Amerikan Sinemasının Öncü Kadınları
Gezici Festival, 25. kez yola çıkıyor.
Ankara Sinema Derneği’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici Festival, 25. kez yola çıkıyor. 29 Kasım-5 Aralık tarihleri arasında Ankara’da, 6-8 Aralık’ta Sinop’ta ve 9-12 Aralık’ta Kastamonu’da perdelerini açacak Festival, 25. Yılında Amerikan sinemasına yön veren öncü kadınların filmlerini seyirciyle buluşturuyor.
25. Gezici Festival’in, ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla gerçekleştirdiği Amerikan Sinemasının Öncü Kadınları bölümünde, Amerikan sinemasında çığır açan, iz bırakan kadın sinemacıların filmleri gösterilecek.
Sinema halen cinsiyet eşitsizliğinin en yaygın olduğu sektörlerden biri. Oysa, ortaya çıkışından hemen sonra, sinema alanındaki en önemli gelişmelerden bazıları kadın sinemacılar tarafından gerçekleştirilmişti. 1920’lerden 40’lara dek Hollywood’un önde gelen yönetmenleri arasında yer alan Dorothy Azner de onlardan biriydi. Sesli film çeken ilk kadın sinemacı olan Arzner, Paramount Stüdyoları’nda daktilocu olarak başladığı kariyerine, kısa süre sonra senaryo yazarlığı, kurguculuk ve yönetmenlikle devam etmiş ve kariyeri boyunca kadınların günlük yaşamda karşılaştığı, birçoğu ataerkil toplum düzeninden kaynaklanan sorunları ele alan filmler yapmıştı.
Amerikan Sinemasının Öncü Kadınları bölümünde gösterilecek filmlerden biri olan Güle Oynaya Cehenneme Gidiyoruz (Merrily We Go To Hell, 1932), Dorothy Arzner’a ait. 1920’lerin sonlarında sesin sinemaya gelişiyle başlayıp 1934’te Amerikan toplumunu filmlerdeki zararlı içerikten korumayı hedefleyen sansür yasasının devreye girmesiyle son bulan ve ‘Pre-Code’ diye anılan o kısacık, sınır tanımaz döneme ait bu film, Arzner’in yönetmenlik kariyerinin zirve noktalarından biri. Amerikan toplumunu daha önce görülmemiş bir gerçeklikle perdeye yansıtan ve tabu sayılan konuları büyük bir açıklıkla ele alan filmlerin çekildiği ‘Pre-code’ döneminin tipik bir örneği olan Güle Oynaya Cehenneme Gidiyoruz, geleneksel bir aşk filmi gibi başlar ancak daha sonra eski sevgilisiyle yakaladığı alkolik kocasını yola getirmekten umudu kesen kadının açık evlilik kararı almasıyla zamanın ahlak kurallarına meydan okuyan, sıradışı bir yola girer.
Bu bölümde izlenebilecek ikinci film, Amerikan sinema tarihinin bir başka önemli figürü olan Ida Lupino’ya ait. Kariyerine oyuncu olarak başlayan ve 1950’li yıllarda Hollywood stüdyo sistemi içinde yönetmen ve yapımcı olarak varlık gösteren öncü sinemacılardan olan Lupino’nun 1953 yapımı başyapıtı Otostopçu (The Hitch-Hiker), bir anda hayatımıza giren şiddetin yarattığı dehşeti ustalıkla resmederken kendinden sonra gelen birçok filme ilham vermiş olan, nefes kesici bir gerilim. Balık avlamak için güzel bir nokta bulmak üzere yola çıkan iki arkadaş, polis tarafından aranan psikopat bir katil olduğu sonradan ortaya çıkan otostopçuyu arabalarına alınca sıradan yaşamları kabusa döner.
Bu bölümde yer alan üçüncü film ise, Amerikan bağımsız sinemasının öncülerinden Shirley Clarke’ın ilk uzun metrajlı filmi Torbacı (The Connection, 1961). Jack Geber’in tiyatro oyunundan uyarladığı filminde torbacının yolunu gözleyen uyuşturucu bağımlısı bir grup caz müzisyeninin hikâyesini perdeye yansıtan Clarke’ın, sinemada hakiki gerçekliği araştıran bir deney olarak da görülebilecek filmi, Freddie Redd’e ait müzikleriyle de çok meşhur. Cannes’daki gösteriminin ardından küfür kullanımı nedeniyle ABD’de gösterim izni alamayan, daha sonra bu yasağın kalkmasını sağlayan bir dava sonucunda gösterime girmiş olsa da hakettiği ilgiyi göremeyen film, bugün Amerikan Bağımsız Sineması’nın büyük eserlerinden biri sayılıyor.
SANAT UZUN, HAYAT KISA
25. Gezici Festival’in bu yılki programında, seyirciyi sanatın hayatla ve zamanla ilişkisi üzerine düşündüren yeni filmlerden oluşan özel bir seçki yer alıyor. ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla düzenlenen Sanat Uzun, Hayat Kısaadlı bu bölümde sanatı ve sanatçıyı konu alan birbirinden ilgi çekici beş yeni film seyirciyle buluşacak.
Aileen: Bir Seri Katilin Yaşamı ve Ölümü (Aileen: Life and Death of a Serial Killer, 2003), Whitney: Can I Be Me (2016), Battle for Haditha (2007), Ghosts (2006) ve Kurt & Courtney (1998) gibi uluslararası festivallerde başarı kazanan belgesel ve kurmaca filmleriyle tanınan Nick Broomfield’ın bu yıl Varşova Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan filmi Marianne & Leonard: Aşk Sözleri (Marianne & Leonard: Words of Love), efsanevi müzisyen Leonard Cohen ile büyük aşkı Marianne Ihlen arasındaki 50 yıla yayılan fırtınalı ilişkiyi arşiv görüntüleri, röportajlar ve Cohen ile Ihlen’in şiirsel ses kayıtları eşliğinde perdeye taşıyor. Aşk Sözleri, şöhretin karanlık yüzü ve aşk üzerine melankolik, içten, rüya gibi bir film.
Tribeca Film Festivali’nde En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü kazanan ve birçok festivalde yılın en başarılı belgesellerinden biri olarak dikkat çeken Zaman Makinemiz (Our Time Machine), Çin’in ünlü kavramsal sanatçılarından Maleonn’un Alzheimer hastalığına yakalanan babasına hediye olarak düşündüğü bir tiyatro projesini konu alıyor. Maleonn, Kültür Devriminden önce Şanghay Çin Operası’nın sanat yönetmeni olan babası için hazırladığı oyunda, insan boyutunda kuklalarla anlatılacak bir tür zaman yolculuğu hikâyesi tasarlar. Ortak anılarından yola çıkarak tasarladığı projenin amacı babasıyla hem kişisel, hem de sanatsal bir bağ kurabilmektir.
Londra’da yaşayan İranlı belgeselci, yazar ve küratör Ehsan Khoshbakht, devrim sonrasının arthouse filmleriyle uluslararası film festivallerinde övgüler toplayan İran sinemasının, pek bilinmeyen, farklı bir dönemi ile tanıştırıyor bizi. Yönetmenin bugün İran’da yasaklanmış olan VHS kasetlerden oluşan kişisel arşivini kullanarak kurguladığı Renkli Farsça (Filmfarsi), İran’ın devrim öncesindeki popüler sinema tarihini toplumsal arkaplanı ile beraber perdeye yansıtıyor.
Toni Morrison: Beni Oluşturan Parçalar (Toni Morrison: The Pieces I Am), Nobel ve Pulitzer gibi edebiyat dünyasının en önemli ödüllerine layık görülen, Amerikan kültürünü ve edebiyatını derinden etkilemiş, siyahî edebiyatın daha görünür hale gelmesinde çok önemli rol oynamış yazar Toni Morrison’ın Ohio’da geçen çocukluğundan, mücadele yıllarına ve eserlerini kaleme aldığı çalışma odasına uzanan etkileyici bir belgesel. Yazarın arkadaşları, eleştirmenler ve meslektaşlarıyla yapılan röportajların da yer aldığı film, aynı zamanda ırkçılık, Amerika, tarih ve insanlık durumu gibi kavramlara Morrison’ın edebî bakışını yansıtıyor.
Dünya prömiyerini yaptığı Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan ve daha sonra birçok festivalde dikkatleri üzerine çeken Altın Çocuk (Honey Boy), ünlü oyuncu Shia LaBeouf’un kendi anılarına dayanarak yazdığı senaryodan Alma Har’el tarafından filme çekildi. Kendi travmatik çocukluğunu perdeye yansıtan filmde, LaBeouf babasını canlandırıyor. Ödüllü belgesel yönetmeni Alma Har’el, bu ilk kurmaca filminde sanatı bir terapi yöntemi olarak ele alıyor.