Asker-millet dış politika ve maliyetler

Ceyhun Çiçekçi 'Diplomatik yöntemlere ağırlık vermemiz gerekiyor.

Asker-millet dış politika ve maliyetler


Asker-millet dış politika ve maliyetler

Atina ile yaşanan gerilime değinen Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi’nden Ceyhun Çiçekçi 'Diplomatik yöntemlere ağırlık vermemiz gerekiyor. Yunanistan’la yaşadığımız süreç, bizlere bu açıdan çeşitli dersler veren bir içerik sunuyor' diyor.

Toplum olarak Covid-19 salgını sürecinde dikkat çekici fotoğraf kareleri verdik. Bunlardan birkaçı da kuşkusuz camilerde kılınan toplu namazları görselleştirenlerdi. Sosyal mesafe kurallarını önemseyerek azami bir dikkat ile tesis edilen saf nizamı, camilerdeki kitleleri bir nevi “kıt’alara” dönüştürmüştü. Disiplin ve ciddiyet, dini bir ritüeli kışla atmosferine bürümüştü. İşte tam bu noktada söz konusu görseller, “asker-millet” olgusunun da tescili niteliğindeydi. Lakin söz konusu nitelik, dış politika uygulamalarında da öne çıktığında sonuçları maliyetli olabiliyor. Bunu biraz açalım. 

Son yıllarda Türk dış politikasının performansına bakıldığında, Dışişleri Bakanlığı’ndan ziyade Savunma Bakanlığı’nın ön plana çıktığı rahatlıkla gözlemlenebilir. Bu açıdan, Türkiye’nin son yıllarda dış politikadan ziyade bir savunma ve güvenlik politikası uyguladığı bile iddia edilebilir. Hâlbuki diplomasi, uluslararası politikanın olmazsa olmaz bir yöntemidir. Arz ettiğiniz postür, tavır, kullandığınız dil, yaptığınız blöfler ve çekeceğiniz restler işinizi kolaylaştırır. Ayrıca ortak algılarınız üzerine inşa edeceğiniz işbirlikleri/ittifaklar da meydan okuyucu güce yönelik caydırıcı mesajlar taşır. Diplomasi, bu bağlamda, dış politika hedeflerinin realize edilebilmesi sürecinde, maliyetleri minimize etmenin önemli bir yoludur.

Devletler, özellikle de maliyetsiz bir seçenek olması hasebiyle, diplomatik yöntemlere ağırlık verirler ve dış politikada karşılaştıkları ya da karşılaşabilecekleri potansiyel sorunları müzakereler yoluyla çözümlemeyi tercih ederler. Türkiye’de son yıllarda popülarize olmuş deyimiyle ifade etmek gerekirse, devletler genel olarak “sahaya inmeden masada sorunları çözmeyi” öncelerler. Çünkü “saha”, maliyetli bir seçenektir. 

Askeri olarak “sahaya inmek” demek, kullanacağınız araç gereçlerin maliyetlerinden tutun da insani maliyetlere kadar geniş bir skalada ülkenizin adisyonuna kaydedilir. Atacağınız bir mermi kadar pistten kaldıracağınız bir uçak da maliyetsiz değildir. Ve aslında pek konuşulmasa da yüksek maliyetlere sebep olurlar. Bu durum ilk bakışta tolere edilebilir gibi görünse de savunma bütçenizin giderek kabarmasına ve bir süre sonra sadece güçlü bir orduyu sürdürülebilir kılmak adına işleyen ekonomik bir yapıya mahal verir. Ayrıca insani maliyetlerin ulaşabileceği sınırlar, her ne kadar İslami bir zemine de sahip “şehitlik kültüyle” yumuşatılabilir olsa da nihayetinde bu ülke insanının canına mal olacaktır. Bu noktaya gelene kadar uzun bir yol vardır. Tüm sivil yöntemler denenmeli, tüm sivil araçlar devreye sokulmalı, karşıdaki ülke veya ülkelerde yeterli diplomatik baskı oluşturulmalı ve bütün bunlardan bir sonuç alınamadığı takdirde caydırıcılığınızı güncelleyebilmek adına “sahaya inilmelidir”. 

Elbette ki askeri yolların kolayca akla gelmesinin altında sosyolojik bir payanda bulunmaktadır. Asker-millet olgusu, toplumsal karşılığı olması hasebiyle, ülkemizde sıklıkla kullanılagelen bir yakıştırmadır. Her ne kadar sınırları muğlâk bir kavram olsa da Türk milletinin askeri yatkınlıklarına ve kökenlerine vurgu koymaya çalışır. Bu bağlamda bakıldığında, tarihselleştirilen ‘asker Türk’ mitini de güçlendiren bir etkiye sahiptir. Ayrıca her yeni dış politika krizinde de kolayca akla gelen ilk seçeneğin askeri yöntemler olmasını sağlar. Bir başka ifadeyle, Türk devletinin son seçenek olarak görülmesi gereken askeri yöntemleri, bir nevi “sosyolojik bir hazır kıt’a olma halini” de hesaba katarak, öncelemesine ve diplomatik yönlerden yeterli tedbirleri almamasına zemin hazırlar. Geçtiğimiz günlerde Mısır ile Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’deki deniz sahalarının paylaşılması amacıyla imza edilen Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması, Türk devlet ricalinin ve kamuoyunun verdikleri yoğun tepkilerin vurguları itibariyle, yukarıda anılan olgunun bir örneğini teşkil ediyor. “Sahada verilecek cevapların” vurgulandığı açıklamalar, diplomatik araçların yeterince kullanıldığına yönelik soru işaretlerini arttırıyor. Elbette ki Yunanistan ile ilişkilerimizin krizler sarmalı biçimine dönüşmesi hiç de yeni bir olgu değildir. Osmanlı tebaalığından modern bir ulusa “terfi eden” Yunanlılar, ulusal kimliklerini inşa ederken Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak kabul ettikleri Cumhuriyet Türkiyesi’ni “öteki” olarak kodlayageldi. Bu anlatı, iki ülkenin jeopolitik rekabetine zemin oluşturması açısından da oldukça işlevseldi. Kaldı ki yine jeopolitik bir takım gerekçeler sayesinde 1930’lu yıllarda ve 1990’lı yılların sonlarında iki ülke arasında oldukça sıcak rüzgârlar esebilmişti. İstisnai olan bu kısa periyodlar haricinde Yunanistan, Türkiye aleyhine girişimlerine devam etmişti. 

Günümüzde Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin yeniden kızgınlaşması, özellikle Yunan tarafının çeşitli girişimleri vesilesiyle belirginleşmiş görünüyor. Türkiye’nin sorun yaşadığı bölge ülkeleriyle yakınlaşması, uluslararası hukuka aykırı olarak Ege adalarını silahlandırması, darbeci FETÖ mensuplarına geçiş güzergâhı ve hatta ev sahibi olması, Suriyeli sığınmacılara sınırlarında reva gördüğü muameleler gibi sebepler yüzünden bir süredir Türk kamuoyunun şimşeklerini üzerine çekmişti. Zaten uzun yıllara dayanan Ege sorunları ve Kıbrıs üzerindeki kızgın rekabet, bir de Doğu Akdeniz’de keşfedilmeye başlanan devasa hidrokarbon yataklarıyla birlikte farklı bir faza geçmiş oldu. Böylece Yunanistan, hem Türk devlet ricalinin hem de kamuoyunun birincil hedef tahtasına oturtuluverdi. Özellikle de son gelişmeye verilen tepkiler, 1996 yılında Kardak kayalıklarının üzerindeki egemenlik iddiaları nedeniyle patlak veren gelişmeleri de anımsatması açısından, oldukça kaygı verici görünüyor.

Yunanistan ile Mısır arasında yapılan anlaşma, kuşkusuz Türkiye’nin özellikle güney hattından çevrelendiği bir süreçte ateş çemberini yararak, Libya ile yaptığı deniz yetki sahalarını paylaştıran anlaşmaya tepki olarak doğdu. Söz konusu anlaşmayla birlikte, Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesi de alevlendi ve özellikle Türkiye’nin haklarına yönelik bir taciz olarak kabul edildi. Bu sebeple de Türk tarafının ilk açıklamaları, sorunun giderek militarize bir içerik kazanacağını ima ediyor. Gölcük’te bulunan Türk donanmasının Akdeniz’e doğru açılmasının altında söz konusu MEB sınırlarını koruyabilmek kaygısı yatıyor. Fakat bu noktaya hızlıca gelinmesi, çatışma potansiyelinin yüksek bir ihtimal olduğunu da gösteriyor. 1930’lu yıllarda Türkiye ile Yunanistan yakınlaştığında, Akdeniz’deki İtalyan varlığına yönelik ortak tehdit algısı başat rol oynamıştı. 1990’lı yılların ikinci yarısında ise Türkiye, Yunanistan’ın PKK’ya verdiği desteği, GKRY ile yaptığı anlaşmaları ve Suriye’yle yaptığı savunma anlaşmasını İsrail’le yakınlaşarak dengelemişti. Bugün ise askeri araç ve yöntemleri hızlıca devreye sokarak, olası diplomatik araç ve yöntemleri pas geçmiş oluyoruz. 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki ulusal iddialarımızın ve bunlara istinaden yaptığımız anlaşmaların uluslararası hukuka dayanması önemlidir. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye, Libya ile yaptığı anlaşmayla bu kıstası sağlamaktadır. Bir diğer husus, Yunanistan’ı girişeceği eylemlerden caydırabilmektir. Şayet caydırabilirseniz askeri önlemlere ihtiyacınız kalmayacaktır. Bu caydırıcılığı da salt askeri yeteneklerinizi sahaya sürerek elde etmenize gerek yoktur. Çünkü bu yöntem, zaten maliyetlidir. Yapacağınız işbirlikleri, söz konusu caydırıcılığa katkı yapacaktır. Bu bağlamda İsrail, Yunanistan’ın dengelenmesi ve caydırılması anlamında potansiyel bir ortak olarak görülmelidir. Kaldı ki bölgesel düzlemde pek çok konu başlığına benzer bir perspektiften bakan iki ülke, Yunanistan’ın revizyonist taleplerine de ket vurabilir. Ayrıca İsrail-Mısır ilişkilerinin seviyesini de düşündüğümüzde, Türkiye’nin İsrail’le olası yakınlaşmasının kısa vadeli bir sonucu olarak, Yunanistan’ın Mısır ayağında da tereddütlere ve geri adımlara şahit olmamız muhtemeldir. Elbette ki bu işbirlikleri başka ülkelerle de çeşitlendirilebilir. 

Bir başka açıdan bakıldığında, Yunanistan, Türkiye’nin askeri yetenek ve kapasite anlamında dengi değildir. Bu bağlamda girişilen askeri eylemler, yine fuzuli birer girişim olarak kalacaktır. Bir diğer ifadeyle, Yunanistan’ın bizi “gereksiz masrafa” sokmasına imkân verilmemelidir. En nihayetinde Yunanistan, bölgesel ve küresel destekleyicilerine yaslanarak bu denli pervasız hareket edebilmektedir. Türkiye’nin de asıl ihtiyacı, askeri yetenek ve kapasitesini sahaya sürmekten ziyade, bölgesel ve küresel işbirliklerini geliştirerek “Yunan tehdidini” daha başından sönümlemektir.

Son söz olarak tekrar hatırlatmakta fayda var. Diplomatik yöntemlere ağırlık vermemiz gerekmektedir. Yunanistan’la yaşadığımız süreç, bizlere bu açıdan çeşitli dersler veren bir içerik sunuyor. Her ne kadar asker-millet olgusunu sosyolojik olarak diri tutuyor olsak da dış politikada seçeneklerimizin aslında ne denli fazla olduğunu aklımızda tutmalıyız. Potansiyel diplomatik girişimleri tüketmeksizin askeri eylemlere başvurmaktan kaçınmalıyız. Kuşkusuz bu yaklaşımın topyekûn uygulanması, orta ve uzun vadede toplumumuzun ekonomik refahına ve hayat kalitesine yansıyarak da Türkiye’yi bir cazibe merkezi haline getirecektir. 

Ceyhun Çiçekçi

KARAR