Bağlılık, bağımlılık, kaybetmek, mutluluk
20 yaşımdan bu yana ilk kez, üç gündür hiç sigara içmedim
Günlük hayatının baş eğlencesi diziler olan bir toplum için dizilerin günlük hayattan, minimum gündelik gerçeklikten, aman Allah saklasın ucundan kıyısından siyasi göndermeden uzak durmasına o kadar alışmışız ki… Dünya yıkılsa bütün saçma şatafatıyla akmayı sürdürecek bir paralel evrende geçiyor dizilerimiz. Ama işte bir gün birileri çıkıyor, farklı bir şey yapıyor, gayet de oluyor.
Sigarayı bırakmaya çalışmamın dördüncü gününe girdim. 20 yaşımdan bu yana ilk kez, üç gündür hiç sigara içmedim.
Şu üç günde çok düşündüm. “Ne olurdu, insan gibi içseydin de toptan bırakman gerekmeseydi? Akşam yemeğinden sonra bir tane tüttürseydin? Yoğun bir günün sıcak banyolu mükâfatı olsaydı? Haftada bir paket, olmadı günde üç- dört tane içseydin, n’olurdu ha?” Uzun zaman boyu, sakınmaksızın yaptığın şeyi birden hiç yapamaz olunca bunları düşünüyorsun. “Günde 15 kere gördüğüm yari aylar yıllar geçti de göremez oldum” hesabı…
Ama tabii kazın ayağı öyle olmuyor. Sigarayla kurduğunuz ilişki nasıl başladıysa öyle gidiyor. İçmeye başladıktan sonra yaklaşık bir ay içinde bir paket içer hale gelmiştim. Azaltmak sürekli bir kontrol gerektiriyordu, hep manzaramda kalıyordu. İki saat boyu yapmamayı başardığın şey beş dakikada bir aklını kurcalıyorsa bu pek manalı bir mesai olmuyor.
Sık sık şunu düşünüyordum içerken, “Devam edersen bu şey sonunda seni bitirecek. Bu kadar seviyor musun gerçekten?” Ama tıpkı giderek kararan sigara paketleri üstündeki giderek iğrençleşip korku filmileşen görseller gibi, bu çok basit neden-sonuç ilişkisi de hayatın gevşek ipliği ve insanın görmezden gelme, erteleme kabiliyeti nedeniyle duman olup gidiyordu. Alttan alta sürekli bir suçluluk duygusuyla, içmeyi sürdürüyordum. Sanıyorum işi yazmak olan pek çok kişi gibi, el kol alışkanlığım aslında madde bağımlılığından daha güçlü. Saman gibi sigaralar içmekle, yarıda söndürmekle vs. kendimi avutuyordum. Sigara fiyatları arttıkça, seni tüketmesine engel olamadan iyice de hor tükettiğin nesnenin aylık maliyeti yükseldikçe bu avuntu kısmı düştü gitti.
Sonunda meseleyi de çok büyütmeden, birden bırakayım dedim. Tavsiye üzerine bir ilaç yardımı aldım, faydası oluyor galiba. Yani, elim ayağım titremiyor. Kendimi gece yarısı tekel bayi önünde bulmuyorum, henüz rüyamda da görmüş değilim. Tabii konuşmak için biraz erken. Hatta 21 gün konuşmama kararı almıştım bu konuda ama bunu da büyütmemeye karar verdim. Bir yola girdim. Bilinçaltımız bazen bilincimizden akıllı diye ümit ediyorum. Hayatta ve ilişkilerde aşırı iddialı konuşmaktansa yapılması gerekenleri yapmak ve asla yapılmaması gerekenleri de yapmamanın daha faydalı ve anlamlı olduğunu gördüm şu ana dek. Yaparım yaparım. Gün gün gideyim. Kendime küçük hedefler koyayım. Bakalım nasıl olacak.
Canın istiyor, içmiyorsun. İki saat sonra canın daha çok istiyor, yine içmiyorsun. Kendine koyduğun bir sınırı aşmamayı becerdiğin için yüzüne bir sırıtış yerleşiyor, iyi hissediyorsun. Yani bıraktın diye kimse gelip kafana taç konduracak ya da bırakamadın diye yüzüne tükürecek değil. Başta annem, birkaç yakınım bırakabilirsem çok sevinecek. Ben de verdiği mutluluğun bin katı hasara yol açan toksik bir şeyden kurtulduğum için mutlu olacağım.
Bunları her şeyi bir yenme/yenilme/becerme/başarma meselesi olarak kuran çağcıl öğretiler üzerinden yazmıyorum. Çok basit bir denklem var. Günümüz insanının şöyle bir derdi var: Pek çok alanda kaldırabileceğinden çok fazla yükü, insan aklının dayanabileceğinden çok daha büyük belirsizlikler içinde yükleniyorsun. Genel olarak iyi olman, kuyruğu dik tutman, olabildiğince iyi görünmen ve düştüğünde hızla kalkıp şipşak bir öz pansumanla yoluna devam etmen gerekiyor. İşte bu koşuşturmacada en az bir zaafın paçana takılıyor, bir zehrin kuyusuna düşüyorsun.
Moralin bozulduğunda, çok stresli bir telefon konuşması yaparken, yazı yetiştirirken, beklediğin gelmediğinde ya da hayat çok üstüne geldiğinde içtiğin sigaranın seni rahatlattığını düşünüyorsun. Gerçeklikle hemen hemen hiç alakası yok. Bütün bunlarla başa çıkmanı herhangi bir açıdan kolaylaştırmıyor. Aldatıcı gri duman.
Üç gündür bırakmaya çalıştığım şeye düşman kesilip birden tersinden fanatik olmak istemem, böyle şeyleri biraz gülünç bulurum esasında. Ama şu süre zarfında yaşadığım aydınlanmayı sevgili okurlarımla paylaşmadan da edemedim. İhtiyacı olan alsın.
Sigarayı bırakmaya çalıştığım bugünlerde sayısız kabak çekirdeği, sayılı nane şekeri ve ciklet arasında bir miktar da dizi ve film “tükettim” haliyle. İçlerinden “Babil”in birinci bölümünü hemen hemen her açıdan gayet zımba bulduğumu söylemeliyim. Sürüm sürüm sürükleyen temposu, inandırıcı ve doğru yerleştirilmiş karakterleri, iyi oyunculuklarının yanı sıra su ve sabunla temas etmekten çekinmeyen gerçek bir meseleye sahip olmasıyla, en çok da bundan, ilgiyi hak ediyor. Haksız yere işten çıkarılıp yılların emeği bir anda gasp edilen, başka hiçbir alanda da çalışamaz hale gelen, yurt dışına çıkma yasağı konan, küçük oğlunun hastalığı nedeniyle çaldığı her kapı yüzüne kapanan, “düşmüş” dürüst ekonomi profesörü İrfan’ın (su gibi gerçek oyunculuğuyla Halit Ergenç) yaşadıkları, KHK’lılar başta olmak üzere pek çok kişiye tanıdık geldi.
2,5 saati doldurmaya ve Total seyirciye hitap etmeye çalışmanın doğal getirisi olan klişeler, aşırılıklar ve tesadüflere rağmen, “Babil” şu an TV ekranında görebileceğimiz en cesur işlerden biri. Cesareti de öncelikle gerçek bir konuyu ele almayı “akıl etmesinden” geliyor. Sonra da fazlaca bir otosansür geliştirmeksizin hikâyeleştirmeye koyulmasından.
Günlük hayatının baş eğlencesi diziler olan, internette meydanı boş bulunca yazara beddua eden takma isimli fanından evde fasulye ayıklarken izleyen teyzeye “dizi profesörü” bir toplum için dizilerin günlük hayattan, minimum gündelik gerçeklikten, aman Allah saklasın ucundan kıyısından siyasi göndermeden uzak durmasına o kadar alışmışız ki… Dünya yıkılsa bütün saçma şatafatıyla akmayı sürdürecek bir paralel evrende geçiyor dizilerimiz. Ama işte bir gün birileri çıkıyor, farklı bir şey yapıyor, gayet de oluyor. “Babil”in olası ilerleyişinde birinci bölümde sevilen öğeleri görme şansımızın çok az olduğu genel fikrine katılıyorum, ama iyi başladı.
İlk bölümde sosyal medyada dönen dizi tanıtımları üzerinden toplumsal cinsiyet eşitliği konulu çok haklı bir tartışma döndü. Asu Maro bu yazısında güzel özetlemiş konuyu: “Ekonomi profesörü, sevgi dolu bir baba, idealist, zeki, duyarlı, vicdanlı, karizmatik ve mütevazı”. Peki, Nur Fettahoğlu’nun oynadığı Eda kimdir? “İrfan’ın eşi”. İşi yok, gücü yok, hayatta bir varlığı yok, birinin eşi. Diğer özellikleri neler? “Tutkulu, entrikacı, pragmatik, iyi bir anne, iyi dost, tehlikeli düşman. Hani “Bana cinsiyetçiliği iki cümleyle özetle” dense seçilecek iki örnek cümle…”
Ebru Nihan Celkan’ın yazıda bahsedilen güzel seminerine ben de katılmıştım. Önümüzdeki dönemlerde dizilerde toplumsal cinsiyet eşitliği meselesine dair farklı çalışmalar içinde de olacağım, ayrıca bahsedeceğim. Asla kolay olmayacak ama bu alanlarda bir gelişme sağlanabilecekse de böyle böyle olacak…
“Babil” dizisinde bahsi geçen tanıtımların dizinin gerisinde kaldığını söyleyebilirim. Evet, kadın karakterlerin konumlandırılışında, özellikle “Skyler White’ı al, içine bir miktar daha gerekçeli/gerekçesiz sinir bozuculuk ve olaylar gelişebilsin diye ihanet koy” mantığıyla çizilmiş gibi görünen Eda karakterinde bu açıdan bazı sorunlar var. Gücü aşka tercih eden İlay karakterinde de, yer yer. Ancak kadınlar ilk bölüm itibarıyla bütün kaderleri erkeğin avucunda olan tek boyutlu, ağlak karakterler olarak çizilmemiş. Dizi bu açıdan da umut vaat ediyor bence. Kaybedenin haklı öfkesi TV’nin bildik akışı içinde suya sabuna dokunmaya, sahici kalmaya devam edebilecek mi, onu da ilerleyen bölümlerde göreceğiz.
Zehra Çelenk kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
duvar