı koca mı olsa, o mu olsa bu mu olsa diye baya bir konuştuk. Engin bana 'bunu sen yaz' dedi. Ya bunu da bana kapak ettin, ben ne yazacağım şimdi falan diye gittim. Aklımda da hep bir su muhabbeti vardı, su yüzünden kavga ediyorlar falan, gittim ben bunları eski sevgili yaptım. Yazdım, yolladım; Engin beğendi. Faruk’lar de beğendi. Ben bunun üstüne Foça’da üç bölüm yazdım, onlar da bu sırada Gain ile görüşmüşler. Gain’in de kısa içeriklere ihtiyacı var zaten ve sadece fikri duyunca bile çok beğenmişler... beni aradılar, 10 bölümü ne zaman bitireceğimi sordular, ama ben hala çok ihtimal vermiyorum. derken derken 5 bölüm yazdım, yazdıkça gülüyorum, kendi kendime eğleniyorum, Engin’i hayal ediyorum mesela yazdığım şeylerde, ona gülüyorum falan...
Daha yazarken bile eğlenmen iyiye işaretmiş aslında.
Galiba... Ben yedinci bölümü yazarken zaten sözleşme imzalandı. İş hızlandı, ve kasım ayında çekimler başladı, 20 günde çektik. Bazı işlerde öyle oluyor, her şey pürüzsüz bir şekilde aktı gitti. Her işin kendi kaderi oluyor, bir araya gelen insanların kimyası mı tutuyor artık bilmiyorum ama güzel bir şekilde oldu bitti. Çok da sevdi herkes, biz de çok sevdik... Çekilirken de yani ben o kadar çok gülüyordum ki Engin’e... Gerçekten, yani beni işin yazarı olduğum için kovamamış olabilirler, sana öyle söyleyeyim. Herkesi bezdirdim, ama Engin o kadar komikti ki yani, her seferinde başka bir şey yapıyor ve birine kendimi hazırlıyorum, hayvan öbürünü yapıyor... Çok sevildi işte ve ben bir yandan çok şaşkınım, bir yandan da istediğim şeyleri ‘ay olmaz‘ demeyip mücadele etmek gerekiyormuş, onu anladım.
Engin ile olan arkadaşlığınız da işin güzelliğine yansımış bence.
Biz tabii Engin’le bin yıllık arkadaşız. Birlikte bir şeyler yapmayı hep istedik.. Yani konservatuvardan mezun olduğumuzdan beri, yaklaşık 22 yıldır falan. Bir şekilde buna denk geldi. Güzel de oldu, çünkü bir yanıyla buradaki karakterler bize de benziyor aslında. Biraz yoldaşlar bunlar çünkü ikisi de böyle çok da hayatın içinde olamamış iki tip, genel olarak kabullenilmiş dili bir türlü konuşamayan, orada kendine bir türlü yer bulamamış, dışarıda kalmış gibi ve bir yaşa da gelmiş iki karakter... Engin’le biz o dünyayı da iyi biliyoruz yani... Engin’in dışında birisiyle mesela olmazdı bence diye düşünüyorum. Yazarken de sadece Engin’i hayal etmiştim. Bizim dostluğumuz, arkadaşlığımız, hepsinin iç içe geçtiği bir şey oldu sonuçta.
"Dışarıda kaldığımızı düşünüyorum ama dışarıda kalmak istediğimizi de düşünüyorum. Herkes aynı şeyi söylüyor belki ama biz çok fazla arada kalmış bir kuşağız. Bizim gençken yoksunluğunu duyduğumuz şeyler bizi inşa etti bir anlamda. Bakıp konuştuğunda belki çok büyük yanlışlıklar olduğunu görüyorsun ama bizim daha efendi daha ezik bir kuşak olduğumuzu düşünüyorum. 10 düşünüp bir yapan bir kuşağız."
BİZ HAKKIMIZI SÖKE SÖKE ALMAYA ÇALIŞTIK
Neredeyse 30 yıllık bir geçmişiniz var Engin ile...
Tabii, yani ben 17 yaşımda konservatuvara girdim, o da 18 yaşında 2. sınıftaydı. Sonra onlar İstanbul’a geldiler, ben de mezun olduktan sonra geldim... Sonra Engin, Binnur (Kaya), ben, üçümüzün aynı evde kaldığı bir dönem var mesela... Bize birbirimizden başka kimse o kadar güvenmedi galiba. Bir ergenliğimizi orada yaşadık bitirdik gibi aslında. O ev de çok güzel, eğlenceli bir evdi, ama şimdi düşünüyorum yani ne tesadüf, ne kadar enteresan... Biz o zaman iş bulmaya çalışıyorduk, nerede çalışalım, ne yapalım falan, ama mesleki olarak oyunculuğa bakışımız olarak falan, hem çok birbirimize yakındık hem birbirimize bir şeyler öğrettik hem de çok umrumuzda değildi bir yandan da. Ve o güç çok güzeldi, yani dünyaya karşı üçümüz varmışız gibi.
O karakterlerin bir türlü adapte olamamaları aslında bizim kuşağımızın çok yaşadığı bir durum. Neden böyle oldu sence, yani toplumsal bir değişim yaşandı ve biz dışında mı kaldık?
Dışarıda kaldığımızı düşünüyorum ama dışarıda kalmak istediğimizi de düşünüyorum. Herkes aynı şeyi söylüyor belki ama biz çok fazla arada kalmış bir kuşağız. Bizim gençken yoksunluğunu duyduğumuz şeyler bizi inşa etti bir anlamda. Bakıp konuştuğunda belki çok büyük yanlışlıklar olduğunu görüyorsun ama bizim daha efendi daha ezik bir kuşak olduğumuzu düşünüyorum. 10 düşünüp bir yapan bir kuşağız. Belki de her şeyi çok fazla büyütüyoruz gözümüzde. Şimdiyse daha özgür, daha düşünmeden kendini atan bir kuşak var. Bu da onların nispeten daha önemli bir şekilde yetiştirilmiş olmasından, yani tırnak içinde söylüyorum, daha önemli, daha değerli... Oysa biz biraz kendi hakkımızı söke söke almaya çalıştık gibi bir durum var. Ama parlak bir kuşak olduğumuzu düşünüyorum yine de. Tabii bir taraftan da terapistlerle konuşacak çok mevzu var, o yoksunluklar seni ne hale getiriyor, mesele orada.
KADINLARIN GÜCÜNÜN BU KADAR FARKINDA DEĞİLDİM
Türkiye’de bir yandan da eğitim başta olmak üzere bizim zamanımızdan çok daha geriye düşmüş durumda. Ciddi bir muhafazakarlık pompalanıyor ve bundan da en çok kadınlar etkileniyor. Kadınların günümüzdeki durumuna nasıl bakıyorsun?
Tabii ki ben de her gün kadın cinayeti görmekten, ‘İstanbul Sözleşmesi uygulansın’ diye yazmaktan çok sıkıldım. Her gün bir kadının öldürülmesini kanıksamış olmamızdan çok üzgünüm... Ben tek başına iki çocuğunu büyütmüş bir annenin kızıyım. Annem öğretmendi ve ailemizde de bütün kadınlar çalışıyor. O yüzden benim gerçeklikle ilgili gördüğüm şey, çok başka, bir anlamda çok şanslıyım diyeyim... Eskiden yine kadın cinayeti oluyordu ama şu anda dillendirilen şeyler çok korkunç geliyor bana. Yine böyle bir zihniyet vardı belki ama bugün olduğu kadar bu denli geniş bir alanları yoktu. Yani buna elbette çok sinirleniyorum ama bir yandan da ciddiye almamayı tercih ediyorum. Oturup onlarla ilgili bir tweet atmamayı tercih ediyorum ama bir kadın öldürüldüğünde çok öfkeleniyorum yine de. Geçenlerde Twitter’da kadınların bir parti kurması fikrini gördüm ve çok da mantıklı geldi bana. Çok direkt bir çözüm olabileceğini düşünüyorum bunun. Başka bir ideolojisi olan birilerinin kadın mevzusunu yeterince sahipleneceklerini düşünmüyorum açıkçası. Bu bir yan kolu olamaz başka bir hareketin. Bu arada kadınları çok cesaretli buluyorum. Çok büyük hayranlık duyduğum kadınlar var, elbette erkekler de var ama kıyasladığım zaman kadınların gücünün belki de eskiden bu kadar farkında değildim. Bu muhafazakar zihniyet köşeye sıkıştırdıkça kadınların pes etmeyişi, tam da orada ezilmeyişi, onun üzerine çıkması gibi şeyler bana çok büyük umut veriyor. O anlamda kendimi çok güvende hissediyorum, çok enteresan bir şey. Ama tabii ki bütün kadınların bundan haberi yok, o öldürülen kadınların mesela... Hala kızların okula gitmesi, ya da işte kadınların iş yerlerinde daha üst pozisyonlara yükselmesi gibi mevzuların halledilmemiş olmasına inanamıyorum elbette. Kadınlar tabii ki de çalışmalı demeyi mesela çok saçma buluyorum. Yok saymayı doğru buluyorum aslını sorarsan. Neyi anlatacaksın ki böyle konuşan birine? Delilik gibi bir şey bu. Biz aynı şeyi konuşamayız. Ben sana kadınların aslında erkeklerle eşit olması gerektiğini neden anlatayım...? Ama öldürülen kadınlar işte hep bu alttan alta yayılan zihniyetin ürünü. Yatarım çıkarım diye düşünüyor... Bana bir şey olmaz diye düşünüyor. Bu haksızlıklara da katlanamıyorum. Geçende yakılarak öldürülen kadın mesela...
Dr. Aylin Sözer’den bahsediyorsun...
Evet, Aylin... Böyle bir olaydan sonra yaşadığın hayata devam etmekte, o günü bitirmekte çok zorlanıyorsun. Ve basının kullandığı dil... Yani her seferinde o kadının, aslında bir sevgilisi varmış da, aslında kendinden küçükmüş de... Öyle de bir şey yokmuş aslında, ama olabilir de, size ne? Bu ta buradan başlamıyor mu Allah aşkına?
Kadınlar dediğin gibi bir parti kursa katılır mıydın?
Çok hoşuma gider kurulması, valla bir bakarım. Oyuncular Sendikası kurulurken toplantılara gitmiştim ve oradaki ruh, o heyecan beni etkilemişti. O yüzden bir bakarım buna da, eğer hoşuma giderse de çok severek çalışırım, çünkü işte bir şey yapmak bence böyle bir şey. Oturup üzülmenin, öfkelenmenin bir adım sonrası bu olmalı, bir şey yapmak için harekete geçmek olmalı. Yoksa zaten o duyguyu geviş getiriyorsun mütemadiyen, senin için gündelik bir şey oluyor.
"Çok büyük beklentileri, hırsları olan biri değilim. Oyunculuk benim için çok böyle kutsal bir şey olmadı. ne bileyim, işte Oscar alayım falan gibi şeylerim yok, ya da oyuncunun her rolü oynayacağı fikrine inanmam mesela. geçen gün oyuncu arkadaşımız Efe Tuncer çok güzel bir şey söyledi, “Oyunculuk hep bırakılmak istenen bir şeydir”. O kadar doğru ki."
OSCAR ALAYIM FALAN GİBİ ŞEYLERİM YOK
Biraz oyunculuktan söz edelim mi? Mesela nedir senin için bir rolü seçme kriterlerin?
Ben içinde olmak istediğim, içime sinen şeyleri yapmayı seviyorum. Çok büyük beklentileri, hırsları olan biri değilim. Oyunculuk benim için çok böyle kutsal bir şey olmadı. ne bileyim, işte Oscar alayım falan gibi şeylerim yok, ya da oyuncunun her rolü oynayacağı fikrine inanmam mesela. geçen gün oyuncu arkadaşımız Efe Tuncer çok güzel bir şey söyledi, “Oyunculuk hep bırakılmak istenen bir şeydir”. O kadar doğru ki. Ben arkama dönüp baktığımda hep bu işten uzaklaşmama ve sevmememe sebep olacak işlerden kaçmışım. Çünkü sevgini sürdürmek çok zor böyle bir ortamda. sadece kendimle ilgili değil, tüm meslekler için böyle bu. Çok da verimli toprakların olmadığı bir ülkede bu işi yapmaya çalıştığımın farkındaydım hep ve o yüzden de büyük hayallerim olmadı. Yetiniyorum galiba yaptığımla. yani illa başka bir rolde de çok acayip şeyler yapacağım demek bana çok komik geliyor. Ben yapamam öyle bir şey. Herkesin her rolü iyi oynayacağını düşünen biri değilim, bunlar hep bu işin pr’ı, gazı... Oyuncu her şeyi oynar... hayır, öyle bir şey yok, en nihayetinde malzeme sensin. Bana neden daha iddialı, neden daha güvenli değilsin falan dendi hep ama öyleydim ve iyiki de öyleydim diye düşünüyorum.
Gaza gelmedin yani...
Yok ya, gaza hiç gelmedim. Gelsem, geldiğim an kendimle dalga geçiyorum. Çok komik geliyor bana.
Senin de ilk tanınman 90‘ların sonunda rol aldığın bir TV dizisiyle (“İkinci Bahar”) olmuştu. Ama o zamandan bu yana diziler çok ağırlaştı ve süreleri uzadı. Oyuncular elbette bu sektörün önemli parçaları ve o yüzden fikrini merak ediyorum. Özellikle telif hakları ve uzun süreler gibi meleseler çözülebilecek mi sence?
Bence ancak dijital platformlarda kısa süreli diziler sevilirse ve o tarafa bir kayış olursa o zaman değişebilir. Bunların hepsinin düzelmesi için bir güç, bir irade bekleniyor. Baktığın zaman herkes şikayetçi. Yapımcıyla konuşuyorsun, şikayet ediyor... Sette de herkes şikayetçi, kimse istemiyor, ama iyi de ben de yıllardır aynı soruyu soruyorum: neden o zaman kısalmıyor? Bizim dışımızda nasıl bir güç var bunun önünde? Bunun cevabı yok bende. Ama aslında cevabı hepimizde, birlikte hareket ederek ancak bu mevzuyu çözebiliriz.
"Büyük bir çaresizlik. O çaresizlik ne kadar berbat şey... Sadece tiyatrodan para kazanan arkadaşlarım aylardır işsiz ve psikolojik olarak da, maddi olarak da çok kötü durumda. Psikolojik olarak bu derece yalnız bırakılmak çok kötü bir şey."
KORKUNÇ BİR DÖNEMDEN GEÇİYORUZ
Pandemide oyuncular, tiyatrocular bir hayli olumsuz etkilendi süreçten. Devletin herhangi bir desteğinin olmadığını görmek özellikle çok yıpratıcı oldu. Hatta bir ara işte bize bir video yollayın size 1000 TL yatıralım gibi bir tavırla karşılaştı sanatçılar. Sen nasıl görüyorsun, nasıl bir sınav verdik bu pandemide?
Büyük bir çaresizlik. O çaresizlik ne kadar berbat şey... Sadece tiyatrodan para kazanan arkadaşlarım aylardır işsiz ve psikolojik olarak da, maddi olarak da çok kötü durumda. Psikolojik olarak bu derece yalnız bırakılmak çok kötü bir şey. Tabii ki 1000 TL verilmesi de çok komik bir şey, o zaman herkes ben kendi başımın çaresine bakayım diyor. Başka iş yapayım diyor, ama mesela garsonluk da yapamazsın her yer kapalı... Şunu anladık ki biz anca kendi kendimize yardım edebiliriz. Öyle bir güç yok çünkü bize destek olacak. Almanya’da mesela nasıl hemen 5000 Euro yattı herkesin hesabına, ama 1000 TL nedir ki? Kirasını mı ödesin, yemek mi yesin, çocuğu varsa çocuğuna mı baksın? Çok korkunç bir dönemden geçiyoruz cidden, o yalnızlık çok zor.
CUMHURİYET