‘Babil’ kimin hikayesi?
Bir baba “Çocuklarım aç, işsizlikten bunaldım” diyerek kendini yaktı
HÜRREM SÖNMEZ
‘Babil’ kimin hikayesi?
Televizyonların gündüz kuşağının henüz korkunç suç hikayeleri, aile cinayetleri ve gelin ve kaynanaların çeyiz, yemek vs. yarıştırdığı programlar arasında pay edilmemiş olduğu zamanlardı sanırım. Bir yarışma programı vardı, ödül olan arabadan elini çeken eleniyor, en uzun dokunan arabayı kazanıyordu, saatlerce öylece arabaya dokunarak ayakta duruyordu insanlar; 60 saat dayanan olmuş o vakit, baktım şimdi. Nasıl bir fikrin ürünüdür böyle bir yarışma konsepti bilmiyorum ama saatlerce bir arabaya sahip olma hırsıyla orada öylece duran yarışmacıları ekran başında birileri izliyordu demek ki. Bir eşyaya sahip olmak için ölümüne fiziksel dayanıklılık sergileme şovu modern hayat sembollerinden biri olarak zihnimde yer etmiş o zaman. Sonra ne oldu da bu yarışma yayından kalktı bilmiyorum ama bugünlerde ülkede süregiden gündem ve hayat bana o yarışmayı hatırlattı. Elini çekenin, güçten düşenin diskalifiye olduğu, oyun dışı kaldığı, milyonlarca insanın hem katıldığı hem de izlediği bir yarışma programının içine düşmüş gibiyiz sanki. Ödülü hayatta kalmak.
Önceki gün uzun süredir işsiz olan 42 yaşındaki Adem Y., Hatay valiliği önünde “Çocuklarım aç, işsizlikten bunaldım” diyerek kendini yaktı, hastaneye sevk edilirken kalp krizi geçirerek öldü.
Adem Y.’nin ölümü üzerine AKP’li bir siyasetçi, “Ucuz siyasi manevra” dedi. “Ucuz siyasi manevra… Milletimiz bu ucuz siyasi manevraları yemez” diyerek el artırmış bu hanım. Halk açız diye kendini öldürürken milletin kim olduğu sorulabilir elbette… Kendini yakan vatandaşa teşhis koymakta vakit kaybetmeyen valilik daha alışkın olduğumuz bir açıklama yapmıştı oysa: “Psikolojisi bozuk.” İki yıl önce oğluna okulda giyeceği pantolonu alamadığı için intihar eden babayla ilgili de aynı açıklamayı yapmıştı bir başka valilik: “Psikolojisi bozuk.” Malumunuz ülkemizde valilik makamı vatandaşın psikolojisine dair ivedilikle tanı koymada çok maharetlidir.
Ülkede her şey çok yolunda gittiği, dert üstü murad üstü bir hayat olduğu halde herkesin psikolojisi bozuk ise bu ancak şükretmeyi bilmemekten ve maneviyat eksikliğinden olabilir tahminimce. Ne ilginçtir ki onca gayrete rağmen maneviyat bir türlü yeter miktarda teşekkül edemiyor! Nitekim Diyanet İşleri başkanı da meseleyi doğru teşhis etmiş olmalı ki ‘Kur’an kursunda bir tuğlası olanın cennette evi olacağını’ ifade etmiş. Yani sebat edin, kadere isyan etmeyin, bir de Kur’an kursuna bağışta bulunun, böylelikle bu dünyada olmasa da öbür dünyadaki geleceğinizi garantiye alın demek istemiş.
Bu arada bir kuruş vergi vermeyen, Kızılay’a bağışla yurt yapanların öbür dünyada da siteleri rezidansları filan olacak gibi anlıyoruz.
Bir insanın “Çocuklarım aç” diyerek kendini yakması, bir babanın çocuğuna pantolon alamadığı için kendini asması, bir ailenin siyanürle intihar etmesi, insanların depremde enkaz altında kalması, çığ düşmesi, bir çocuğun tren kazasında ölmesi, birilerinin KHK’lar ile bir gecede işsiz kalması…. Bunlar siyasetin konusu değilse, siyaset neydi sahi? Her hadisede bunları siyasete alet etmeyin vaazı veren, birlik ve beraberlik çağrısı yapanlar siyasetten ne anlıyor? ‘Partimiz filanca ilçesi delegelerinden Ahmet abinin oğlunun sünnet düğününe gitmeyi, genel başkanın yaptığı duble yol açılışına katılmayı’ olsa gerek, yeğenini belediye meclisi üyesi, kayın biraderini fen işleri müdürü yapmayı ya da…
Geçtiğimiz haftalarda yayınlanmaya başlayan bir televizyon dizisi, ilk bölümüyle epeyce bir tartışma yarattı, o kadar ki nadiren açtığı televizyonda yerli dizilere pek itibar etmeyip Netflix dışında bir şey izlemeyenlerimiz de sosyal medyada yarattığı yankı üzerine merak ettik ‘Babil’i.
Dizi yayına girmeden önce KHK ile işine son verilen bir akademisyeni konu aldığı söylentisi yayılmıştı. Bunun bir rating hilesi olabileceğini düşünmedim değil, zira benim gibi pek çok insanın aklına gelen soru şu oldu: Nasıl oluyordu da her tarafını çapsız bir tarihi böbürlenme, lumpenlik ve hamaset sarmış, tartışma programlarında hakikat diye bir şey kalmamış 2020 Türkiye’si televizyonlarında, üstelik de hepsi hükümet yanlısı olmuş ana akım bir mecrada böyle bir konuya yer verilebiliyor, 2020 Türkiye’sinde nasıl oluyordu da genel kitleyi hedef alan bir TV dizisi bir dirhem de olsa adaletsizlikten, haksızlıktan söz edebiliyordu? Bu merakla izledim ben de diziyi. Elbette bu arada dizi hakkında ihbar yağdığı, sonradan yalanlansa da hakkında soruşturma açıldığı haberleri de gelmekte gecikmedi. Soruşturma açılması kimseyi şaşırtmazdı elbette.
Dizi KHK’lı bir akademisyeni anlatmıyor. Oradan bakınca ne alakası var diyenler haklı ama diğer taraftan ‘Babil’ bir iftira neticesinde sorgusuz sualsiz üniversitedeki işinden edilen, tüm hesapları bloke edilip oturduğu lojmandan kapı dışarı edilen idealist bir ekonomi profesörünü anlatıyor. Yıllarca emek verdiği akademiden asılsız bir ihbarla atılan, dekan olmayı beklerken birdenbire kendisini işsiz bulan, beş parasız kalan İrfan, belediye otobüsüyle eve dönerken camdan yükselen fabrika bacalarına, gökdelenlere, beton yığınlarına bakıyor. Çocuğunu hasta eden şeyin bu sistem olduğunu düşünüyor, gökdelenlerin, sanayi tesislerinin gölgesinde küçücük hissettiği o anda. Çocuğunu tedavi ettirecek para bulamadığında karısı çok bilindik cümleler kuruyor: “Hep senin o ideallerin yüzünden.” İdeal sahibi olmanın lanetlendiği, ahmaklığa bazen de hainliğe eşdeğer görüldüğü bir ülkedir burası, benzer cümleleri duyanların sadece dizi karakterleri olmadığına eminiz: “Sana mı kaldı devlete kafa tutmak, barışı savunmak… Sen mi kurtaracaksın memleketi… Bu kadar idealist olacağına para kazanacak işler yapsaydın biraz.”
‘Babil’ KHK’lıları anlatmıyor ama hikaye adaletsizlik üstüne. Haksızlığa uğrayan bir insanın çaresiz kaldığı anda adım adım bir suçluya dönüşmesini… Bundan tam üç yıl önce bu ülkede birilerinin yaşadığına benzer şekilde, çocuğuna ‘artık üniversitedeki işine gidemeyeceğini’, ‘artık o evde oturamayacaklarını’ izah etmek zorunda kalan bir babayı… Mesai ücretleri ödenmeyen, talep ettiğinde maaşını aldığına şükret cevabını alan işçileri, emek sömüren patrondan gasp ettiği pizzayı sokak köpeği ve cam silen çocukla paylaşan, “Aldığım diploma neye yarayacak ki milyonlarca işsiz üniversiteli var” diyen üniversiteli yoksulları… Gücü ve parasıyla oğullarının suçlarını örten babaları, çok ihtiyacı olan işte çalışırken onu taciz eden patronun oğlunu tekme tokat döven, son tekmesinde “Bir bitmediniz be, tacizci pz.venk” diyen genç kadını anlatıyor… (Muhtemelen o sahne ekran başındaki milyonlarca kadının içini soğutuyor, her gün kadın cinayeti işlenen, tacizin, tecavüzün sıradan vaka haline geldiği ülkede)
Sihirli cümleyi ise eğitimsiz ama zengin, tefeci inşaat kralını canlandıran Süleyman karakteri söylüyor profesör İrfan’a: “İyi olan değil güçlü olan ayakta kalır.”
Ahlaksız bir düzende iyi ve ahlaklı kalmaya çalışanın, adaletsizliğin müesses nizam halini aldığı bir yerde hukuku ve kanunları savunanın yaptığı mı yoksa sömürenlerin, ezilenlerin sırtından servet edinen vurguncuların oyununu, onların kurallarıyla bozanın yaptığı mı doğrudur sorusu yeni bir soru değil. Büyük hırsızların ödüllendirildiği, itibarlı insan muamelesi gördüğü, hayatta kalmak için zenginlerden çalan yoksulların ise cezalandırıldığı bir düzende işleyen şey adalet midir tartışması bu diziden çok daha eskiye dayanan politik ve felsefi bir tartışma elbette.
‘Babil’ bana geçmişte yaşanan bir olayı hatırlattı. 2000’li yılların başlarıydı. İki çocukluk arkadaşı Kadıköy’de bir bankayı soymaya kalktı. Bir tanesi petrol mühendisiydi, işsizdi, babasının tedavisi için lazım olan parayı bulamıyordu. Diğeri mahalleden arkadaşı bir marangozdu, borca batıktı iddiaya göre.
Filmlerde izlediklerine benzer bir soygun planı yapan iki arkadaş paraları alamadan bankanın güvenlik görevlisi tarafından vurularak öldürüldü. O zaman amiral gemisi olan gazete, güvenlik görevlisini kahraman ilan etti, vali “Alnından öpülmelidir” dedi. Bir müddet tutuklu kalan güvenlik görevlisi hakkında Yargıtay meşru müdafaa sebebiyle ceza verilemeyeceğine hükmetti, konu kapandı.
Hırsızlığa kalkışan iki mahalle arkadaşı ölmüş, paralar bankada kalmış, asgari ücretli güvenlik görevlisi tarafından düzen muhafaza ve müdafaa edilmişti.
O vakit bu mesele hukuki boyutuyla epey tartışılmıştı. Aradan geçen yıllar içinde Türkiye’de hukuk ve adalet algısı değişti, bugün olsa meşru müdafaanın olup olmadığının yargı tarafından tartışılması dahi toplumun bir kesimi tarafından abes karşılanabilir belki.
‘Babil’ neyi anlatmak için yola çıkmıştır, konu nereye bağlanır bilemem, ihtişamlı neo-Osmanlıcı hayallerle, herkesin kendi adaletini tesis ettiği dizilerle mutlu mesut yaşayan dizi sektörü ne oldu da bu ülkede birilerinin adaletsizlikler altında ezildiğini hatırladı onu da bilemiyoruz. Şimdilik bildiğimiz idealist profesörün, çocuğunun hayatının söz konusu olduğu ve çaresiz kaldığı noktada, babasından devraldığı ve hayat boyu kendisine düstur edindiği ahlaki ilkeleri ve idealleri bir kenara bırakarak bozuk düzenle mücadelesinde tercihini suç işlemekten yana yaptığı. Suç ortağı da onun tam tersi bir hayattan gelen okuyup adam olamamış, hep yanlış yollara meyletmiş ama hep büyük hayaller kurmuş çocukluk arkadaşı. Adaletsiz ve çarpık düzenin kaybedenlerinin, o düzenin kazananlarından intikam almasının hikayesi. Havuz medyasına yabancı olsa da toplumun bir kesimine hiç yabancı olmayan çarpık bir düzen…
Ama beni diziden ziyade, dizinin toplumda yarattığı duygu ilgilendiriyor. Mesela neyle yüzleşildiği. Bu ülkede yüz binlerce insan bir gecede işinden oldu, yüzlerce akademisyen üniversiteden atıldı, emeklilik hakları, sağlık güvenceleri ellerinden alındı, hani neredeyse yer yerinden oynaması gerekirken yaprak dahi kımıldamadı desek yeridir. Bütün bunlar hiç olmamış gibi hayatlarına devam edenler, şimdi en çok izlenen kanallardan birinde güçlü ve büyük Türkiye’ye dair akşam haberleri bittikten sonra, portakal yiyerek üniversiteden atılan bir aydının çocuğuna ameliyat parası bulmak için suça sürüklenmesini mi izliyor? Okuyup ilim irfan sahibi olmanın, bu ülkede ne kadar da kıymetsiz bir şey olduğunu ya da?
Güçlü ve büyük Türkiye’de hayat koşullarının ağırlığı altında ezilenler, “Çocuklarım aç” diyerek kendilerini ateşe veriyor. Düşmekte olan bir toplumun, güçle zehirlenmiş iktidar sahipleri ölenlerin iktidarlarını zora sokmak için öldüklerini düşünüp “Ucuz siyasi manevralar” diyor veya ölenlere rahmet dileyip TOKİ projelerini anlatıyor.
Vatandaştan tebaayı, sosyal devletten hayırseverliği anlayanlar, depremzedeye kamyondan battaniye atarak sergiliyorlar devletin şefkatli yüzünü.
‘Babil’’i izlerken mutlu azınlık ne hissediyordur bilmiyorum ama 2020’nin Babil Kulesi beton krallığının rüşvet ve yolsuzluk çarkı üstünde yükseliyor, en yoksulların, en altta kalanların kanlarının son damlasına kadar sömürüldüğü, nefes alabildiğine duacı olduğu, gücü tükenenin sessiz sedasız göç ettiği eşitsizlikler yığını üstünde.
Kulenin kırk gün eğitim verilip silahlandırılan bekçileri de sokaklarda olacak, canları pahasına savunacaklar, beton yığınları, din iman sömürüsü ve binbir türlü adaletsizlik üstünde yükselen Babil Kulesi’ni.
Ölenlerin ölümü ucuz siyasi manevra olacak, Kur’an kursuna bağış yapmadıkları sürece öbür dünyada da ruhları huzur bulamayacak.
HÜRREM SÖNMEZ / DİKEN