Artık Türk seçmeninin tavrını aşk değil, nefret belirliyor

Bu toz duman içinde, insan, güvenilir, sağduyulu ve rasyonel bir ses arıyor.

Artık Türk seçmeninin tavrını aşk değil, nefret belirliyor




Bu toz duman içinde, insan, güvenilir, sağduyulu ve rasyonel bir ses arıyor.

Tespitlerine, analizlerine güvenebileceği, bu memlekette yaşananları doğru okuyan bir ses… İşte KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi’nin Genel Müdürü Bekir Ağırdır öyle biri. 92’den beri bu işi yapıyor. Sayısız araştırmaya imza attı.

Ona soracak çok şey vardı, bir kısmı bugün, gerisi yarın… Buyurun okumaya başlayın…

Yıllardır siyaset, laiklik, kadın meselesi, gençlik gibi konularda veri topluyorsunuz… Son seçim sonuçlarını da bildiniz. “Ezber bozan araştırmacı” olarak anılıyorsunuz. Öyle misiniz? Ezber mi bozuyorsunuz?
-Valla, ezber bozmak diye bir derdimiz yok. Temel meselemiz, kirlenmemiş, bozulmamış veri kullanmak. Öyle de yapıyoruz. Bir de tabii, olmasını arzuladığımızı değil, sayıların bize ne söylediğini kamuoyuna söylüyoruz. Zerre kadar çekincemiz yok. Ama siyasetçiler de şirket yöneticileri de ne yazık ki genellikle gerçeği duymak istemiyor. Hele sonuç negatifse…

Nasıl oluyor tepkileri?
-Çok bozuluyorlar. “Pazarlama stratejiniz tutmamış, itibarınız düşüyor!” lafları hiç hoşlarına gitmiyor. Ya da bir siyasetçiye, parti başkanına, belediye başkanına, “Vatandaş gidişattan memnun değil!” dediğimizde, duymak istediği şey bu olmadığı için, “Ben inanmıyorum!” diyor. Bizimle sayıları tartışmaya başlayınca, “Tamam abi, burada keselim bu tartışmayı!” diyoruz. Çünkü artık yapacak bir şey kalmıyor.

Donanımlı, bilgili, tarafsız ve harika tespitler yapan bir “kanaat önderisiniz” aynı zamanda. Sizin için “rasyonelliğin dibine vurmuş” diyorlar. Böyle tanımlanmak hoşunuza gidiyor mu?
-Hoşumuza gidip gitmemesi önemli değil. Bazen çıkan sonuçların, bizim temennimiz olduğunu sanıyorlar. Özellikle seçim söz konusu olduğunda. Halbuki benim bir tercihim var. Hatta kendimce siyasi çabalarım var. Ama onlar başka, gördüğümüz gerçeklik başka… Aykırı kalmak ya da insanların beklediği şeyi söylemek değil derdimiz… Derdimiz, gerçeği söylemek. Bu toplumda bir şeyler değişiyor. Biz de o değişimi anlamaya çalışıyoruz. Yola da böyle çıktık zaten, yani kimseyi memnun etmeye çalışmıyoruz. “Bu sayıyı başka türlü okuyalım” demiyoruz. Ha, arada yanlış yapıyor olabiliriz ama yanlış yapmak başka, bilerek ve isteyerek yanlış yapmak başka. Biz ikinci şıkka asla tenezzül etmiyoruz.

Siz, yaptığınız işi nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden bu toplumu anlamaya çalışıyorsunuz?
-Kişisel sebebini söyleyeyim: 12 Eylül’den sonra, 90’larda bu ülke zıpladı… Her açıdan… Ekonomik olarak da… Her şey farklıydı… Gazeteler de farklıydı. Zihinler de farklıydı. Hepimizin her şeyi merak ettiği bir zaman dilimiydi… Tenis oynamayı da caz kulübüne gitmeyi de merak ediyorduk… Açıktık her şeye. Ama ne var ki, o dönem, Türkiye, siyaseten yönetilemedi. Ve tıkandı! 92’den itibaren biz, bir grup arkadaş, “Neler oluyor? Ne yapmamız lazım?” diye çok kafa yorduk. Yeniden bir üniversite okur gibi düşünmeye, tartışmaya ağırlık verdik. Haftanın iki günü, doktora öğrencileri gibi çalıştık. Hatırlayacaksınız, 93’le 2002 arasında bu ülkede, her seçimde, başka bir parti birinci oldu. Neden? Çünkü toplum, o büyük dönüşüm sırasında, kendisine önderlik ve kılavuzluk edecek bir vizyoner mi diyelim, deniz feneri mi diyelim, birini bekledi ama onu bulamadı… Ve hepimizin aklı karıştı. Bir yandan da dünyada küreselleşme, bilgi toplumuna geçme, bilgisayarlarla başka bir hayat geçme başlamıştı. Ama bize… Gele gele, 28 Şubat, 99 Marmara Depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizleri geldi. O 4 yıl, bütün toplum, ben de dahil, “Ulan, ne oluyor?! Başımıza ne geliyor? Ortada ne devlet var ne mekanizma ne siyasi önderler!” dedik. Durmadan olan biteni anlamaya çalışıyor, sorular soruyorduk. İşte tam bu noktada, Tarhan Erdem dedi ki, “Ya sen sürekli bu değişimi anlamaya çalışıyorsun. Hadi gel, KONDA’da bunun peşine düşelim…” KONDA’nın vücut bulması biraz böyle. Herkes, siyasi araştırma tarafını bilir ama siyasi araştırmalar, bizim toplam faaliyetimizin sadece yüzde 5’i. Biz, üniversitelerin bile geride kaldığı bir durumda pek çok alanda araştırma yapıyoruz. Mesela Türk insanı üzüntüsünü nasıl yaşar? Kimler duaya vurur, kimler içkiye sarar? Ya da Türk insanı, sorun dediği şeyi nasıl çözer? Kimler konuşur, kimler kavga eder, kimler mahkemeye gider? Daha pek çok şey sayabilirim… Türkiye’de ensest hariç aklınıza gelen bütün konularda araştırmamız var. LGBTİ meselesi dahil… Dolayısıyla biz; şirketlere, markalara, siyasetçilere, kısacası herkese, bu toplumdaki dalgalanmaları anlatmaya çalışıyoruz. Biz mesela, Digitürk’ü kimler izliyor diye araştırma yapmayız. Ama bu toplumun futbolla ilişkisi ya da televizyonla ilişkisi üzerine kültürel araştırma yapıyoruz. Sebebi de ağırlıklı olarak, kendi merakımız…

Türk insanının mağdurdan yana olduğu yanlış! Balık hafızalı olduğu da yanlış!

Bu araştırmalarla insanların kanaatlerini değiştirmek mümkün mü?
-Değil tabii! Siyasiler ya da iş insanları sanıyorlar ki, bu tür sayılar ya da anketlerle, 80 milyonu ya da 58 milyon yetişkinin kanaati değiştirilebilirler. Büyük bir yanılgı bu! Hiçbirimizin bir kurumla, partiyle, gazeteyle, markayla ilişkisi böyle değil. Bütün bu araştırmaların bize öğrettiği bir şey var. Türkiye insanı, bir marka ya da kişi hakkında güvenini, kişisel “temas”la üretiyor, duyduklarıyla değil. O temas sizin bir yazınızı okumaktır, İnstagram’da takip etmektir ya da sizi bir yerde dinlemektir… O temas içinde gelişiyor güven. O temas içinde gelişirken de üç şeye bakıyor. Samimi ve sahici misiniz? Adil misiniz? Vizyoner misiniz? Yani insanlarla yan yana ve onların içinden biri gibi olabiliyor musunuz? İşte o güven ve temas oluştuysa, siz nereye isterseniz, oraya geliyorlar…

Siyasi liderle ilişkileri de mi böyle?
-Aynen öyle! Yine yanlış bilinen bir şey. “Bu toplum mağdurdan yana!” denir. Mağdurdan yana falan değil, bu bir ezber. Türkiye insanı, değişimden yana. Ama değişim için, güvendiği bir kervan başı istiyor. Eğer onlarla, o güveni kurarsanız -bakın Tayyip Erdoğan’ın da seçmeniyle ilişkisi böyle bir şey- bize, size yanlış geliyor olabilir bazı şeyler ama onu, kendilerinden kabul eden bir kitle var. Yanlış bile olsa, bildiği bir şey var çünkü onlar gibi konuşuyor, onlar gibi yemek yiyor. Bu güven ilişkisi, markalar için de böyle. Hepsine anlatmaya çalışıyorum. On milyon dolarlık reklam kampanyası yapıyorlar diyelim, bütün o kampanyaların yarattığı tek şey; sizde de bende de benim kız kardeşimde de “O mağazaya bir kere gideyim!” duygusu. Kampanya seni götürüyor oraya ama call center’ında duyduğu ses kabaysa, mağazadaki tezfahtar ilgisizse… Kampanya çuvallıyor!

Yani sadece parayı bastırmak yetmiyor…
-Yetmiyor tabii, mesela AVM’de kızları mesaisiz çalıştırıyorsun, senin de benim de kanaatim o marka hakkında, o kızlar üzerinden oluşuyor… Ama bunun farkında değiller. “İnsan haklarına saygılı marka olun” diye anlatıyorum ben her yerde. Ya da mesela, bizim iş dünyasında şöyle bir ezber var, “İstihdam sağlamak için yatırım yapıyorum!” Kardeşim, bu lafın hiçbir karşılığı yok! Sen, kimsenin hayrına yatırım yapmıyorsun, para kazanmak için yapıyorsun. Kimse de senden palavra laf duymak istemiyor. İnanmıyor da. Şöyle de “Ben Denizli’de fabrikayı kuracağım ama Denizli’nin içme suyunu kirletmeyeceğim. Denizli’nin 15 yaşındaki çocuklarını sigortasız çalıştırmayacağım!” Böyle dersen çok daha anlamlı. Toplum ve bireylerle ilgili o kadar yanlış ezber var ki… Bir başka ezber de “Türkiye toplumu, balık hafızalıdır, unutur!” Unutur mu hiç. Kimse hiçbir şeyi unutmuyor!

TÜRK İNSANI DEĞİŞİMDEN KAÇMIYOR! TAM TERSİNE DEĞİŞİM İSTİYOR

Erdoğan’ın üst üste seçim kazanması ne anlama geliyor?
-Hala toplumun gözünde, “Devleti değiştireceğim!” diyen insan o. Bana göre yanlış yönde değiştirmek istiyor, yanlış yapıyor ama şu anda diğer partilerle kıyaslanınca, devlete sahip çıkan, devletle uğraşan kişi imajını, o veriyor. “Türkiye insanı değişimden kaçınıyor!” diyorlar. Bu kadar yanlış bir okuma olabilir… Türkiye toplumu değişimden kaçmıyor, tam tersine değişim istiyor… Nüfusunun yarısı göç etmiş, beşte biri yarın sabah taşınmaya hazırlanan bir topluma, “kaderci”, “değişim istemiyor” denir mi? Hangi kadere gittiğini bilmeden, adam bavulunu toplayıp yola çıkıyor! 31 milyon insan göç etmiş 40 yılda… Buna ben de dahilim…

Hem oy verdiğimiz partiye “Lanet olsun!” diyoruz hem de oy vermeye devam ediyoruz

Türkiye’deki seçmenin davranışı aşkla kime bağlı olduğu değil, nefretle kime karşı olduğunda şekilleniyor!” diyorsunuz…
-Evet, şu anda öyle. Ama başta böyle değildi. 2010 ve 2012’den söz ediyorum. Fakat bugünkü geldiğimiz noktada, AK Parti çuvalladığı için, dağın öbür tarafındaki vaatleri konusunda, artık başka niyetleri olduğuna dair toplumda bir tereddüt oluştuğu için ve kutuplaşma arttığı için giderek işler bu noktaya döndü… Ben 2008’de, “Politizasyon, Türkiye’de kutuplaşmaya dönüşüyor” diye Radikal’de yazdığımda, bazı yayın yönetmenlerini arayıp, bizzat, “Ya bu toplum kutuplaştırılıyor, medyada bu tür yayınlar yapmayın!” dediğimde, bana, “Kardeşim, ben de kutbun bir tarafıyım, niye vazgeçeyim bundan?” dediler. Dolayısıyla öyle bir şey yaşandı ki Türkiye’de, sosyolojik olarak direkt birbirimizden koptuk. Muhafazakarlar, sekülerler ya da Kürtler diye. Siyasi olarak da “AK Parti yandaşları” ve “karşıtları” diye kutuplaştık. 2014’ten beri, 5 yılda, 8 kez sandığa gittik. 3 genel seçim, 2 yerel seçim, Cumhurbaşkanlığı Referandumu vs. Aynı kutuplaşma sürdüğü için de sonuçta şöyle bir noktaya geldik: Hem bir yandan bulunduğumuz pozisyondan rahatsızız, siz de oy verdiğiniz partiye, aslında “Lanet olsun!” diyorsunuz, ben de. Hepimiz bu durumdayız. AK Parti’ye oy verenler de öyle, CHP’ye oy verenler de öyle. Giderek, karşı tarafa olan nefretimizden dolayı, burada huzursuz da olsak, sürdürmeye devam ediyoruz pozisyonumuzu…

TÜRKİYE’DE SİYASET SAHİCİLİĞİNİ YİTİRDİ

“Erdoğan’ı desteklemeyenler de var ama CHP’den haz etmedikleri için, yine de ona oy veriyorlar!” demeye mi çalışıyorsunuz?
-Aynen öyle! “Tabanca dayasanız, CHP’ye oy vermem!” diyen bir küme var. Oldukça da büyük. “Tabanca dayasanız, dinci bir partiye oy vermem!” diyen bir başka küme de var. “Tabanca dayasanız Kürt partisine oy vermem!” diyen de… Siyaset, Türkiye’de sahiciliğini yitirdi. Son 2 yılın en önemli değişimi budur. Duygular değişti. 5 sene önce 2011 seçiminde, AK Parti’ye oy verenler, aşkla oy verdiler. Ama şimdi, bir kısmı, aşkla değil, “Lanet olsun!” dedikleri için ve öbür tarafa da gidemedikleri için AK Parti’ye oy veriyorlar.

Bir başka deyişle, Erdoğan’ın siyasi gücünü besleyen karşı tarafa duyulan nefret mi?
-Kesinlikle öyle! Ama bütün siyasi liderler için geçerli bizim ülkemizde… Dolayısıyla bizim, geri dönüp, yeni baştan bir arada yaşamayı inşa etmemiz, bir arada yaşamanın ortak kurallarını tartışmamız gerekiyor. Ama siyaset bu noktadan çok uzakta. Çünkü herkes kendi pozisyonunu korumaya çalışıyor. Dolayısıyla şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Bu toplumun üçte biri, siyaset marifetiyle sorunları çözebileceğimizden giderek umudunu kesmiş durumda. Geçlerin yüzde 49’u, siyasi aktörlerin Türkiye’nin sorunlarını çözebileceğine dair umutlarını kaybetmiş durumda. Bu umutsuzluk hali, Türkiye’deki kaygıyı besleyen şey. Dolayısıyla 2011’den çok başka bir yerde şu an Türkiye toplumu. 2008 veya 2011’deki o heyecan ve umut yerine, şimdi tam tersi bir durum var. Şimdi artık kaygılarımızdan besleniyoruz…

YAŞADIĞIMIZ KÜRESEL ARA BUZUL DÖNEM

Peki siz nasıl öngörüyorsunuz? Endişe ve kaygı tavan! Sadece Türkiye’de değil, tüm Batı’da huzursuzluk söz konusu… Bir taraftan da “gelecek parlak” diyorsunuz. Nasıl olacak?
-Şöyle olacak, bizim sanayi toplumu tanımları içinde, “Sol yükseldi”, “Sağ yükseldi” falan gibi hareketlerden değil, tam tersine “Bir arada yaşamı savunan” reel gündelik hayatın sorunlarından beslenen, “Onurlu yaşam hakkı” diyen yeni bir hareketlenme olacak. Dünya bunu taşıyamaz çünkü… Bu içinde bulunduğumuz döneme, “küresel ara buzul dönem” diyorum ben. Biz, yeni karşılaştığımız problemlere, yeni yollar üretemediğimiz için, eski devlet yöntemine geri döndük.

ÇOCUĞUNUZA VIKIPEDIA’NIN YASAK OLDUĞU BİR DÜNYAYI KABUL ETTİREBİLİR MİSİNİZ?

Ama bu dönem, geçecek öyle mi?
-Evet geçecek. Gündelik hayat değişti çünkü. Siz, kızınıza Vikipedia’nın yasak olduğu, Twitter’da her şeyin denetlendiği bir dünyayı kabul ettirebilir misiniz? Ya da sokakta sevgilisine sarılmasının ayıp ya da günah olduğunu kabul ettirebilir misiniz? Dünya, metropolleşiyor. Dolayısıyla, “kent” dediğiniz yerde, o eski ahlaki referanslar eski gibi belirleyici değil. Örneğin “mahalle baskısı” diye bir kavram var değil mi Türkiye’de? Mahalle baskısı kalmıyor metropollerde. Yani o gençlerin ne dinle ne geleneklerle ne de siyasetle ilişkisi eskisi gibi değil. Yani hem metropolleşiyoruz hem de daha hızlı bir gündelik hayat yaşıyoruz. Ama hızdan, zaman ve mekandan bağımsız çalışıyor çocuklarımızın zihni. Gece 12’de Whatsapp’tan sizin bile görmediğiniz büyüklükte bir ticaret de oluşturabilir. Sizin tahayyül bile edemeyeceğiniz büyüklükte bir siyasi hareket de oluşturabilir. Dolayısıyla bu çocuklar veya bu hareketleri tanımlarken ben, “dağlardaki çoban ateşleri” diyorum. Minik minik görünen… Kaz Dağları’nda, zeytin ağaçlarının önünde gördüğümüz o gençler var ya, işte o çoban ateşleri, gün gelecek bir hara dönecek. Ve o harın, henüz formülünün bilgisine sahip olmadığımız için, eski bildiğimiz siyasetten düşünüyoruz, şöyle bir parti çıksa falan diye. Belki de yepyeni başka bir siyasi örgütlenme biçimi oluşacak. Çünkü elimizde de dünyada da bu ütopyanın sahibi siyasetçiler yok. Baksanıza Trump’lar var ortada. Ama bu bir ara dönem, geçecek…

Abi, n’olacak bu memleketin hali?

Sürekli size, “Ne olacak bu memleketin hali!” diye sorulmasından sıkıldınız mı?
-(Gülüyor) Tabii ki sıkılmadım ama şöyle bir şey oluyor. Tam alışveriş yapıyorsunuz markette, kasada bir şey öderken, tam o anda birisi yanaşıyor, elinizde torbalar, “Abi ne olacak? diyor. Saygısızlık etmek de istemiyorum konuşmak istiyorum ama eşimin ya da kızımın, “Baba ya izin ver de bir akşam yemeği yiyelim birlikte!” dediği de oluyor…

TÜRKİYE’DE YÜZDE 74 GAZETE OKUMUYOR!

KONDA’nın araştırmasına göre, Türkiye’de yüzde 74 gazete okumuyor. Dehşet bir rakam değil mi bu?
-Dehşet tabii. Ama dikkatinizi çekerim gazete okunmuyor, kitap okunuyor! 2 ay önce de başka bir araştırma yayınladık. Kitaplarla ilişki artıyor. Hiç umutsuz olacağımız bir şey yok. 65 bin farklı kitap basılmış, 2019 yılında Türkiye’de. Buradaki kritik mesele şu: Türkiye’deki insanların, özellikle de gençlerin, sınıf atlamak, daha iyi bir refaha ulaşmak arzusu yalnızca eğitim üzerinden olabilir. Bütün dünyada da bu böyle. Benim reel hayatım da böyle. Bir kasabadan çıkıp, parasız yatılı okuyacaksınız, sonra ODTÜ gibi bir yerde okuyacaksınız, sonra gelip İstanbul özel sektöründe başarılı olacaksınız. Ama bu yetmiyor. İkinci adımı var bunun. Başarılı olunca, geri dönüp, aileyi, yeğenlerinizi okutacaksınız, kız kardeşlerin beyaz eşyalarını alacaksınız… Yani aileyi de daha iyi bir hayata, çocuklar taşıyor. Ülkenin 30 yaş altındaki 19 milyon gencinin 15 milyonunun hala hayali böyle. Çünkü bu zincir ne ima ediyor? “Alın terinizle, namusunuzla ahlaklı insan olarak çalışırsanız, başarılı olma ihtimaliniz var!” diyor sistem size. Ama bugün örneğin, bozulan şeylerden biri, en azından geri kalan 4 milyon gencin, böyle alın teriyle çalışarak başarılı olma ihtimalini artık görmüyor olmaları. Bunun için ancak “Sedat Peker’in askeri” olursan, “Tayyip Erdoğan’ın neferi olursan” falan mümkün diye düşünüyorlar. Asıl tehlike de bu. Ama hala öbür 15 milyon gencin, masumiyetleri içinde, başarılı olmak için eğitim dışında başka araçları yok. O yüzden AK Parti’nin yaptığı en büyük hata; eğitim ve bu alın teriyle çalışma üzerinden başarılı olma umudunun, dolayısıyla toprak damdan, kiremit çatılı eve geçme umudunu yok ediyor olması. Bu umutsuzluk, manipüle de edebilir. Bütün dünyada olduğu gibi. Paris varoşlarında o arabaları yaktıkları dönemi hatırlayın. Türkiye’nin önümüzdeki riski de budur…

YARIN: “Endişeli modernler” kim, “modern muhafazakarlar” kim?

https://www.armanayse.com/artik-turk-secmeninin-tavrini-ask-degil-nefret-belirliyor/

AYŞE ARMAN / www.aysearman.com