Avrupa’nın çeşitli yerlerinde de olsak, bir gün mutlaka ülkemize geri döneceğiz...
KHK ile işten atılan ve yurtdışında olan akademisyenler anlatıyor
KHK ile işten atılan ve yurtdışında olan akademisyenler anlatıyor:
Avrupa’nın çeşitli yerlerinde de olsak, bir gün mutlaka ülkemize geri döneceğiz...
"Tüm aidiyetlerim Türkiye’de, sevdiklerim orada. Ancak yeniden böyle bir baskı ile karşılaşma korkusu beni geri çekiyor. Bir gün dönsem bile bıraktığım yerden devam etmem imkânsız bunu biliyorum. Çünkü imza sürecinden sonra çok ciddi baskılar yaşadık"
Hümeyra Yılmaz, 3 buçuk yıldır Fransa'da yaşıyor. Barış İçin Akademisyenlerin, "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildirisinin imzacılarından:
"Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktaydım. İmzacı olduğum için ihraç edildim, yurt dışına çıkmamın tek nedeni doktora eğitimime devam etmek. Burada bir üniversiteden kabul aldım ve tehdit altındaki akademisyenlere verilen PAUSE bursunu almaya hak kazandım."
Türkiye'de 8 yıl araştırma görevlisi olarak çalışan Yılmaz, şunları söylüyor:
"İnsan hakları, toplumsal cinsiyet, suç sosyolojisi, mülteciler gibi konularda akademik ve politik çalışmalarım oldu. İki sene ceza avukatlığı yaptım. İnsan hakları, ceza hukuku ve suç sosyolojisine olan ilgim bu dönemde gördüğüm haksızlık ve hukuksuzluklardan kaynaklanıyordu. Ezîdi Kürtlerinin IŞİD saldırısı sonrası Türkiye'ye sığınmalarından sonra, sığınma prosedüründe onlara yapılan ayrımcılıklara tanık oldum. O dönemden beri iltica hukuku ve dezavantajlı grupları çalışıyorum"
Fransa'da eğitimine devam eden Yılmaz, Fransa'da da akademinin çok hiyerarşik bir yapıya sahip olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor:
"Öğrenci olmak doğrudan bu ast-üst ilişkisinde sizi en alt basamağa yerleştiriyor. Dil dezavantajı da bu süreci zorlaştıran başka bir engel, akademi ne yazık ki hala elit bir meslek. İngilizce veya diğer bir dili çok iyi düzeyde bilmediğinizde imkânlar oldukça sınırlandırılıyor. Ben sadece güvenlik korkusu nedeniyle ve Fransa'dan burs aldığım için buraya geldim. Tek kelime Fransızca bilmeden ailemle birlikte burada bir hayat kurdum, ancak akademik hayatıma devam edebilmem hiç kolay olmadı"
"İmza sürecinden sonra çok ciddi baskılar yaşadık"
Türkiye'ye dönmek istediğini, ne yaptıysa bu isteğini bastıramadığın söyleyen Yılmaz:
"Tüm aidiyetlerim Türkiye'de, sevdiklerim orada. Ancak yeniden böyle bir baskı ile karşılaşma korkusu beni geri çekiyor. Bir gün geri dönsem bile bıraktığım yerden devam etmem imkânsız bunu biliyorum. Çünkü imza sürecinden sonra çok ciddi baskılar, sorunlar yaşadık."
"Yüzlerce akademisyen hayatlarına devam edebilmek için yurt dışına çıktı"
Yılmaz yaşadığı sürece ilişkin, "kendisine demokratım diyen hocalar bile yasal haklarımızı almamıza izin vermediler" diyerek eleştirilerini anlatıyor:
"Örneğin benim ÖYP bütçem henüz ihraç edilmeden önce dönemin dekanı tarafından kullandırılmadı. Yine üniversite tarafından kabul olan proje bütçem olan 20 bin liralık bütçemi kullanmam engellendi. İmzacıların "kollanmadığı" gösterilmek istendi. Bilgisayarım bile olmadan yurt dışına çıktım. Birçok mesai arkadaşım bir daha telefonla bile bana ulaşmaya çekindi. Öyle bir korku ortamı yaratıldı ki insanlar dayanışma göstermeye korktu. Yüzlerce akademisyen hayatlarına devam edebilmek için yurt dışına çıktı. Bu çok ciddi bir boşluk yarattı. Yılların birikimi ve deneyimi de bu hocalarımızla birlikte göçtü. İktidar yandaşları kişiye özel ilanlarla açılan kadrolara, parayla, mevki vaadiyle yazdırılan doktora tezleri ile üniversitelerde kadro alıyorlar."
Yılmaz, "Buna karşın gerçekten bilgi ve birikimiyle, emekleriyle bulundukları kadrolara gelen akademisyenlerin, çok temel bir haklarını kullanmaları nedeniyle yargılanmaları, tutuklanmaları, işlerinden edilmeleri gerçekten akıl alır gibi değil" diyor.
"Fiili yapanın 'rütbesine' bakmadan ses çıkarmak gerektiğini düşünüyorum"
Yılmaz, son zamanlarda ortaya çıkan ve tartışmalara neden olan akademideki taciz durumlarını eleştiriyor ve konuşmasına şöyle devam ediyor:
"Akademide hiyerarşi, mobing, taciz gibi durumlara karşı oldukça sessiz ve pasifiz. Örneğin akademide taciz ile ilgili cüretli ifşalar yeni yeni yapılıyor. Çok duyarlı, demokrat olduğunu iddia eden hocalar tarafından mobinglere maruz kalıyoruz. İktidarların çıkarlarıyla örtüşmeyen girişimlere yönelik tepkileri bizim için şaşırtıcı değil, bu başka bir mecra. Elbette aydın olmanın sorumluluğunu her koşulda yerine getirmek ve dik durmak gerekli. Ancak bunun yanı sıra bulunduğumuz alanda, üniversitelerde yaşanan her türlü ayrımcılık, baskı, mobing, taciz gibi olumsuz durum karşısında, fiili yapanın 'rütbesine' bakmadan ses çıkarmak gerektiğini düşünüyorum."
"Yurtdışına çıkmak gibi bir düşüncem de kesinlikle yoktu"
Mustafa Şener 4 yıldır Almanya'da yaşayan ihraç edilen akademisyenlerden:
"İlk 3 ay Fransa'da kaldım, oradan da Almanya'ya geldim. Beni Almanya'ya getiren şey Türkiye'de uğradığım haksız, hukuksuz muamele ve zulümdü. 2016 yılının Ocak ayına kadar Türkiye'de, Mersin Üniversitesi'nde bir akademisyen olarak çalışıyordum. Yurtdışına çıkmak gibi bir düşüncem de kesinlikle yoktu. Fakat 11 Ocak 2016'da kamuoyuna duyurduğumuz "Bu Suça Ortak Olmayacağız!" başlıklı bildiriden sonra Mersin Üniversitesi rektörü sözleşmemi uzatmayarak üniversitedeki işime son verdi. Kendisini "Barış İçin Akademisyenler" olarak adlandıran bir grup tarafından hazırlanan bu bildiriyi ilk etapta 1128 kişi imzalamıştı. Tayyip Erdoğan'ın bildiriyi imzalayanları hedef gösteren demeçlerinden ve rektörler tarafından idari, savcılar tarafından cezai soruşturmaların açılmasından sonra bildiriyi imzalayanların sayısı 2212'ye çıkmıştı. Bildiri, Kürt sorununda çözüm masasını deviren iktidarın özellikle 2015 Haziran seçimlerinden sonra son derece sert biçimde uygulamaya koyulduğu şiddet politikasını eleştiriyor ve güvenlik güçlerinin çatışma bölgelerindeki hukuksuz uygulamalarına ve hak ihlallerine dikkat çekiyordu. Çözüm olarak da yeniden çözüm sürecine dönülmesine, barış masasının yeniden kurulmasını talep ediyordu. Ben de bildiriyi imzalayan ilk grubun içindeydim."
"Tam dört yılı tamamladım Almanya'da"
Yurtdışına gitmek planları arasında hiç olmamış Mustafa Şener'in:
"O kadar hukuk dışı ve mesnetsiz bir şekilde işten atılmıştım ki kısa sürede yargı yoluyla işime geri döneceğime inanıyordum. Hemen dava açtım ve yürütmeyi durdurma kararı istedim. Nitekim birkaç ay içinde yürütmeyi durdurma kararı da çıktı. Ama rektörlük bir üst mahkemeye itiraz etti. O süreçte de Barış Bildirisi meselesi tüm ülkede oldukça gürültü koparmış bulunuyordu ve pek çok başka üniversitede de imzacı arkadaşlarımız işten atılmaya başlamıştı.
İşte ancak o zaman, yani kısa sürede işe geri dönme umudum kalmayınca yurtdışını bir seçenek olarak düşünmeye başladım. Çünkü artık uzun bir süre işsiz kalacağım kesinleşmişti. Yine de başlangıçta bunun kısa süreceğini sanıyordum. Yani niyetim en fazla bir yıl falan yurtdışında kalmak, o sırada akademik olarak biraz araştırma yapmaktı. Ama dediğim gibi bugünlerde tam dört yılı tamamladım Almanya'da"
"En önemli sorun bence geleceğin hep belirsiz olması"
Türkiye'deyken Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde yardımcı doçent olarak çalışan Şener, Almanya'da da akademik çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor:
"Doktora derecem siyaset bilimi üzerineydi. Türkiye'de Siyasal Hayat, Modern Siyasal İdeolojiler, Siyasal Tarih, Ütopyalar ve Siyaset gibi derslere giriyordum. Çalışma alanım ise daha çok Türkiye'deki toplumsal hareketler, özellikle de sol-sosyalist hareketler üzerineydi. Cumhuriyetin kuruluş yılları, azınlık politikaları ve emek tarihi gibi alanlarla ilgileniyordum.
Benim gibi neredeyse 50 yaşında gelip buralarda yeni bir hayat kurmak çok zor. Yeni bir ülkeye alışmak, dil sorunu, yerleşim sorunları, ünlü Alman bürokrasisin zorlukları, geleceğin her zaman belirsiz olması, sadece kısa vadeli burslar ya da sözleşmelerle çalışmak zorunda kalmak…
Ben önce üç yıl Bamberg Üniversitesinde bir araştırma projesi yürüttüm. Şimdi de Berlin Frei Üniversitesi'nde benzer bir proje üzerinde çalışıyorum. Şartlar çok ideal değil, hele de pandemi nedeniyle saha araştırmaları resmen durdu ama gene de iyi kötü yürüyor bu projeler. Dediğim gibi en önemli sorun bence geleceğin hep belirsiz olması. Projeler hep kısa süreli ve sonrasında ne olacağı, yeni bir proje ya da iş bulup bulamayacağımız hep belirsiz. İş bulamazsak oturum iznimiz bile tehlikeye giriyor. Böylesine bir belirsizlik ortamı da insanın motivasyonunu olumsuz etkiliyor ister istemez"
"Ülkeme geri dönmek istiyorum"
Ülke özlemi çeken Şener, özlemini şöyle dile getiriyor:
"Ülkeme geri dönmek istiyorum. Madalyonun bir de öteki yüzü var çünkü. Her şeye rağmen, bütün baskılara rağmen direnmeye çalışan dostlarımız var hala oralarda. Onları daha fazla yalnız bırakmamak için belki… Hala eleştirel düşünceye ihtiyaç duyan öğrencilerin kalmış olması ihtimalinden vazgeçmek istemediğim için ve onlarla üniversitelerde olmasa bile alternatif mekânlarda (mesela arkadaşlarımızın büyük emeklerle kurdukları dayanışma akademilerinde) buluşmak istediğim için belki… Maden işçileri örneğinde olduğu gibi hala daha teslim alınamamış emekçiler olduğunu gördüğüm için belki… Ya da orası memleketim olduğu için, hemen her gece rüyalarımda köyümü gördüğüm için, dostları özlemle kucaklamak için belki… Memleketi tamamen zalimlere ve haramilere bırakmamak istediğim için belki…"
"Berlin'in ortasında 'Toparlanın, hep birlikte dönüyoruz, orası bizim ülkemiz, yapacak çok işimiz var' diye bağırmak istiyorum"
Berlin'de hemen her gün Türkiye'den zorunlu gelen bir akademisyen, bir gazeteci, bir sanatçı ya da öğrenciyle karşılaştığını söyleyen Şener, bu durum karşısında çok üzüldüğünü de ekliyor:
"Türkiye'ye üzülüyorum. En parlak, en eğitimli, en yetenekli evlatlarını her geçen gün kaybettiği için. O evlatlarla birlikte aydınlık ve özgür bir gelecek umudunu da yitirdiği için. Çünkü bu gelenlerin büyük bölümü daha özgür, daha eşitlikçi, daha çoğulcu, daha demokratik bir Türkiye isteyenler. Bu kadar kan kaybıyla nasıl yaşar bir ülke? Bazen, çok garip gelebilir ama çıkıp Berlin'in ortasına bağırmak istiyorum: "Toparlanın, hep birlikte dönüyoruz, orası bizim ülkemiz, yapacak çok işimiz var!" diye. Kendimi de çok sorguluyorum; doğru mu yaptım acaba çıkmakla diye. Her defasında en kısa zamanda dönmeliyim diye düşünüyorum, ama işte böyle böyle dört yılın geçmiş olduğunu hatırlayınca da o sızıyı biraz daha ağır hissediyorum göğsümün ortasında."
Şener, Neruda'nın, "Çiçekli dalları kırabilirler ama baharın gelişini engelleyemezler" dizesiyle sözlerini bitiriyor.
Eşiyle birlikte Munzur Üniversitesinde akademisyen olan Canan Demir, 4 yıldır İsviçre'de yaşıyor:
"Eşim "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisine imza atanlardandı. 15 Temmuz darbesi sürecinde önce eşim görevden uzaklaştırıldı, adına soruşturma açıldı, sonrasında da evimiz polis tarafından arandı. Ülkede yapılan birçok haksızlığa tanık olmuştum, bunun basit bir darbe girişimi olmadığını, buz dağının sadece görünen kısmı olduğunu anlamıştım. Eşim Türkiye'de kalmaktan yanaydı ama ben stresten uyuyamaz olmuştum. Özellikle de iki yıl önce geçirmiş olduğum kanser tedavisinin ve sonrasında hastalığın yan etkilerini daha üstümden bile atamamışken, bu darbe ile (aslında bize yapılmış olan) hastalığımın tekrar nüksetmesi korkusu ve işten atıldığımız takdirde tedavi olamama durumu yüzünden mecburi bir kararla İsviçre'ye gelmek zorunda kaldık. Nitekim bu düşüncemizde de haklı çıktık. İsviçre'ye varışımızdan kısa bir süre sonra görevden KHK ile ihraç edildik"
Demir, Munzur Üniversitesinde İngilizce Öğretmeni/Öğretim Görevlisi olarak, eşi de Çevre Mühendisliği bölümünde Doçent olarak görev yaparken KHK ile işten atılıyorlar:
"Üniversite yıllarında dil eğitimi alırken mutlaka İngiltere'ye gidip İngilizceyi yerinde öğrenmem gerekiyor diye düşünüyordum. O yüzden mezuniyetten bir yıl sonra 2 yıl İngiltere'de bir İngiliz ailenin yanında Au Pair olarak çalışıp İngilizce dil seviyemi yükselttim amacım master yapıp öyle ülkeye dönmekti, ne yazık ki bir takım ailevi sebepler yüzünden orada fazla kalamadım ve 2 yıl sonra geri döndüm. Sonra eşimle tanıştım. Eşim 'de Amerika'da Çevre Mühendisliğinde doktora yapıyordu, bu yüzden oraya gittim ve 4 yıl Amerika'da hem dil öğrendim, hem de çalıştım. Eşimin doktorası bittiğinde Munzur Üniversitesi yeni açılıyordu, bizde başvuru yaptık"
"Sürgün edilmemize neden olanlara çok öfkeliyim"
Hep iyi bir öğretmen, öğrettiği alana hâkim ve ne öğrettiğini bilen biri olmak istediğini söyleyen Demir, sözlerine şöyle devam ediyor:
"Benim hayallerimde hiç yurt dışında yaşamak yoktu. Munzur Üniversitesinde çalıştığım o 3 yılın tadını, o ana kadar gezdiğim hiçbir yerde, çalıştığım hiçbir işte, yaptığım hiçbir çalışmamdan almadım. Nihayet bütün uğraşlarıma değmişti, zevkle sınıfa girip, o sınıflardan içim rahat ve mesleki olarak tatmin olmuş bir şekilde çıkıyordum. O yüzden akademisyen olmayı ve öyle kalmayı çok isterdim. Kırk yıllık emeğimi bir gecede silip, sürgün edilmemize neden olanlara çok öfkeliyim"
"Çok sevmeme rağmen bu mesleği yapmama kararı aldım"
Akademisyenliği çok sevmesine rağmen bu meslekten soğuduğunu ve yapmama kararı aldığını söyleyen Demir şöyle devam ediyor:
"Ne zaman iyi bir karar versem hep sekteye uğradı. İngiltere'de ailem yüzünden master yapmadan geri döndüm. Amerika'da eşimin doktorası bitti dönmek zorunda kaldım. Sonra Dersim'de master için başvuru hazırlıkları yapıyorken kanser oldum, hastalandım ve bir yıl çalışmalara ara vermek zorunda kaldım. Sonra yine başlama kararı aldım ki bu seferde darbe oldu. Bu yüzden çok sevmeme rağmen bu mesleği yapmama kararı aldım."
Demir son sözlerini şu ifadelerle bitiriyor:
"Eşim İsviçre'de farklı üniversitelerdeki bilimsel projelerde geçici kontratlı olarak çalışıyor. Daimi bir iş bulması için iş başvuruları da yapıyor ama henüz somut bir şey yok. Şansım olsa koşa koşa Türkiye'ye gelirdim. Tekrar iade edilsek herhalde bir dakika bile burada kalmazdım. Ama memleket hiç umut vaat etmiyor, yani çocukluğumda teknoloji bu kadar ileri değilken bile dünyada daha az savaş, daha çok huzur vardı diyorum. İnsanoğlu gelişime karşı ilkelleşiyor, yani o gelişme beynimizi ilerletmiyor tam tersine küçültüyor"
Naif Bezwan, Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi iken KHK ile atılıyor:
"Dört yıl önce Türkiye'den ayrıldım, iki yıl Londra'da yaşadım, son iki yıldır da Avusturya'da yaşıyorum ve çalışıyorum. Gün be gün artan keyfilik, hukuksuzluk ve totoliter siyasi ortam ve buna bağlı olarak özgürce çalışma, düşünme ve yaratma beklentisi ve ortamına duyduğum ihtiyaç ülkemden ayrılmama neden oldu"
Bezwan, Avusturya'da da akademik çalışmalarını sürdürüyor ve kendisini bu tür akademik çalışmalara iten faktörler için ise şöyle diyor,
"Türkiye'de, Türkiye'nin siyasi ve idari yapısı, genç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemleri, Uluslararası İlişkiler, Kürdistan ve Kürtler konularında çalışmalar yaptım ve dersler verdim, dediğim gibi şimdi son durağım olan Avusturya'da çalışmalarımı sürdürüyorum.
Birincisi ilgi ve uzmanlık alanım olması itibariyle, ikincisi ise resmi ideoloji ve ezberin dışında eleştirel ve alternatif bilgi üretimine verdiğim önem. Her türden egemenlik ve baskı ilişkilerini sorgulayan, bilginin kurucu ve değiştirici ve hakikatin özgürleştirici gücüne inanan insanlardan biriyim"
Bezwan, beyin göçünün Türkiye gibi ülkelerin hayat damarlarına atılan bir kesik olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor,
"Barış dilekçesine imzam nedeniyle KHK marifetiyle atıldım. Yani ben bırakmadım. Bir sömürge memuru dayatması hissetmediğim her zaman ve şart altında doğduğum topraklarda çalışmalarımı sürdürmek her zaman birinci önceliğimdir. Beyin göçü memleketi yönetenlerin pek umurunda değil"
"Barış talep edilen bir imza metni nedeniyle binlerce insan ve aileleri mafyatik bir sindirilmeye tabi tutuldu"
5 yıldır Amerika'da yaşayan Dilşa Deniz, Türkiye'nin her geçen gün daha çok kararan politik iklimi olduğunu söylüyor şöyle devam ediyor:
"90 yıllık Türk-İslam sentezi ideolojisine uyarlı bir ülke yaratmanın dayandığı noktada nefes almamızın imkânsızlaştığı bir aşamaydı geldiğimiz yer. Barış talep edilen bir imza metni nedeniyle binlerce insan ve aileleri mafyatik bir sindirilmeye tabi tutuldu. Gelinen nokta, ötekilerin imhası ve bu imhaya seyirci kalmanın dayatıldığı ırkçı devlet politikalarına uygun olmayanlara hayat hakkının verilmediği ve adına "sosyal ölüm" denilen bir aşamaydı. Bizleri açlığa ve değersizliğe mahkûm eden "sosyal ölü" konumundan çıkabilmek için biz bir anlamda şanslı olanlar olarak yurt dışında çalışmak ve hayatta kalmak için geldik buralara. Hala da bu konum değişmiş değil"
Türkiye'deyken Dersim ve Kürt Alevileri üzerinde çalışmalar yapan Deniz, Aleviliği mevcut halde sahte olarak üretilen İslam'ın bir mezhebi olarak değil, müstakil eski İrani bir din olarak çalışmaya devam ettiğini söylüyor:
"Kendi toplumumu çalışmak, anlamak ve anlatmaktı amacım. Çalıştıkça gördüğüm şey beni dönüştürdü. Tanıdıktan sonra da kendisinden faydalandığımız o muhteşem kültür ve inanç deryasına bir vefa olarak katkıda bulunmak ana temalardan biri oldu benim için. Binlerce yıldır saldırı altında olmasına rağmen, her türlü zulüm, katliama dayanma gücünü bulan, her türlü canlıya saygı gösteren felsefesinden bir an olsun vazgeçmeyen, o her türlü hayatın hakkına saygı gösteren hukukunu, bütün erkek egemen kültürel hegemonyaya rağmen eşitlikçi özünü yine de bir hediye gibi sunan o güzelim inancı ve kültürü hem anlamak hem anlatmak istedim. Ama en çok da korumak, hayatta kalmasına katkıda bulunmak istedim."
Alevilikle ilgili yaptığı çalışmaları bir vefa borcu olarak gören Deniz, şöyle söylüyor:
"Zulme direnen bu muhteşem hazineye sahip çıkmak bir vefa borcudur benim için. Bu yüzden aynı zamanda aktivizm de yapıyorum. Kuşaklardır ağıtını yaktığımız acılarımızı kendi dönemimizin yol ve yöntemleri ile (akademik) kaydetmek ve aktarmak istiyorum aynı zamanda. Avcılarımızın bizi anlatan tarihine karşı, gerçek ve yakın tarihimizi kaydetmek hem o toplumun bir bireyi olarak hem de mesleğimin yüklediği bir sorumluluk olarak yapmaktayım"
"Beyin düşmanlığını arttırıyor ve beyin göçünü körüklüyorlar"
Bir ülkenin çeşitli kaynakları olduğunu söyleyen Deniz, en önemlisinin de beyin olduğunu söylüyor:
"Devletlerin sahip oldukları bu kaynağa nasıl yaklaştıkları konusu aynı zamanda çağdaş ve demokratik toplumların en temel meselesidir. Yani bu kaynağa değer vermiyorsanız ne demokratik ne de çağdaşsınızdır. Bu aynı zamanda şiddet ve baskı içinde acı çeken bir toplumsunuz anlamına gelir. Türkiye böyle bir ülkedir ne yazık ki… Çok ırkçı ve dışlayıcı, bir sistemi var. Çünkü beyinleri çağdaş demokratik bir eğitim sistemi ile işlenerek kıymetli hale gelmiş insanlar yönetmiyor bu ülkeyi. Bu nedenle özellikle bu durumun daha da kötüleştiği son yıllarda ciddi bir beyin düşmanlığı da var. Çünkü işgal edilen makamları hak etmediklerini biliyorlar ve buralarda kalmak için ciddi bir göçertme planı uyguluyorlar. Bu sadece makam işgali ile ilgili de değil, bilimsel bir şekilde düşünmeyi öğrenmiş beyinlerin onları sorgulayacaklarını biliyorlar. Bu nedenle de bu beyin düşmanlığını arttırıyor ve beyin göçünü körüklüyorlar"