Adl’dir Mucib-i Salah-ı Cihan!, Cihanın esenliği için adalet gerekir
“Adl’dir Mucib-i Salah-ı Cihan!”
“Adl’dir Mucib-i Salah-ı Cihan!”
2009 Yılının Nisan ayında Antalya’da, basın mensuplarıyla güncel konularda konuşurken ‘Ergenekon’ diye adlandırılan soruşturmaların kaygı verici boyutlara ulaşmasını eleştirmiştim.
Gazetecilerin soruları üstüne, bu uygulamayı yanlış bulduğumu, gelişmelerin, 12 Mart’ın aydın düşmanlığına dönüşen sürecine benzediğini ve giderek iktidara da (AKParti’ye) zarar verebileceğini söylemiştim. (19 Nisan 2009 basın: Hürriyet ve Milliyet Gazeteleri Akdeniz basılarının manşeti: Bakan Günay “12 Marta benzemesin!”)
Bir sohbet sırasında söylediğim bu sözler, 12 Mart ve 12 Eylül deneyimleri yaşamış ‘tecrübeli’ bir hukukçu-siyaset adamının kaygıları olarak dikkate alınmak ve üzerinde düşünülmek yerine, bir kısım siyaset ve medya mensubu tarafından tepkiyle karşılandı.
Zamanın Adalet Bakanı -büyük olasılıkla dönemin Başbakanın bilgi ve oluruyla- sözlerimi acele cevapladı; “yargı mensuplarımız büyük bir özveri ile adaletin tecellisi için gayret sarfediyorlar” dedi.
İktidarı destekleyen -bazıları şimdi kapatılmış- gazetelerde, eleştirimi ağır biçimde suçlayan köşe yazıları çıktı; yakında Hükümet değişikliği olacağını, Bakanlıktan alınacağımı bildiğim için süreci eleştirdiğimi yazanlar oldu.(20 Nisan 2009 vd gazeteler).
Bu tarihten sonra dört yıl daha Bakanlığım devam etti. Her gerekli durumda da yargının, adalet ve hakkaniyet duygusunu zedeleyen tutum ve uygulamalarına karşı çıktım. Sonraki süreçte benim bu konulardaki duyarlığımı ve eleştirel tavrımı, -bu kez aleni olarak söylenmese de-, bazı yakınlarımın Balyoz Davasının ön saflarında yargılanıyor olmasına bağlayıp, buruk bir sessizlikle karşılayanlar oldu.
Aradan birkaç yıl geçti; iktidar değişmedi. Ama şartlar değişti ve bu yargılamaları ‘savcılığını’ üstlendiğini söyleyecek kadar hararetle savunanlar, bu kez bütün davaları ‘kumpas’ olarak nitelediler. Tutuklu ve hatta mahkumiyet kararları kesinleşmiş hemen tüm sanıkları salınan Ergenekon ve Balyoz Davaları, bütün süreçlerinde adaletin zedelendiği bir ‘hukuk ayıbı’ olarak tarihin kayıtlarına geçti.
Adalet, devleti sınırsız bir kaba güç, yasaları da o gücün silahı olmaktan çıkaran, tüm toplum için güvendirici ve kabul edilebilir kılan temel bir ilkedir. Onun için, “adalet mülkün temelidir” denilir.
Bazıları buradaki ‘mülk’ sözcüğünü anlamakta zorlanır, ‘mülkiyet’ sanır. Oysa ‘mülk’den kastedilen devlettir ve adalet, gerçekten devletin temelidir.
Adalet, toplumu yönetenlerin ve çekişmeli konularda karar vericilerin tüm hak ve iddia sahipleri karşısında eşitlikle davranmasıdır; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, suçluyu suçsuzdan, indi ve keyfi değil, herkes için geçerli, nesnel ölçütlerle ayırmaktır.
O nedenle ancak, temelinde adalet kavramına bağlılık olan devlet, yurttaşlarının barış ve huzur içinde bir arada yaşamasını sağlayabilir.
Adaletin olmadığı bir toplum güvensiz, korku ve kaygı içindedir; adaletin olmadığı devlet erki kaba güç, zorba ve zalim bir baskı aracıdır. Onun için sadece batı hukukunda değil, bizim din, tarih ve devlet felsefemizde de adalete hep özel vurgu yapılmış, büyük önem ve anlam yüklenmiştir.
Mehmet Akif merhum, yanlışlardan kaçınmanın akılcı yolunun yaşanan olaylardan ibret almak olduğunu söyler.
Bizim hukuk tarihimiz, ibret alınacak sayısız dava ve dosya ile doludur. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve nihayet yakın dönemin Balyoz ve Ergenekon davaları, kişisel, toplumsal ve siyasal olarak büyük yaralar açan hukuk(suzluk) örnekleri olarak hafızlarımızda tazeliğini koruyor.
Yakın yıllarda siyasetin yargıya müdahalesi, hem siyasete, hem adalete büyük zararlar verdi. Şimdi yaşananlardan hiç ibret alınmamışcasına, benzer tutumlar sergileniyor.
Bu tutumlar, kuşkusuz hukuk uygulayıcıları üzerinde de olumsuz etkiler yaratıyor. Bazıları, yaptıkları görevin, kullandıkları yetkinin önem ve kutsallığını unutarak, adaletin terazisi olmak yerine, siyasetin kılıcı olmak yoluna sapıyorlar.
Mahkemelerin kararları, siyasetin işine gelmediğinde, eleştirilmekle kalınmıyor; bu kararları veren hakim ve mahkemelere ‘hakim güvencesi’ ve ‘doğal hakim’ ilkelerini zedeleyen yaptırımlar uygulanıyor.
Hukuku siyasetin emrinde ve hizmetinde görmek isteyen siyasetçilerin etkisiyle bazı mahkemeler, Anayasa tarafından bağlayıcılığı açıkça belirtilen AYM ve AİHM kararlarını tanımıyor; bu nedenle -aralarında tanınmış aydın ve siyasetçilerin de olduğu- bir dolu masum insanın yıllardır haksız olarak tutukluluğu, hatta hükümlülüğü sürüyor.
Bazı mahkemeler, anayasanın ve ceza hukukunun temel ilkelerini görmezden gelerek, işlendiği sırada yasaların suç olarak nitelemediği eylem ve işlemleri suç sayarak, masum insanlara ağır cezalar veriyor; öte yandan yürütme erki, haklarında takipsizlik, hatta beraat kararı verilmiş yurttaşların haklarını iade etmekten kaçınıyor.
Sonunda bütün bu olumsuz gidişin bedelini ülke olarak hepimiz ödüyoruz. Güvensiz, güvenliksiz, huzursuz bireyler, kargaşa, çekişme, çatışma içinde bir toplum olup çıkıyoruz. Bugünkü güvensiz, umutsuz ve mutsuz insanlar, huzursuz siyaset ve hatta ekonomik çöküş bu hukuksuzluğun hepimize çıkan faturası.
Böyle bir ortamda, insanlar ‘adalet’ diye feryad ediyorsa, durup üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu durumda yapılması gereken, feryad edenlerin sesini kısmaya çalışmak değil, bu yakınmalara kulak vermek ve haksızlıkları gidermek için savcıları, yargıçları, tüm hukuk uygulayıcılarını ‘adalete uygun davranmaya’ çağırmaktır.
Doğru olan budur.
Aklın, ahlakın, bilginin ve deneyimin gösterdiği yol budur.
Çünkü, dünyada esenlik ancak adaletle sağlanır!
(*Yazının başlığı, tanınmış ahlak ve hukuk bilginlerinden Kınalızade Ali Efendi (1511-1571) merhumun, Ahlak-ı Alai adlı eserindeki ünlü cümlesidir: Cihanın esenliği için adalet gerekir!)
KARAR