AK Parti'ye muhalefet ve yeni partiler
Altan Tan Independent Türkçe için yazdı
Siyasi partiler, demokrasilerin olmazsa olmazlarıdır, tabii ki muhalefet partileri de öyle.
Demokrasilerde muhalefetsiz bir iktidar olmaz.
Olursa bunun adı ‘demokrasi’ değil, diktatörlük olur.
Demokrasilerde iktidarda, ülkeyi yöneten halkın seçtiği bir hükümet bulunur, muhalefet partileri ise onu denetler, eksikliklerini yanlışlıklarını söyler ve halka ülkeyi iktidardaki partiden daha iyi ve güzel yöneteceklerini, anlatarak oy isterler.
Tabi bunu öyle sadece laf ve boş vaatlerle değil, ikna edici ve bir program ve somut projelerle ortaya koymaları gerekir.
Sistem kısaca böyle işler.
Sistem bu şekilde işlemediğinde ise ülkede sıkıntı doğar ve bu sıkıntılar kronikleşerek arttığı zaman ise sosyal patlamalar meydana gelir.
Bu sosyal patlamalar, Suriye ve Irak’ta yaşananlar gibi korkunç yakından şahit olduğumuz yıkıcı bir iç savaşa bile dönüşebilir.
Onun içindir ki gerçek demokrasilerde muhalefete 'istemin sigortası' denilir. Sigorta attığı zaman sistem işlemez.
Türkiye’de de uzunca bir zamandır ‘sigorta’ ve hatta 'sigortalar' atmış durumda.
2002’de iktidara gelen AK Parti 18 yıldır iktidarda ve 2 seçimler 2023’te zamanında yapılırsa bu süre 21 yıla çıkacak.
21 yıllık bir iktidar demokrasilerde çok uzun bir süre.
İngiltere’nin Demir Lady’si Margaret Thatcher bile 4 devre, 16 yıl iktidarda kaldı.
Mustafa Kemal, 1920’yi baz alırsak 18 yıl, 1923'ü alırsak 15 yıl; İsmet İnönü 12 yıl;Adnan Menderes 10 yıl; 6 sefer gidip, bin bir zorlukla 7 sefer gelen Süleyman Demirel ise kesintilerle dolu başbakanlıklar ve cumhurbaşkanlığı dahil 17-18 yıl iktidarda kaldı.
İktidar var, iktidar var; 1965-1971 dönemi hariç, ‘Çoban Sülü’nün iktidarları burnundan geldi. Öyle keyfini sürerek bir ‘sultanlık’ nasip olmadı.
İsmet Paşa'dan, Ecevit'e; Erbakan'dan, Türkeş'e kadar 'deve dişi' gibi kurt politikacılarla yarıştı.
Adnan Menderes ise idam edildi. 10 yıllık iktidarın bedelini hayatı ile ödedi.
Çok uzun süreli iktidarlar mutlaka yıpranır. Hiçbir şey olmazsa bile halkta bıkkınlık yaratır.
İnsanoğlu her gün baklava, börek yese, ondan da bıkar.
Tıpkı evlerdeki pencerelerin günde en az iki sefer açılarak odaların havalandırılması gibi dönem dönem iktidarın el değiştirmesi gerekir.
Kur’an’ı Kerim’de de Allah’ın ‘Günleri, (güç ve serveti) halk arasında elden ele döndürdüğü, değiştirdiği’ söylenmektedir.
Bu nedenlerle başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde başkanlık ve milletvekillikleri 2-3 dönemle sınırlandırılmıştır.
ABD tarihinin en zeki ve en karizmatik başkanlarından biri olan Clinton’a bile üçüncü dönem şansı verilmemiştir.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın uzun siyasi iktidarında da birçok olumlu ve yararlı icraatının yanında şüphesiz ki birçok eksiği ve yanlışı vardır.
Gelinen noktada, ülkenin yarıya yakını kendini büyük bir lider ve idol olarak görüp, severken; ülkenin geri kalan kesiminin yarıya yakını ise ‘nefret’ etmektedir.
Bu kutuplaşma öylesine keskin bir duruma gelmiş durumdadır ki; karşıtları doğru yaptığı şeylere de yanlış demekte, taraftarları ise eksik ve yanlışlarına bile doğru demektedir.
Bu durum ülke açısından oldukça olumsuz ve tehlikeli bir iklim oluşturmaktadır.
Birçok siyasi analiste göre, Türkiye’deki keskin kutuplaşmanın en büyük sorumlusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’dadır.
Bu kutuplaşmadan siyaseten kazançlı olduğundan, bütün uyarılara rağmen kutuplaşmayı artırdığı söylenen, söylem ve üslubunu değiştirmemektedir.
Dünyada, her konuda başarılı ve hatasız bir iktidar örneği bulmak mümkün değildir.
Her halükarda ülkede yaşayan belli bir kesim eksik ve yanlışlıkları dile getirerek muhalefetini sürdürür.
Siyasetin ve insanın doğası gereği yapılan doğru ve başarılı işler kısa zamanda unutulur, eksiklikler ve yanlışlıklar ise sürekli göz önünde olduklarından hafızalardan çıkmaz.
Bu psikolojiye en çarpıcı örneklerden biri, 1984-1989 yılları arasında İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Bedrettin Dalan'dır.
İstanbul’da bir ömre sığmayacak hizmetleri 5 yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde gerçekleştiren Bedrettin Dalan’ın; genç kuşaklar bugün adını bile bilmemektedir.
Üstüne üstlük Dalan, biri 1989’da ve biri de 1994’te olmak üzere iki kez de seçim kaybetmiştir.
Bugün Türkiye’de, AK Parti’nin eksiklikleri, yanlışlıkları, başarısız uygulamaları ve başlı başına bir ‘sorun’ haline gelmiş bulunan uzun ve ‘bıktırıcı’ iktidarı ile ilgili ciddi bir ‘iktidar sorunu’ vardır.
Ancak bundan çok daha yakıcı ve vahim olan bir ‘muhalefet’ sorunu da vardır.
AK Parti’ye oy veren seçmenlerin önemli bir kısmı da bugün AK Parti’nin yanlışlarından rahatsızlık duymaktadır.
Ancak, yaklaşık 20 yıldır, başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere tüm muhalefet partileri, AK Parti'ye destek veren rahatsız kitleleri ikna ederek AK Parti’den koparacak ve kendi yanlarına çekecek ciddi bir alternatif ortaya koyamamaktadır.
AK Parti’nin eksik ve yanlışları konusunda genel bir konsensüs vardır.
Geçmişte AK Parti’ye oy vermiş ve bir kısmı halen de vermekte olan rahatsız kesim de dahil, hemen tüm muhalefet partileri söylem birliği içindedir.
Sayın Kılıçdaroğlu, Karamollaoğlu, Davutoğlu, Akşener, Buldan, Babacan, Gül, Şener…
Neredeyse aynı cümleleri kurmakta ve AK Parti'yi eleştirirken aynı cümleleri kullanarak, tekrarlamaktadır.
Bu eleştirileri kısaca özetlemek ve sıralamak gerekirse;
1. AK Parti’nin en büyük hatası ekonomide ülke kaynaklarını yanlış yatırımlara harcamasıdır.
Başta sanayi, turizm, eğitim, ARGE, tarım ve hayvancılık olmak üzere üretim ve ihracata yönelmesi gerekirken;
Yol, köprü, havaalanları ve lüks devlet binalarına para harcaması; halk tabiri ile parayı inşaata ve betona gömmesidir.
Türkiye 8-10 bin dolarlık orta sınıf milli gelir tuzağında uzun süredir debelenmektedir ve acil düzenlemeler yapılamaz ise burada tutunabilmesi bile zor görülmektedir.
2. Bu yanlış yatırımlar sonucu üretim ve istihdam yeterince artmamış ve ülkede çok ciddi bir işsizlik sorunu baş göstermiştir.
Resmi verilere göre genç nüfus arasındaki işsizlik oranı yüzde 25’i bulmuştur. Gerçekte bu rakamın çok daha yüksek olduğu iddia edilmektedir.
Bugün ülkedeki en büyük ekonomik sorun işi olan ancak ücretlerin yetersizliğinden dolayı geçim sıkıntısından şikayet eden 'işçiler' sorunu değil; öncelikle hiçbir geliri olmayan 'genç işsizler' sorunudur.
3. Yolsuzluk ve kayırma iddiaları had safhadadır. İstanbul Yeni Havalimanı, Bursa Körfez Köprüsü, Ilısu Barajı, 3. Köprü gibi tüm büyük devasa ihalelerin tamamı hep aynı kişiler ve ortaklıklarına (konsorsyum) verilmektedir.
Bu kişilere aldıkları ihaleleri yapmaları için devlet bankalarından uzun vadeli ve ucuz krediler verilmekte, kredilerin geri ödenmesi sürecinde; Körfez Köprüsü ve 3. Boğaz Köprüsü örneklerinde olduğu gibi, belli sayıda araç geçiş garantisi verilmekte; eksik kalan miktar ise devlet tarafından ödenmektedir.
Özetle hem ayrıcalıklı işler verilmekte, hem işin finansı karşılanmakta, hem de ödeme garantisi sağlanmaktadır.
Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde böyle bir uygulama ile karşılaşmak mümkün değildir.
Aynı şekilde, Sabah ve Hürriyet gazeteleri ile CNN gibi medya kuruluşlarının el değiştirmesinde de iktidara yakın kişilere, devlet bankalarından uzun vadeli krediler verilmesi ve her konuda kayırılmaları en fazla tepki uyandıran icraatlardandır.
Bürokratik atamalarda ehliyet ve liyakatin dışında sadece yandaşların tercih edilmesi de büyük bir sorundur.
Bürokrasi ve iş dünyasında bariz bir 'Karadenizli' yoğunluğu yaşanmaktadır.
Özellikle vali, kaymakam ve rektörler arasında birkaç istisna dışında Alevi vatandaşlar neredeyse yok mesabesindedir.
4. Adalet mekanizmasına güven büyük yara almış bulunmaktadır. Keyfi ve rastgele uygulamalar büyük bir mağdur kitle meydana getirmiştir.
Özellikle Gülen Cemaati ve Kürt siyaseti ile ilgili davalarda olaylardan birinci derecede sorumlu olan kişilerin büyük bir bölümü yurt dışına kaçmış/kaçmalarına göz yumulmuş; olayların planlayıcısı ve uygulayıcısı olmayan kişilerin üzerine orantısız bir şekilde gidilmiştir.
Söz ve fikir hürriyeti büyük yaralar almıştır.
Ülkede laik/seküler hayat tarzını benimseyenlerle, muhafazakarlar arasındaki kutuplaşma; ülkeye büyük zarar vermekte ve enerjisini tüketmektedir.
Toplumsal uzlaşma ve barışı en kısa zamanda sağlama mecburiyeti vardır.
5. Yüz yıldan fazla bir süredir Türkiye ve Ortadoğu gündeminin ilk sıralarında yer alan Kürt sorunu, bir türlü kalıcı bir çözüme kavuşturulamamış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle son dönemlerde kullandığı "Yallah Kürdistan’a" söylemi en mütedeyyin AK Parti'li Kürtleri bile rahatsız etmiştir.
6. AK Parti’li Bakan Faruk Çelik’in başkanlığında 7 sefer toplanan 'Alevi Çalıştayları’ndan hiçbir somut netice çıkmaması, ciddi bir kırgınlık doğurmuştur.
7. Türkiye’nin geleceği ile ilgili en büyük sorunu olan ve yaz-boz tahtasına dönen eğitim sorunu; etnik, dini, mezhebi tüm sorunlardan da büyük bir şekilde ülkede yaşayan herkesi ilgilendirmektedir.
Hiç kimse mevcut eğitim sisteminden memnun değildir ve bir türlü de tatmin edici bir şekilde çözülememektedir.
Milyonlarca bilgisiz ve mesleksiz, beyaz yakalı üreten eğitim sistemi; tam anlamıyla çökmüş durumdadır.
Bunca işsize rağmen nitelikli her alanda ara eleman sıkıntısı çekilmekte; Sanayi Devrimi'ni ıskalayan Türkiye, Bilişim Devrimi’ni de ıskalamış bulunmaktadır.
Devlet kontrolündeki üniversiteler, eğitim düzeyi olarak yerlerdedir. ARGE çalışmaları çok alt seviyelerdedir.
8. Dış politika sürekli olarak ‘Bir, sauna, bir buz havuzu / Bir sauna, bir buz havusu’ misali; ABD-AB ile Rusya-İran-Çin arasında dümensiz bir taka misali bir o yana, bir bu yana savrulmadan sersemlemiş bir durumdadır.
Çevresindeki tüm ülkelerle büyük sorunlar yaşamakta olan Türkiye, bir an önce hem iç barışını, hem de dış barışını sağlamak zorundadır.
Bu eksiklik ve yanlışlıkları daha da arttırmak mümkün.
Özetle sorunlar dağlar misali!
Ancak esas sorun, belki de en büyük sorun; muhalefetin bu yanlışlıkları her gün tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor olması.
Muhalif partilerin bu konularla ilgili ne yazık ki; popülist eleştirilerle, içi boş vaatlerden başka bir söylemleri yok.
“O kadar da değil! Muhalefete haksızlık ediyorsun!” diyorsanız; Kılıçdaroğlu’ndan Davutoğlu’na, Abdullah Gül’den Ali Babacan’a kadar tüm eski ve yeni muhalifler lütfen şu sorulara net ve bizim anlayabileceğimiz şekilde cevaplar versinler:
1. En başta ‘üretime dayalı ekonomi’den başlayalım;
Üretim nasıl artırılacak? Bu konuda bir master planınız var mı? Türkiye neleri, nerelerde ve nasıl üretecek?
Petrol ve doğalgaz aramalarına mı hız verecek, yoksa tekstil, elektronik, bilgisayar, turizm, lojistik, deniz nakliyatı veya madenciliğe mi yatırım yapacak?
Örneğin eğer madenciliğe yönelecek ise, Türkiye’nin maden potansiyeli ne?
Hangi madenlerden ne kadar bir rezervi var ve bunların çıkarılması ve işlenerek satılması ile ilgili ne gibi bir hazırlığımız var?
Madenlerin limanlara ulaştırılabilmesi için karayolu ve demir yolu ağı yeterli mi?
Her şeyden de önce Mersin, İskenderun, İzmir, Samsun ve Trabzon limanlarının durumları ve kapasiteleri ne?
Tarım ve hayvancılık nasıl geliştirilecek? Hangi bölgelere hangi teşvikler verilecek?
Hollanda yılda 100 milyar dolardan fazla tarımsal ihracat yapıyor. Türkiye, Hollanda modelini mi uygulayacak, yoksa ABD, Fransa, İsrail’i mi örnek alacak?
En azından, mikro bir örnek olabilmesi için, Türkiye’nin en büyük devlet üretme çiftliği olan Ceylanpınar DÜÇ ile ilgili bir çalışması olan var mı?
Çökmüş eğitim sistemi nasıl ayağa kaldırılacak? Alman modeli mi, Japon, Çin, İsveç, ABD veya İngiltere modeli mi tercih edilecek?
4+4++4' mi devam edilecek, yoksa 1+2+3+4+5 modeline mi geçilecek?!.
Hangi dersler kimlere, hangi sınıflarda ve ne kadar okutulacak, yoksa benim ağzına kadar dolu 1964'teki ilkokul çantam gibi bütün dersler herkese, 'tıka basa' mı öğretilecek?!.
Üniversitelerin ‘bilime tutsak’ edildiği bu hali nasıl çözülecek?
Üniversiteler 'Bilim Hapishanesi' olmaktan nasıl kurtarılacak?
Bunlarla ilgili yüz milyarlarca dolar para nereden, nasıl, hangi şartlarda ve ne kadar bir zamanda temin edilecek?
Bu para meselesinde benim aklımda kalan, sadece ekonomiyi çok iyi bildiği söylenen Ali Babacan’ın sözleri:
Dünyada çok miktarda para var, gidecek, yatırım yapacak yer arıyor. Paranın aradığı en önemli şey güven ve istikrardır. Türkiye’de güven ve istikrar ortamı oluşursa, demokratik bir ortam sağlanabilirse para gelir.
Bütün dünya beni tanıyor ve güveniyor. Korkmayın! Türkiye’nin sorunları içerisinde en kolay çözülecek olanı ekonomi.
Evet! Bütün proje 'Bana güven, gerisini merak etme sen!'
Ana muhalefet partisi CHP’de, o bile yok!
HDP’nin ise zaten böyle bir sorunu yok!
O çok daha önemli şeylerle uğraşıyor!
2. Perişan durumdaki Adalet sistemi nasıl düzeltilecek, Yasama, Yürütme ve Yargı nasıl oluşturulacak?
Sayın Babacan, keyfi ve haksız uygulamalara Osman Kavala örneğini verdi.
15-16 yaşındaki Kürt çocukları taş attıkları gerekçesi ile vicdansız hakimler tarafından yıllarca örgüt üyesi sayılarak 9 yıl 10 yıl ceza aldıklarında neredeydi, bilen yok!
Anlaşılan hayatları kayan, kaydırılan binlerce Kürt çocuğu bir ‘Osman Kavala’ etmiyordu!
Başkanlık, Yarı Başkanlık ve Parlamenter Sistem yönetim şekillerinden hangisi seçilecek?
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ne? Neden bu güçlendirmenin nasıl olacağını, önerdiğiniz modelin işleyiş mekanizmasını, bizim anlayacağımız bir şekilde anlatmıyorsunuz?
Anayasa Mahkemesi, önerdiğiniz sistemde olacak mı, Anayasa mahkemesi kalacaksa nasıl oluşturulacak?
Yoksa tekrar Senato mu kurulacak?
Nasıl bir yeni Anayasa yapılacak? CHP’liler gibi, Babacan ve Gül de mevcut anayasadaki ilk 4 maddeyi dokunulmaz görüyorlar ise, ki, bu yönde açıklamaları var; neden ayrı bir parti kurdular?
Abdüllatif Şener gibi CHP'de, Kılıçdaroğlu'nun partiyi yenileştirme çabalarına katkı sağlayabilirlerdi.
Tevhid-i Tedrisat ile Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması kanunları hakkında ne düşünüyorlar? Cem Evleri ibadethane sayılacak mı?
3. Dış politikada, özellikle de Suriye’de projeleri ne? Ordu Suriye’de kalmaya devam mı edecek, yoksa kayıtsız şartsız geri çekilerek, Suriye halkını Baas Partisi ile İran ve Rusya’nın insafına mı bırakacak?
Yeni Suriye’de Kürtlerin statüleri ne olacak, Suriye Kürtleri için önerileri ne? Irak Kürtleri, bağımsızlıklarını ilan ederlerse destekleyecekler mi? Karşı iseler neden karşılar?
4. Türkiye’de Kürt sorununun çözümü ile ilgili programları ne?
CHP bu konuda köşeli hiçbir şey söylemiyor.
Davutoğlu, anadilin öğretilmesinin sağlanacağını; 700 kişi ile yüz yüze konuştuğunu söyleyen Babacan ise ‘Anadilin kullanılması ve öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılmasından’ bahsediyor.
700 kişiyle görüşeceğine Milli Güvenlik Kurulu sekreteri ile görüşseydi yeterdi. Bu kadar yorulmasına da gerek kalmazdı!
Sayın Davutoğlu’nun da, Sayın Babacan’ın da önerdikleri zaten mevcut; şu an Kürtçe seçmeli dilin özel ve devlet okullarında öğretilmesi yasalaşmış durumda.
Anlayacağınız her ikisi de AK Parti ve MGK’nın gerisindeler.
Anadille eğitim ve bölgesel yönetim ile ilgili bir programlarının olmaması bir yana, isimleri değiştirilen köy, kasaba, şehir, dağ, ova, nehir isimlerinin iadesi ile bir düşünceleri bile yok!
O yok, bu yok, şu yok! Peki, niye yeni parti kurdular?
‘Yeni’ bir şey söylemeyecek ve eski hamama yeni tellak olacaktılar ise bu kadar masrafa niye girdiler?
‘Niyesi’ kendi bilecekleri bir iş!
Ancak bizi ilgilendiren kısmı ‘ne bekledikleri!’ ve iktidara nasıl gelmeyi umut ettikleri...
Benim anladığım ve uzunca bir zamandır TV ekranlarında canlı yayınlarda açıkça dillendirdiğim, yazdığım ve onlara da (Sayın Davutoğlu, Nihat Ergun, Temel Karamollaoğlu…) yüz yüze söylediğim şu:
İktidarın, AK Parti-MHP ortaklığının; eksik ve yanlışlıklarında müttefikiz. Ancak eleştirilerimizle ilgili tüm konularda alternatif projeler üretmeden, halkı bu konularda ikna etmeden ve halka güven vermeden;
Popülist bir şekilde, polemik ve demagojiye dayalı bir politika yaparak da bir yere varılamaz.
ABD ve Avrupa Birliği, Ortadoğu politikalarında Tayyip Erdoğan ile yollarını ayırdığında, küresel güçlerle hareket eden Gülen Cemaati de Erdoğan’ın karşısına geçerek onların yanında yer aldı ve dananın kuyruğu da orada koptu!
O günden bu yana, Erdoğan’ı götürmek için hamle üstüne hamle yapıldı. MİT Başkanı Hakan Fidan’ı tutuklama girişimi, 17/25 Aralık ses kayıtlarının yayınlanması, MİT tırları operasyonu, iç savaş çıkartmak için kazılan hendekler, ekonomik saldırılar, 15 Temmuz Darbesi… peş peşe geldi.
Bunların hiçbiri istenilen neticeyi vermedi. Gülen Cemaati uzunca bir süre Erdoğan’ın sağlığı ile ilgili spekülasyonlar yapmaya başladı.
Ameliyatı yapan doktorun, dayısı oğlunun baldızına dayandırılan bilgilerle, ilkbahara olmazsa, sonbahara; mutlaka öleceği söylentileri yayıldı.
Azrail’den umut kesilince, hazinenin tamtakır olduğu, devletin birkaç ay içinde maaş ödeyemeyeceği ve iflasını ilan etmek zorunda kalacağı en kerli ferli ekonomi profesörleri tarafından iddia edilmeye başlandı.
Suriye operasyonları başladığında, ilk olarak Türkiye Cerablus’a girdiğinde; Rusya’nın buna izin vermeyeceği ve Türkiye’nin Rusya ile savaşmak zorunda kalacağı,
Serekani’ye girdiğinde ABD ile İdlib’te ise Suriye Ordusu ile savaşarak büyük kayıplar vereceği söylendi.
Bu umut ettiklerinin hiçbiri olmadı.
Aslında 'Hendek' olaylarından itibaren Erdoğan'dan nefret edenlerin umudu ve beklentileri, Türkiye’nin çökmesi, halkın dayanamayacak bir duruma gelerek sokaklara dökülmesi ve çıkacak isyan sonrası Erdoğan’ın iktidarı bırakmak zorunda kalmasıydı.
Son olarak da umutlar, 'Korona'ya bağlandı. Eğer iktidar 'Korona' sürecini iyi yönetemez, ve sonrasında da büyük bir ekonomik kriz yaşanırsa artık dayanamaz ve gitmek zorunda kalır, beklentisine girildi.
Yarışta en kolay kazanma şekli rakibinin ayağına çelme takarak yere düşürmektir.
Rakibiniz yere düştükten sonra değil koşmak, yürüseniz bile yarışı siz kazanırsınız!
"Erdoğan gitsin de istersen Türkiye yansın";
"Erdoğan gitsin de istersen Türkiye çöksün!" demek mümkün değil.
Erdoğan'ın ne zaman öleceği Allah'ın bileceği bir iş.
Türkiye'nin yanması veya çökmesi ise hepimizin felaketi.
Allah göstermesin böyle bir yangının içinde ilk yanacak olan da, böyle bir çöküntünün altında ilk kalacak olan da öncelikle bizler oluruz.
Tuzu kurulara bir şey olmaz, Erdoğan'dan gitmeden önce biz gideriz!
Ciddi bir alternatif ortaya koymadan, "İktidar çökerse halk mecbur kalır ve bize koşar" siyaseti çok ucuz ve basit bir beklentidir.
Siyaset terminolojisindeki adı 'Negatif siyaset'tir.
Hem es kaza gerçekleşecek böyle bir ortamda, halkın mevcut yetersiz kadrolara yöneleceğinin bir garantisi de yok.
En son Ekrem İmamoğlu örneğinde açıkça gördüğümüz ve yaşadığımız gibi; o güne kadar hiç adını sanını bilmediğimiz, tanımadığımız sürpriz aktörler de sahne alabilir ve böyle bir durumda bizimkilerin elleri de bomboş kalır.
Erdoğan'dan kurtulmak için Azrail'i, AK Parti iktidarından kurtulmak için ise Türkiye'nin yanması veya çökmesini beklemeye; PUSU'ya yatmaya gerek yok.
Siyaset, her şeyden önce cesaret işidir.
İktidardan gitmesi için AK Parti'nin, yeterince ve hatta fazlasıyla eksik ve yanlışları var.
Yeter ki ciddi bir program etrafında, yetenekli ve güvenilir kadrolar ellerini taşın altına koyarak çalışsın ve cesurca ortaya çıksın; adıyla sanıyla negatif değil; 'POZİTİF' bir siyaset ortaya koysun.
Rakibine çelme takarak veya rakibinin düşmesini bekleyerek değil, ondan daha hızlı koşarak; yarışı kazanacak bir performans ortaya koymak gerekir.
Başta ana muhalefet Partisi CHP olmak üzere, diğer muhalefet partileri ve yeni kurulan Davutoğlu, Babacan-Gül partileri de bu halleriyle bir umut vermiyorlar.
İnşallah, AK Parti de, eski muhalefet de, yeni kurulan partiler de kendilerine çeki düzen vererek ihtiyacı karşılarlar.
Yoksa, aranan kanı aramaya devam...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve SEHITLEROLMEZ.COM VE Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe