Banu Güven: Irkçı olarak anılmayı kim ister?
Türkiye ve Almanya’daki gizli ırkçılığı irdeliyor.
"Pegida eylemlerine katılanların çoğu ırkçı olduğunu kabul etmiyor" diyen Banu Güven DW Türkçe için kaleme aldığı yazısında Türkiye ve Almanya’daki gizli ırkçılığı irdeliyor.
"Rassismus ist keine Alternative" (Irkçılık bir alternatif değildir)
"İstanbul’daki Suriyelilerin kayıtlı oldukları illere gönderileceği" açıklandıktan sonraki günler hararetli tartışmalarla geçti. Bir kez daha gördük ki büyük bir kesim, savaştan kaçan bir topluluğa nefret kusulmasından değil, bu pratiğin yabancı düşmanlığı ve ırkçılık olarak adlandırılmasından şikayetçi. Haklılar, bunlar hoşa gidecek kavramlar değil. Ancak bu rahatsızlığa rağmen değişen fazla bir şey yok.
Her tacizin, tecavüzün, hırsızlığın sorumluluğu tüm Suriyeliler’e kesiliyor. Medya başlığa Suriyeli lafını çekiveriyor, sosyal medyada "Suriyeliler" diye başlıyor cümleler, kişi Suriyeli olduğu için o suçu işlemiş gibi oluyor.
Suçu etnik kimliğe mal etmek
Şahsi suçların bir topluluğa atfedilmesine dair tartışmalar Almanya’nın da gündeminde. Almanya’da Basın Kanunu, suç ile nedensellik ilişkisi yoksa, failin etnik kimliğinin, kökeninin yayınlanmamasını öneriyor. Bir kimlik ifade edildiğinde de, bireysel bir suçu, failin ait olduğu topluluk ya da azınlığa mal etmeme ilkesi var.
Geçen günlerde Almanya’da iki tren istasyonunda yaşanan iki cinayetin de sorumlusu yabancı kökenli insanlardı. Önce Ren bölgesindeki Voerde’de 34 yaşındaki bir kadın Sırp kökenli bir erkek tarafından rayların üzerine itildi. Kadın olay yerinde öldü. Adamın uyuşturucu etkisi altında bu cinayeti işlediği açıklandı.
Daha sonra Frankfurt’ta başka bir erkek 40 yaşında bir anneyle 8 yaşındaki oğlunu trenin önüne itti. Kadın kurtuldu ama küçük çocuk orada can verdi. Aynı adam tarafından raylara atılmak istenen 78 yaşındaki bir kadın da yaralandı. Fail, garda bulunan yolcuların girişimiyle yakalandı, -linç edilmedi- ve polise teslim edildi.
Bu katilin Alman değil de, Afrika kökenli olduğu haliyle olay yerinde fark edilmişti. Ancak yukarıda tarif ettiğim ilkeye uyan medya kuruluşları bu bilgiyi ancak saatler sonra, polisin açıklamasının ardından duyurdu. Manşetten değil, açıklamanın bir parçası, o saldırganın kimliğinin bir öğesi olarak. Saldırganın İsviçre’de mülteci statüsünde olduğu ve psikiyatrik tedavi gördüğü açıklandı.
Bir failin uyruğu hangi koşullarda duyurulmalı?
Deutsche Welle’nin Genel Yayın Yönetmeni Ines Pohl, bu olayların ardından yazdığı makalede şu soruları sordu: "Alman basını bir failin uyruğunu hangi koşullarda duyurmalı? Failin uyruğu ya da etnik kimliğini bilmek kamuoyu açısından ne zaman meşru bir haktır?" Bir yandan olayın failinin kamuoyundan gizlenemeyeceği açıktı. Diğer yandan da failin yabancı kimliği, olayın vahametini ikinci plana atıyordu. Mesela aşırı sağ partilere yakın duran bir gazete, saldırganın Afrikalı ve Eritreli olduğunu neredeyse her paragraf ve cümlede geçirmişti.
Aşırı sağcı, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin sözcüsü Gottfried Curio, "Bu sınır tanımayan misafirperverlik nedeniyle kaç Alman’ı daha kurban vereceğiz?" diye sordu. Bu durumların münferit olmadığını öne sürdü. Almanya’da hayata uyum sağlamak için var gücüyle çalışan yüzbinlerce mülteci ve ülkeyi kalkındırmış sayıları milyonlarla ifade edilebilecek göçmen bu açıklamaları tedirginlik içinde dinledi. Bu tür tehditlerin yabancılardan başkasından gelmeyeceğine dair akıldışı varsayım Almanya’da da böylece yolunu açmaya devam etti.
Almanya’dan söz etmişken... Geçen haftaki yazımda 1980’lerde Almanya’da yayılan "Türken Raus" sloganıyla, bugün Türkiye’de yayılan "Suriyeliler Defolsun" sloganlarının yabancılara karşı aynı düşmanlığı yansıttığını söylemiştim. Çoğu kişi bu önermeyi "Almanya’daki Türk işçilerle Türkiye’deki Suriyelileri nasıl aynı kefeye koyarsınız" diyerek şiddetle reddetti. Bu tespitten rencide olanlar çıktı. Uzun uzun farklılıklar sıralandı. Türkiyeli işçiler Almanya’da dişiyle tırnağıyla çalışarak emek vermişti. Türkiye’deki Suriyeliler’e ise asalak gözüyle bakanlar vardı.
Elbette her ülkede ırkçılığın farklı temelleri var. O farklı temellerden nefretle, ayrımcılıkla dolup yükselen dalgalar belli azınlıkların, mültecilerin, göçmen işçilerin üzerine vurduğunda çıkan ses aynı oluyor. Zamanında, adı üzerinde "misafir" işçi olarak davet edilip alın terinden, emeğinden, ödediği vergiden faydalanılan Türkler iki yıl sonra dönmeyip kalıcı olduklarında, doğal olarak ailelerini getirip çok çocuk doğurduklarında, geleneklerini terk etmediklerinde, sarımsak yediklerinde, aralarından suç işleyenler olduğunda, toptan mahkum edildiklerinde nasıl bir ayrımcılık ve ırkçılıkla karşılaştılarsa, Türkiye’de de elbette bambaşka koşullarda bulunan Suriyeliler, kısmen benzer, kısmen farklı nedenlerle ayrımcılık ve ırkçılıkla karşılaşıyor. Farklı oldukları, Arap oldukları, yoksul ya da zengin oldukları ya da zannedildikleri için istenmiyorlar. Onları istemeyenler alanına, ekmeğine, çıkarlarına tecavüz edildiğine yürekten inanıyor.
Şarkı nakaratıydı
"Türken Raus" sloganı da, 1980’lerin başında tam böyle hisseden "Böhse Onkelz" adında sağcı bir grubun yaptığı şarkının nakaratıydı. Bu grubun sık sık kavgaya tutuşan belalı elemanları, kendilerine ait gördüğü sokaklarda boy gösteren Türk gençlerinin alanlarına tecavüz ettiğini öne sürüyordu. Bu gençler arasındaki sürtüşmelerden doğduğu iddia edilen ırkçı şarkı "Türkler dışarı, Türkler dışarı, Türkler gidin Ankara’nıza, çünkü beni hasta ediyorsunuz" diyordu.
Ancak bu slogan şarkının nakaratı olarak kalmadı. Almanya’nın eski Başbakanı Hristiyan Demokrat Partili (CDU) Helmut Kohl’ün 1983’de dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’a Türkiyeli misafir işçilerin yüzde 50’sini geri gönderme planından bahsettiği ortaya çıktı. Yirmi yıl sonra açılan İngiliz arşivlerine göre Kohl Thatcher’a, Türkler’in kültürel farklılığının yarattığı uçurumun asla kapanmayacağını söylemişti.
Seksenlerde teşviklerle epey dönen oldu, ama sayı Kohl’ün hayal ettiğinin çok altında kaldı. Almanya’da 1980’lerde yayılan sloganların özünde ekonomik gerekçelerden çok, farklı olana tahammülsüzlük vardı. Ekonomik gerekçe ise, iki Almanya’nın birleşmesini ardından kendini gösterdi. AfD bu yüzden en fazla oyu eski Doğu Almanya’dan almakta. Seri cinayetler işlemiş olan Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütünün kendine yer bulduğu Dresden, Chemnitz gibi, tam da iltica kamplarının bulunduğu yerler yabancılar için güvenli olmayan şehirler arasında. Geçenlerde bir yürüyüş sırasında göçmenlere saldıran Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar, yani Pegida da Dresden’de doğdu. İlginç olan şu ki, Pegida eylemlerine katılanların çoğu ırkçı olduğunu kabul etmemekte.
Kim ırkçı diye anılmak ister ki?
Banu Güven
©Deutsche Welle Türkçe