AK Parti’nin hikâyesi bu mu olmalıydı?

AK Parti yönetiminin yapısal bir özeleştiriye ihtiyacı var”

AK Parti’nin hikâyesi bu mu olmalıydı?




AK Parti’nin hikâyesi bu mu olmalıydı?

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk “Gelinen nokta itibariyle mevcut AK Parti yönetiminin yapısal bir özeleştiriye ihtiyacı var” değerlendirmesinde bulunuyor.

Sayın Erdoğan’ın AK partiden kopan ve ardından yeni siyasi partilerini kuran Sayın Davutoğlu ve Babacan hakkındaki beklenen açıklaması biraz gecikmeyle birlikte geldi. Açıklama, mahallenin fazlasıyla alışık olduğu ihanet, sadakat ve irade kavramları betimlemelerini ön plana çıkarıyordu.

Erdoğan kendi açıklamasında ayrılanların eski Osmanlı Enderun bürokrasisi tabiriyle ‘irade-i şahane’ ile oraya atandıklarını, bu atamaların onlar için sadece bir lütuf olduğunu liyakatle ilgisi olmadığını hatırlatmak istedi. Bu doğrultuda ülkede tanınmış benzer veya tecrübeleriyle daha üstün nitelikte insanlar olduğunu, atananlar için bu seçimin değerine Erdoğan dikkat çekti. Ancak zamanla bu makamda bulunan söz konusu bakanların kendi liderliği gölgesinde ve rüzgarıyla elde ettikleri tanınmışlık ve başarıları, kamuoyunda kendilerine mal etmelerini ise Erdoğan vefasızlık olarak addetmekte. İlaveten takdire bağlı her iki şahsın istifa ettirilerek veya atanmayarak kopma süreçleri sonunda ayrılıp parti kurmalarını ise Erdoğan ihanet ile özdeştirmekte. Erdoğan’ın sonuç olarak siyasetin ve liderliğin yaratılıştan takdir edildiğini, bunun bir bakıma kader olduğuna inandığı anlaşılmakta. Erdoğan siyasetin kavgalarının acı bedellerini kendisinin ödediğini, ümmete ve mazlumlara liderlik yapmaya çalıştığını, Davutoğlu ve Babacan’ın ise hiçbir siyasi bedel ödemeyerek takdir ile buralara geldiklerini unuttuklarını varsaymakta.

Davutoğlu ise zımnen Erdoğan’ın kurucu liderliğini o dönemler için kabul etse de hiçbir insanın kutsallaştırılıp sorgulanamazlığının kabul edilemeyeceğini vurgulamakta. AK Parti’nin kurulduğu süreçte kendisine, modeline ve talebelerine ihtiyacın çok açık olduğunu ve teklifin Erdoğan’dan geldiğini hatırlatmakta. Başta balayı günleri ardından da kendi sadaret günleri olmak üzere imzasının partinin başarılarının arkasında olduğunu belirtmekte. İlaveten Erdoğan’ın o zamandan bu zamana intikal eden hatalarının eleştirisini ise parti yöneticileri huzurunda, dışa kapalı olarak Erdoğan’a karşı sıkça yaptığını ifade etmekte. Davutoğlu artık Ak Parti’nin inandığı misyonunu bu çatı altında Erdoğan ile devam ettirilemeyeceğini görünce en zor otoriter şartlarda, cesaretle, gerçek Ak parti misyonunu devamı için yeni bir parti kurduğunu belirtmekte.

Babacan ise bu siyasi hareketin yeniliklere ve liyakate açık bir Anadolu sermayesi ve tabanının hareketi olduğunu zannımca değerlendirmekte. Kendisi gibi ailesi ve kariyeri bilinen bir genç girişimcinin bu harekete seçilmesinin doğal olduğunu bunun spekülasyon konusunun yapılmasının bile doğru olmadığını düşünmekte. AK Parti’nin, Derviş programına ulusal ve uluslararası boyutlarıyla disiplinli uymasının kendi başarısı olduğunu bilmekte. Parti içinde yolsuzluklar konusuna kalbiyle buğz etmiş ve gerekli ikazları içeride yapmış bir insan olduğunu ifade etmekte.

Bilindiği gibi partinin haşmetli yıllarında ilk kopan Sayın Abdüllatif Şener’di. Bu anlamda en ilkesel kopuşu gerçekleştiren Şener, kendi partisini kurmuş ancak başarısızlığa uğramıştı. Bu başarısızlıkta konjonktürün, kendini ifade edememesi veya ikna edici yeterli argümanlarının olamaması gibi nedenlerde vardı. Bu ilk kopuş, tabanın ne öfkesini ne de dikkatini celp etmişti.

Parti içi muhalefet denmezse bile parti vicdanının sesi olarak da Sayın Bülent Arınç’ın kamuya açık çıkışları söylenebilir. Arınç’ın çıkışları parti tabanının en çok hoşlandığı tarzdı. Zira mahallece Arınç, seçmenin vicdanını temsil ediyor parti, dava ve liderden kopmadan, ihanet de etmeden ikazlar yapıyor, hakikati söyleyebiliyordu. Sayın Çiçek ise çok daha dolaylı ancak duygusal olmayan bir tavır ile ikazlarını ifade ediyor, bu durum ise taban tarafından pek duygudaşlık ile karşılanmıyordu.

AK Parti denilince Sayın Abdullah Gül’e özel bir sayfa açmak lazım. Şahsen yakın tanıdığım ve gözlemlerim doğrultusunda Abdullah Bey, MTTB 68 kuşağından gelip de politik ve entelektüel deneyimlerinden kendine katarak öğrenebilen, yüzleşebilen ve devlet adamı kimliğine yakışan ender rastlanabilir siyasetçilerden.

AK Parti’nin kurulurken iki temel sütunu vardı. Biri Erdoğan diğeri ise Gül’dü. Bu ikili yakın çalıştıklarında parti, dengesini koruyabilmişti. Erdoğan mahalleye ve taşraya hakimdi. Gül ise partinin entelektüel ve tüccar burjuvazisini yönetiyor, Davutoğlu ve Babacan gibi isimlerin transferini gerçekleştiriyordu. Ayrıca Gül, Refah partisi döneminde Yenilikçiler hareketinin başını çekmiş, Sağ gelenekte olamayacak şekilde yönetim ile mücadele etmiş genel başkanlık seçimini kıl payı kaçırmıştı. Partinin balans ayarı Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla bozulmuştu. AK Parti artık Milli bir Anadolu taşra burjuvazisi halk hareketi partisi olma özelliğinden Erdoğan partisi olma niteliğine doğru hızla hareket ediyordu.

Kentli muhafazakârlar Gül’den hep zamanında bir çıkışı beklediler. Beklenti, bu çıkışın siyasi bir kopmayı değil topluma açık uyarı mesajlarını içermesi yönündeydi. Bir Yargıtay töreni veya helikopter ziyareti hadiseleri kentli dindarları bu anlamda hayal kırıklığına uğrattı. Zikredilen siyasetçilerin tersine Sayın Gül yaptıklarıyla değil hep yapmadıkları veya yapması gerekenler ile zihinlerde iz bıraktı. Gül, yapacağı bir çıkışın mahalleyi böleceğini, bölmekten öte öngörülemeyen gerilimleri tetikleyeceği endişesini hep taşıdı. Mahallenin hipnoz durumu Gül’ü kararsız kıldı.

Mahalle için ise AK Parti ve Erdoğan artık kendisi demekti. Uzun yıllar rahatsız olduğu asker ve devlet ile ilişkilerini kontrol altına alabilmiş liderleriyle artık kendilerinin bir füzyonu söz konusuydu.

Bugün mahalle metaforik olarak AK Parti’yi mi yoksa Erdoğan’ı mı tercih edersin tercihine zorlansa, bari AK Parti’yi verelim ama Erdoğan’ı kurtaralım çünkü Erdoğan biziz modundadır. Bu anlamda mahalle Erdoğan’ın gücünün dengelenmesi ve muhalefet ile uzlaşmaya zorlanması için Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ve muhalefetin ise meclis çoğunluğu fikrine sıcak bakmaktadır.

Tüm bunlara karşın, mahalle ilk başta, ailenin parti ve devlet işlerine dahil edilmesinden rahatsız olmuştur. Ardından söz konusu ittifakın görünen ve görünmeyen ortaklarından tedirgin durumdadır. Zira mahalle bugün Ali Şükrü beyi katleden zihniyet veya faili meçhullerle adları bir arada anılan mafya aktörlerinin son dönemdeki etkilerinden kısmi utanç da duymaktadır. Gerçekçi olmasa da mahallede beklenti, Erdoğan ve yol arkadaşlarının karşılıklı helalleşmesi, Erdoğan’ın özeleştiri ve eleştiriden kaçınmayıp sağduyulu eski arkadaşlarını dinlemesi yönündedir.

Artık mahalle AK Parti ilişkisinden ziyade mahalle Erdoğan ilişkisi yürürlüktedir. 20 küsur yıllık AK Parti iktidarını 3 periyoda ayırırsak, gelinen son periyodun sonuçları pek iç açıcı değildir. Ağır adaletsizlik, eğitim, yolsuzluk ve ekonomi sorunları yanında, aidiyetini ve iktidarın dayattığı dini ahlak anlayışını sorgulayan, geleceğini ülke dışında arayan nitelikli bir genç kuşağın olması bile fazla izahata gerek bırakmamaktadır.

14 Ağustos 2001’de parti kurulurken işin bu noktaya gelebileceğini ön görebilmek dikkatli bir gözlemci için aslında çok zor da değildi.

Merhum Durmuş Hocaoğlu’nun düşük şiddetli devrim dediği Anadolu halk hareketi, sermayesi ve insan kaynağı ile 1908’den sonra ilk defa iç/dış konjonktür, dengelerin yardımı ve devlet erkiyle uzlaşmayla, AK Parti ile böyle tarihsel bir fırsatı yakalamıştı. Ancak yine Hocaoğlu’nun ifadeleriyle bu hareketin entelektüeli yoktu. Benzer şekilde Sezai Karakoç’ta “iktidarı almak zor değil zor olan fikri inşa etmektir Erbakan acele ediyor” dediğini bizatihi kendim duymuştum.

AK Parti’nin iktidara gelmesinde Refahlı belediyeler, başta İstanbul olmak üzere halka hizmet performanslarının önemli rolü vardır. Halk ve sağ mahalle ideolojik ütopyaları olan ve devletle sorunlu partilere hep mesafeli bakmıştır. Mağdur edilmesine ve kapatılmasına rağmen Refah Partisi’nin 28 Şubat sonrası ilk seçimlerde oy oranlarındaki ciddi düşüş böyle açıklanabilirdi. Ancak RP deneyimi muhafazakâr Anadolu sermayesine veya tüccar burjuvazisine çıkış yolu olarak, merkezinde dindarların bulunduğu ancak seküler olan ve ideolojik olmayan bir hareketin gerekliliğini göstermişti. İşte AK Parti bu koşullarda RP içinden eski değimle neşvünema buldu. Bu yenilikçilerin sekülerleşmesi o zamanki MGK’da bir iyimserlik ve uzlaşma arzusu yarattı. Bunun dalgası batı dünyasında da demokrat kanadı heyecanlandırdı. Nitelikli sermaye yatırımları, kurumları ve kavramları ile ülkeye akmaya başladı.
AK Parti rüzgârının arkasında, 28 Şubat sonrası tüm aktörlerle uzlaşma, sekülerlik, AB kurumlarıyla uyum, ekonomi ve hukukta liberal politikalara saygı vardı.

Dışarı ve içeride ılık rüzgarlar eserken fotoğraf böyleydi. Parti içi dinamikler ise üç ana unsurdan oluşuyordu. İlki mahalle idi. Mahalle veya kent taşrası partinin iskeletini oy tabanının veya teşkilatlanmanın esasını teşkil ediyordu. Çoğu inanç ve eski dava birlikteliğine dayanıyordu. Bu tamamen Erdoğan’ın kontrolü ve liderliği ile yönetiliyordu. Zaten onun dışında da pek kimse bu yükün altından kalkamazdı. İkinci ve üçüncü unsurlar ise aydınlar ve tüccar burjuvalardı. Bu bölümü ise Gül koordine ediyordu. Partinin nitelikli beyin takımını bunlar teşkil ediyordu.

Ancak partinin temel çekirdeğinin ideolojisi hep derinlerde, kişilerden de ayırt etmeksizin M.T.T.B’nin 70’li yıllardaki sağ ideolojisiydi. Dış dünyaya bu belirtilmeksizin nazik bir pragmatizm ile işler yolunda kendilerince yürütülebiliyordu. Ahmet Davutoğlu ve Bilim-Sanat ekibi ise paradigma değişikliği ve sıfır sorun retoriği ile bunu güncellemeye gayret ediyorlardı. Ancak Davutoğlu’nun BİSAV’da yarım kalan çalışmaları siyaset içindeki AK Parti’de doğal olarak tamamlanamadı. BİSAV kadrolarının ciddi kısmı AK Parti yolculuğu ve iktidarın hazzı ile entelektüel birikimlerini politik hedefler için birer enstrüman veya araç olarak kullandırdılar. Kendileri yerel veya ulusal siyasetçilere dönüştüler. Sonuç olarak artık AK Parti’de beklenen Müslüman demokrat veya üçüncü bir yol fikri hiçbir zaman çıkamayacaktı partiyi bugün de batı akademik çevrelerince “Erdoğanizm” diye tanımlanan Erdoğan liderliğinin pragmatizmi yönetecekti. Bu potansiyel 14 Ağustos 2001’de çok açık gözüküyordu.

Bu pragmatizmin veya iş yapma tarzı İstanbul belediyesi yönetiminde sağlamasını yapmıştı. Siyasetin finansmanı veya hazine arazilerinden kaynak yaratma, bu pragmatizmin sonuçlarından sadece biriydi. Ulema, aydınlar, siyasetçiler ve tüccar burjuvalar bu pragmatizmin kısa vadeli faydaları yanında yıkıcı sonuçlarını görmek istemediler. İşlerine kısmen gelenler destek verdiler gelmeyenler ise sadece buğz edebildiler.

Niteliksiz sermaye ve para hep siyasi güç kabul edildi. Kamu kaynakları vesilesi ile yeni bir muhafazakâr sermaye sınıfı yaratılmaya çalışıldı. Tamamen korku, itaat ve görgü eksikliğine dayalı bu sınıf, hiçbir zaman değerlere dayalı kültür ve eğitim yatırımları yapamadı. Toplumda, değerlerden soğumaya bunlar sebep teşkil ettiler. Aslında bu Guenon’un dediği niteliğin ortadan kalktığı niceliğin-vasat altının tebarüz ettiği bir düzeni oluşturdu. Bir değer manzumeleriyle ahlak misali oluşturacak toplum yerine kimliklerine kapanmış kaygı ve nefret objesi gruplar ortaya çıktı.

Zaman ilerledikçe AK Parti yönetiminin ürettiği kalıcı hizmetler üzerinde de bu nedenlerle gölgeler büyüdü. İncinmiş ve ötekileştirilmiş toplum artık faturayı ayırt etmeksizin 2001’den itibaren AK Parti’yle kim ilişkiliyse ona kesiyor. Bu harekette 2001’den itibaren açık yapısal özeleştiri yapamayan tüm aktörleri bunlardan sorumlu tutuluyor. Gelinen nokta itibariyle mevcut AK Parti yönetiminin, ayrılanların, sadece kalpleriyle eleştirebilenlerin ve mahallenin, bugün için özeleştirileri kadar 2001 yılını içeren yapısal bir özeleştiriye de ayırt etmeksizin ihtiyaçları var gözükmekte. Burada sorumluluğu sadece Erdoğan’a atıp açık veya gizli muhalif siyaset yapmayı toplum kabul edememektedir.

1999’da Atatürkçü kimliği ile bilinen eski bir meslek büyüğüm ile konuşurken, Tayyip Bey iyi ama asker ona iktidar vermez dediğimde, halkın heyecan ile teveccüh ettiği bir kimse karşısında asker değil hiçbir güç duramaz demişti. Aynı mantıkla baktığımızda siyasilere, halkın istemediği hiçbir kimsenin de iktidar denkleminde kalamayacağını veya giremeyeceğini tekrar hatırlamamız gerekiyor.

KARAR