1944 Kırım Tatar Sürgünü - Zera Teyfuk kızı Gdanova‘nın hatıralararı
“Sürgünliknin Taqdiri” (Sürgünlüğün Yazgısı)
ZERA TEYFUK KIZI GDANOVA - 1944 KIRIM TATAR SÜRGÜN HATIRALARI #1
Kırım Tatar halkı 75 yıl önce, 18 Mayıs 1944 tarihinde Sovyetler Birliğinin ve dünya tarihinin en kanlı diktatörlerinden Josef Stalin’in emriyle alınan Sovyet hükûmeti kararıyla Vatan Kırım’dan vahşice sürgün edildi. Kırım Haber Ajansı (QHA), ünlü Kırım Tatar gazeteci Zera Bekirova‘nın 2019 yılında Kırım’da Kırım Tatarca ve Kiril alfabesiyle basılan “Sürgünliknin Taqdiri” (Sürgünlüğün Yazgısı) kitabında yer alan sürgünü yaşayan Kırım Tatarlarının hatıralarını Türkçe ve Kırım Tatarca (latin harfleriyle)yayınlamaya Zera Teyfuk kızı Gdanova‘nın hatıralararı ile başlıyor.
1938 yılı Mayıs ayının 15’inde Bahçesaray bölgesindeki Zalanköy adlı köyde dünyaya geldim. Sürgün edildiğimde altı yaşında olsam da o kara günün her bir dakikası aklımda. Ailede 7 çocuktuk, annem 8’inci evladına hamileydi. En büyüğümüz Şemsnur ablamı 1942 yılında Almanlar Almanya’ya çalışmaya götürmüşlerdi. Babamı “emek ordusuna” (çalışma kampı) aldılar ama o tez vakitte çalışmaya elverişsiz olarak tanıldığı için eve geri döndü.
O gün gecenin bir yarısında biz çocuklar, annemin babama “lambayı yak!” diye haykırmasından uyandık. Annem bizi uyandırıyor, üzerimizi giydiriyordu. Ben oyuncak bebeğime sarıldım. Zaten ondan ayrılmazdım, hep yanımdaydı.
Babam lambayı yakıp kapıyı açtığında içeri tüfekli Sovyet askerleri girdiler. Babama vira bir şeyler anlatıyorlar. Annem bizi Yahudilere yaptıkları gibi kurşuna dizecekler diye korktu. Babam ise “Hayır Abibe, çocukları hazırla. Bizi göç ettiriyorlar” dedi. Garip babam bizi bir süreliğine başka bir yere göç ettirip sonra da geri getireceklerini düşünmüş. Annem de aynı fikirde. Zekiye ablamdan Kaybulla dayımın nişan bohçasını almasını istiyor: “Biz geri dönene kadar sakın çalmasınlar!”. Kaybulla dayım savaştaydı.
İşte, panik ve endişeye kapıldığımızı gören asker babama işaretle çuvala yenilecek erzak doldurmasını, sıcak giyisi almasını anlatıyor. Kendisi de yardım ediyor. Annem akşamdan fasulye ıslatmış, onu da aldı. Duvarda asılı küçük kilimi de aldı. Avluda ise Şeytan adlı köpeğimiz durmadan havlıyor. Biraz sonra sustu. Çıktık ki, avluda nöbet tutan üçüncü asker köpeğimizi öldürmüş.
Köyün kenarında araba beklediğimizde Zekiye ablam gizlice bir kez daha eve gidip annemin dikiş makinesini getirdi. O makine ailemizi sürgünde, açlıktan ölmekten kurtardı. Biz onu Kırım’a geri getirdik ve göz bebeği gibi koruyoruz.
Arabalara yükleyip Süren istasyonuna (Tren istasyonunun adı) getirdiler. O istasyon ana baba günüydü! Durmadan insanları getiriyor, vagonlara yüklüyorlar. Biz 2 gün mü 3 gün mü bekledik hatırlamıyorum. Ama çok yorulduk, acıktık, uykusuzduk. Vagonda insanlar yine ağlayıp sızlıyor, haykırıyorlar. Birkaç gündür durmadan gidiyoruz. Bir andan öyle bir figan koptu, hepimiz korkudan anneme sarıldık. Bir kadının kocası ölmüş. Herkes vagonun kapısına vuruyor ama tren durmuyor. Sonunda durdu, kapı açıldı ve o adamın cesedini kefensiz cenazesiz dışarıya çıkardılar.
Çocuk aklıyla çok yol gittik diye düşünüyorum. Gelir gelmez herkes sıtma hastalığına yakalandı. Hemşire bana kinin haplarını veriyor, ben de onları hastalara paylaştırıyorum. Kapısız penceresiz bir kulübeye yerleştirdiler. Ev sahibi babama buradan gitmesini tavsiye etti. “Çocuğun çok, karın bir tane daha doğuracak, burada açlıktan ölürsünüz” demiş şu Özbek amca. Yine eşyalarımızı topladık ve Namangan’ın Çust adlı yerine gidiyoruz. Kırım’da Rusça bilmiyorsak, sürgün edildiğimiz yerde de Özbeklerin dilini anlamadık… Ama gitgide alıştık ve anlamaya başladık.
Yeni yerde yine kapısız penceresiz bir ev. Ev sahibi bize köpeğinin önünden sapsız kulaksız bir kazan ve bir tahta kaşık verdi. Annem kazanı kumla temizleye temizleye zorla bir hale getirdi. Yemeğimizi onda pişirdik. Yemek de suyla karıştırılan tuzsuz yağsız bir kaşık un ya da cugara (sorgum otu). Özbekler süpürge tohumuna cugara diyorlarmış. Hepimiz sırayla yiyoruz çünkü kaşık bir tane. Babam vira şişmeye başladı. Annem bunu görüp dayımın bohçasını çözdü, bugün yarın döneceğiz diye bu eşyalara dokunulmazdı. İçinden geline verilecek nakışlı bir mendili alıp Zekiye ablamı pazara yolladı. Ablam her gün bir mendili götürüyor ya bir pide ya da bir kilo mısır getiriyor. Günde bir öğün yiyoruz.
Sonbahar geldi, ardından kış yaklaşıyor. Evimiz mezarlığa yakın. Kabirler arasında yüksek yüksek dikenler yetişiyor. Biz bu dikenleri toplayıp eve getiriyor ve yakıyoruz, biraz ısınıyoruz. Annemin ağrıları başladı. Şu kapısız penceresiz soğuk evde Reşat kardeşim doğdu. Özbekler evlerini sandal diye bir şeyle ısıtıyorlardı. Sandal dedikleri de evin ortasında kazılan bir çukur, çukurda ateş yakıyorlar ve bu çukur içine ayaklarımızı sarkıtıp ısınıyoruz. Evin sahibesi Özbek kadın annemin doğum yapmasına yardımcı oldu, ölen torunundan kalan beşiği getirdi. Garip, Reşat doğduğu günden süte doymuyor. Annemin memeleri bomboş, kendisi aç süt nereden gelsin! Reşat da onlara yapışıyor, çekiyor, ağlıyor. Annem de ağlıyor. Bu ağlamaları duyan Özbek kadın yarım piyala (kase) süt getirdi. Annem bir bez parçasını süte banıp Reşat’ın ağzına götürüyor. Ömrü varmış, o kadar ağır günleri gören çocuk sağ kaldı.
Kışın birçok evde Kırım Tatarları ailece öldüler. Mevtalarını zar zor kabristana sürükleyip götürüyorlar ama kabir kazmaya kimsenin gücü yok. Gece çakallar toplanıyor, cesetleri parçalamaya başlıyorlar. Hırıltıları çok duyuluyordu gecenin sessizliğinde. Ödümüz patlıyordu korkudan. Kabristanın için insan kemikleri ile dolu. Bizim Tatarların kemikleri.
Babam işe girdi. Mezarlığın yanından başka bir yere taşındık. Bir Özbek babama “ben cugaramı biçeceğim, çocukların gelsin de saplarını alsınlar, yerler” demiş. Meğer cugaranın sapını soyup içini emmek mümkünmüş. Beğendik, tatlıymış. Bizim bu yaptığımızı gören tüm Tatarlar cugara tarlasına yığıldılar.
Savaş bitti, 1945 yılının sonlarında Almanya’dan Şemsnur ablam geldi. Onu tanıyamadık. Karşımızda güzel elbiseli, başında bereli kız sanki kartpostaldan çıkan Alman kızıydı. Ablam halimizi görüp hüngür hüngür ağladı.
Kırım’daki evimiz çok büyük, odaları genişti. Oradaki evimiz ise kapısız penceresiz, yere minderler yerine saman döşeli, yastıksız, yorgansız ve çarşafsız üzerimizdeki kıyafetlerimizle zeminde annem, babam çocuklar sıraya dizilmiş yatıyoruz.
Şemsnur ablam Almanya’da aniden hastalanmış, hastanede yatmış. Kızların hepsinin karnına iğne yapmışlar. Yani doğurmasınlar diye sterilizasyon yapmışlar. Ablam daha sonra birkaç kez evlendi, fakat çocuk doğuramadığı için boşandı ve ömrü çocuksuz geçti.
Babam, Şemsnur ve Zekiye ablalarım çalışmaya başladılar. Şefika ve Refika ablamı okula aldılar ama ayaklarına giyecekleri ayakkabıları yok. Babam ölen insanların çizmelerini bulup getirdi ve onları kesip kalçinler (örme terlik) dikti.
Babamı birkaç kez yakalayıp Almanlarla iş birliği yapan insanları ihbar etmesini talep ettiler. Dövüldü, hapis yattı ama kimseye ihanet etmedi. Benim babam Türktü. Baba tarafım Türkiye’den Kırım’a gelip, burada Tatar kızıyla evlenen Türk sülalesindendir.
Sonra ben de okula gittim. Okulu bitirip eğitimime devam etmek istedim. Anne babamdan izin alıp Yangiyul şehrinde yaşayan teyzeme gittim ki, oradan da Taşkent’te tehnikuma (meslek yüksekokulu) gireceğim. Sözün kısası teyzeme giden yolda müstakbel eşim İsmet Gdanov ile tanıştım. Birbirimizi beğendik. İsmet benimle beraber Namangan’a gidip anne babamdan beni istedi. Nikahımız kıyıldı. İkimiz Taşkent’e geldik. Okula başladım, hamile kalınca okulu bırakmayı düşündüm ama İsmet razı olmadı, “okuyacaksın” diye ısrar etti. Oğlumuz Rüstem, kızımız Zarema doğdu.
İyi yaşamaya başladık. Ama hasret rahatlık vermedi. Taşkent’ten Kırım’a yakın Novorossiysk şehrine göç ettik, on yıl yaşadık, sonra yine yola çıktık. 1986 senesi Kırım’a döndük. Akmescit’te ev satın aldık.
Başımızdan geçenler kitaplara sığmaz. Allah’ım o günleri dağa taşa göstermesin.
QHA