Birce Akalay ile pazar sohbeti

ONUNLA OYNARKEN GÜVENDEYİM

Birce Akalay ile pazar sohbeti




Sevilen oyuncu Birce Akalay yeni oyunu "Keşanlı Ali Destanı"nı anlattı. Güzel oyuncu 'Türk tiyatrosunun mihenk taşlarından biri, dolayısıyla sorumluluğumuz çok büyük' dediği oyunda bir kez daha İlker Ayrık ile başrolü paylaşıyor.

Birce Akalay'ın Rumeli Hisarı sırtlarındaki evi mini bir sanat galesini andırıyor. Masada Marina Abramovic'in belli ki Sakıp Sabancı Müzesi'nin satış departmanından alınmış İngilizce kitapları dururken, genişçe salonun hemen her duvarında aralarında Harun Antakyalı, Ferhat Salman gibi sanatçıların eserleri asılı. Bir köşeden "Avatar" filminin unutulmaz Neytiri'sinin hayli büyük bir figürü salona bekçilik edercesine etrafa bakıyor, bir diğer köşedeki camlı dolaptaysa daha küçük action figure heykelcikleri sergileniyor; aralarında bolca Tim Burton filmlerinden tiplemeler, Frankenstein, Scarface'in Tony Montana'sı, Breaking Bad'in efsane ikilisi, Charlie Chaplin, Michael Jackson... Yine aynı bölümde bol bol da plak var, hemen her müzik türünden. Göz alıcı Boğaz manzarası bir yana, burası çok güzel vakit geçirilecek, harika kafa dinlenecek bir yer olmuş bana sorarsanız. Talisker'i saymıyorum bile.

Ama bizim başka işlerimiz var bugün. Fotoğrafçı arkadaşımız Vedat, üzerinde Arzu Kaprol imzalı omurga formundan tasarlanmış müthiş bir yelekle yanımıza gelen Birce Akalay'ın fotoğraflarını çekerken, ben de izleyiciyle buluşmaya artık sayılı gün kalmış (siz okuduğunuzda buluşmuş olacak hatta) "Keşanlı Ali Destanı" ile ilgili sorularımı yöneltmeye başlıyorum. Buyurun bakalım...

"Yedi Kocalı Hürmüz"ün ardından yine bir müzikli proje geldi: "Keşanlı Ali Destanı". Bu iki oyunun üst üste gelişini nasıl yorumluyorsunuz? Müzikal sizin için öncelikli bir yerde mi yoksa son yıllarda zaten bu tip projelerin çoğalması mı aslında bunun sebebi?

"Yedi Kocalı Hürmüz"ün gelişi tamamen sürpriz olmuştu benim için. Müjdat Gezen ve Türker İnanoğlu’nun bana hayatımın en büyük sürprizini yapmaları sonucu kendimi 3 sene kapalı gişe devam eden muhteşem bir serüvenin içinde buldum. Bu kadar çok müzikli oyun yoktu o günlerde. Biz o tarih için aslında bir bayrak taşıdık bence. Sonrasında "Keşanlı Ali"nin gelişimi öncelikle Hürmüz’ün geri dönüşünden aldığımız cesaretle, sonrasında da Geleneksel Türk Tiyatrosu’na duyduğumuz vefa borcumuzdan sebep İlker’le geçtiğimiz yıl bir Aralık akşamı kuliste kafa kafaya vermemizle başladı ve bugünlere kadar geldi. Totaliter bir algıdan çok yürümek istediğimiz yolu takip ediyoruz diyebilirim. Benim açımdan böyle.1964’te Keşanlı’nın dünya prömiyeri “Özel bir tiyatronun büyük teşebbüsü” olarak tanımlanmış gazetelerde. Yıl 2020 şimdi de her açıdan durum tıpa tıp aynı. Sadece “müzikli bir oyun” diyemeyiz "Keşanlı Ali Destanı" için. Türk Tiyatrosunun mihenk taşlarından biri dolayısıyla sorumluluğumuz çok büyük.

ONUNLA OYNARKEN GÜVENDEYİM

Yine bir önceki projede aynı sahneyi paylaştığınız İlker Ayrık'la oynuyorsunuz. İyi bir ikili olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Evet elbette. Yoksa böyle bir taşın altına nasıl sokalım elimizi. Biz sadece hayal ettik birlikte, İlker takdire şayan bir cesaretle harekete geçti. Tanıştığımız günden beri beni konu ne olursa olsun hep ama hep yüreklendirmiştir. Öyle kuru sıkı da yapmaz o işi ne dediyse olmuştur bugüne kadar. Sahnede zaten çok eğleniyoruz birlikte Hürmüz’ü izleyenler bilirler. Keşanlı’da tadımız tuzumuz bir başka şimdi. Sahnede partner olmak çok başka bir duygudur, öznellik kapı dışında kalır, iki kişi yek bir yapıya dönüşür. Aslında tüm oyuncular için de aynı şey geçerli, hepimiz aynı varlık sahasında oyunun kendisi oluveririz bir anda. O ahenk seyirciyi alır ve o diyara dahil eder, haz duygusunu yaratır. İlker sahne supleksi çok gelişmiş bir oyuncu onunla oynarken çok konforlu ve güvende hissediyorum kendimi. Canım arkadaşım.

Haldun Taner'in oyununun Türk tiyatrosu içinde çok özel bir yeri var. Siz yaşınız gereği daha önceki sahnelemeleri yakalayamadınız elbette ama belki video kayıtlarından olsun (ya da TV/film uyarlamalarını) izleme fırsatı bulmuş muydunuz?

"Keşanlı Ali Destanı"nı sahnede izleme fırsatım olmadı hiç dediğiniz gibi. Fakat Genco Erkal rejisi ile Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’ın imzasını TRT kayıtlarından elbette izledim. Benim için bu deneyimi çok ama çok kıymetli kılan bir başka sebep ise ustamız Meral Çetinkaya hanımefendidir. O dönemin dev kadrosunda onları kayıtlardan hayranlıkla izlerken bugün bu dev isim ile sahnede karşılıklı oynayabiliyor olmak, yorulunca başımı omzuna koyabiliyor olmak benim için büyük gururdur.

Nasıl bir karakter Zilha? Neydi onda sizi çeken şey ya da şeyler?

Zilha oynamak başlı başına bir hayaldir. Onu oynamaktan etkilenmek için karakterin özelliklerine hayranlık duymaya hacet yok. Zilha olabilmek mühimdir her kadın oyuncu için bence. İmtihandır. Konservatuarda sıklıkla seçilen parçadır Zilha’nın 2. Perdenin başındaki tiradı ya da Ali - Zilha sahneleri. O yüzden ben zaten hayalimin içindeyim diyelim, öyle düşün. Bunun dışında Zilha Sineklidağ’da ayrık otu gibi, dediğim dedik çaldığım düdük, deli bozuk bir kız. Bir adam sevmiş, o da sahtekar çıkmış. Kırık kalbine geçiremiyor sözünü ama haksızlığa karşı tek başına bir ordu gibi çıkıyor sesi. Bakıyor ki sesi de duyulmuyor o vakit şekli şemali değişiyor intikamının. Çok seviyorum Zilha’yı çok.

Yücel Erten'le çalışmak nasıldı?

Çok ama çok şanslıyım bunu tüm kalbimle söylüyorum. Daha önce bir sinema filminde karşılıklı oynamıştım ama o zaman da dahil olmak üzere tüm okul yıllarım boyunca keşke oyuncusu olabilsem dediğim büyük bir rejisördü benim için. Öğrenciyken onun rejisi ile izlediğim Kafkas Tebeşir Dairesini halâ unutamam mesela. Tüm duyularımla izliyorum onu oyunumuzu yönetirken. Aslında okul hiç bitmemiş de ben hocamdan daha ne kadar, ne öğrenirim diye onu markaja almış bir öğrenciyim sanki. Öyle bir haldeyim.

BABİL BİZE GÜNCEL DEVA OLDU

Bir yandan "Babil" dizisinde de oynuyorsunuz ve dizi bir hayli tuttu gibi. Son zamanlarda iddialı yapımların kısa sürede sona erdiği çok vaka gördük ama Babil öyle olmadı, seyirci sevdi. Sizce Babil'in başarısının sırrı ne?

Öncelikle seyircimize teşekkür ederiz. Akabinde şunu söylemek istiyorum kısa sürede sona eren iddialı yapımların hepsinin arkasında inanın ki büyük emekler var. Hoş bu irili ufaklı tüm işler için geçerli. Bir gün bu kolektif çabaların meyvesi gün yüzüne çıkıyor ve bence henüz daha hala oturmamış bir sistemin ya da pazarın içinde kendine yer bulmaya çalışıyor. Fakat bir dolu parametre var baş etmesi bazen gerçekten çok zor ve can sıkıcı olabiliyor tüm birimler için. O yüzden açıkçası ekrana zamansız veda eden bazı işler için çok üzülüyorum ve buna sadece “iş başarısız oldu” demek haksızlık gibi geliyor. Babil’e gelince bu düşünceden hareketle yine büyük uğraşlar sonucu seyircinin beğenisine sunulmuş bu hikayenin bir parçası olmaktan çok mutluyum. A’dan Z’ye tüm çalışma arkadaşlarımla uyum içerisinde hep daha iyisini bulmak ve uygulamak üzerine çabaladığımız bir serüvendeyiz. Bunun seyirciye geçtiğine inanıyorum. Elbette ki başrol hep senaryonun. Hikayemiz toplumsal hezeyanları ve kişisel yenilgileri çok güzel harmanlıyor. Bu açıdan da çok şanslıyız. Bize güncel bir deva bulma kapısı açtı sanki. Bunun da sırrı hiçbir şeyi güzellemeye çalışmıyor olmasında saklı bence. Dilerim bu sürprizlerle dolu sistemde dayanıklı ve uzun ömürlü bir iş olur.

Dizilerdeki çalışma koşullarının daha insani standartlara çekilmesi bir süredir çok konuşulan bir konu. Bu konuda bir ilerleme var mı sizce, ya da neler yapılmalı?

Bu yeni bir konu değil maalesef, senelerdir konuşuluyor fakat anaakım televizyon kanallarında bunun değişmesi bu zamanda imkansız gibi görünüyor. Ancak sistemin tamamen tükenerek çökmesi lazım.  Böyle bir şeyi de sağladığı istihdamı düşünerek elbette temenni edemeyiz. Benim dizi çekmeye başladığım yıllarda 90 dakika dahi uzun geliyordu bize. Şimdi ise artık elime senaryoyu her aldığımda, alıştığım sistemi gördükçe kendime de işime de yabancılaşabiliyorum. Dijital platformlarda mesele biraz daha biricik gayesine tutunur halde, o da “hikaye anlatmak”. Biz televizyonda hikayeleri birçok bileşen yüzünden dilediğimiz gibi anlatamıyoruz maalesef. Sürelere gelmeden önümüzde mıh gibi bir SANSÜR engeli var. Oto sansür artık elimiz kolumuz gibi bir uzvumuz olmuş vaziyette. Yani demem o ki bu sorunun cevabı kuyu gibi. Saatlerce üzerine konuşur ama yine de dibini göremeyiz. Değişimin başlaması gereken yer sektör değil insanın ta kendisi.

SAHNE BENİM İÇİN DÜNYANIN GÜZEL YERİ

Oyuncu olarak 'dizi çekmek zorunda kalmasam keşke' dediğiniz oluyor mu hiç?

Zaman zaman oluyor evet. Ama bu dizi çekmeyi sevmediğimden değil. Tamamen koşullarla alakalı. Ben mesleğimi çok seviyorum ve bir oyuncu için varlık sahaları değişse de bu alanların birbirleriyle ekileşimlerinin verimli sonuçlar getirdiğini düşünüyorum. Setlerde yaşadığım deneyimler bugüne gelmemde büyük rol oynamıştır, minnettarım. Az ya da çok bu sayede kendime bir dünya kurdum. Diğer yandan her ne kadar lise itibariyle tiyatro okumuş biri olsam da aktif olarak sadece 4 senedir sahnedeyim. Okuldan sonra uzun yıllar kaybettim, çünkü süreler yüzünden dizi ile birlikte tiyatro birçok yapımcı için korkulu rüya haline dönüştü maalesef, ki gerçekten zor ikisini aynı anda yapabilmek. Ben de cesaret edemedim. Zaman zaman keşke demişimdir evet, ama asla pişmanım da diyemem. Hayatta her şey doğru zamanda öğretisiyle birlikte geliyor bence. Oyunlarım da öyle geldiler. Tek sızı şu olabilir, dizi setlerinde aktif olarak geçirdiğim bu uzun süreleri sahnede de çalışarak geçirmeyi isterdim. Hayal gücüm orada başka çalışmaya başlıyor, karnaval gibi. Ve ben setten çok kulis ve sahne insanıyım, kesin bilgi. Benim için dünyanın en güzel yeri sahnedir. 4 yaşımdan beri bu böyle.

Sinemaya nasıl bakıyorsunuz? Sektör sizce kadın oyuncuların mesleki olarak tatmin olacağı denli çeşitlendi mi?

Hayır böyle bir yelpaze yok. Sadece bağımsız sinemada mümkün bu dediğin renklilik. Orada da durum gün gibi ortada. Bağımsız projeler maddi destek bulmakta, salon bulmakta ve hatta izleyici bulmakta bu kadar zorlanırken herhangi bir oyuncunun ya da yönetmenin ya da yazarın tam olarak tatmin olması mümkün değil. Tatmin olabilenler de az sayıda ve çok şanslı bence. Türk Sineması, Türk Tiyatrosu, Türk Ressamlar, Müzisyenler… Kısacası Türkiye’de sanat sıkışmış bir dönemden geçiyor bence. Umarım buradan çıkışımız muhteşem bir aydınlanmayla ve üretimle olur.

Kadın oyuncuların erkek oyuncularla eşit ücret alıp almaması sizin kariyer seçimleriniz açısından önem teşkil ediyor mu? Yani bir erkek başrolle aynı ücreti talep ediyor musunuz ve bu talep ne kadar karşılık buluyor?

Bu yaşıma kadar kimin ne kadar kazandığı ile ilgilenmedim. Ücretlerimize yansıyan cinsiyet eşitsizliğine kadar, toplumsal algıda bu eşitsizliğin yarattığı kaosla ve travmalarla daha çok ilgileniyorum ben açıkçası. Enseyi karartmadan sevgi ile daha ne kadar çok insanı bir yanlıştan döndürebilirim acaba diye düşünüyorum. Bunun yanında iyi, ahlaklı, adil ve yaşama saygılı çocuklar yetiştirmek, onların gelişimi için çatılar kurmak gerek. Çünkü ahlak tektir ve evrenseldir. Şimdi mesela ben neden karşı cins partnerime ödenen ücretin haksız bir kazanç olduğunun peşine düşeyim ya da kendi kazancımla kıyaslayayım ki cinsiyetim üzerinden? Kendime de karşımdakine de ayıp etmiş olurum. Bu ahlaklı bir davranış gibi gelmiyor bana. Tam tersi ortada bir adaletsizlik varsa bu onu yapan kişi tarafından düşünülmelidir. Toplum ancak o zaman gelişebilir diye düşünüyorum. Bilmem anlatabildim mi.

Kadın yönelik erkek şiddetinin gitgide artması ile özellikle TV'den yansıtılan kadın imgesinin toplumda yarattığı algının bir ilgisi olduğu görüşüne ne dersiniz? Ezilen, acınması gereken kadın imgesinin yer aldığı; anneliğin kutsallığını öne çıkaran, aile değerleri adı altında kadını eve mahkum eden, çalışan kadının 'kötücül' olarak resmedildiği nice dizi var... Bunlar değişir mi günün birinde?

Bak bu konu da dipsiz kuyu gibi. Yüz yıllardır ataerkil toplumlarda "annelik" zaten kadını neredeyse cinsiyetsizleştiren, onu kutsallaştıran bir kavram haline dönüşmüştür. Kutsal kitaplarda da böyle değil mi? Bakiredir anneler. Bu dediğim yanlış anlaşılmasın annelik kutsaldır kesinlikle aksini söylersem taş olurum. Müthiş bir evrimdir çocuk sahibi olmak insanoğlu için. Fakat konumuz bu değil ve bu konu yeni de değil üstelik. Sadece çağ değiştikçe farklı versiyonlarını deneyimliyoruz bence. Teknoloji çağında sadece televizyonlarda yayınlanan dizilerle algıyı bir yere kadar etkileyebilirsiniz. TV artık kitlesel etkileşimde zayıf bir halka. Dolayısı ile velev ki böyle bir çaba var bence beyhude. Bu arada elbette tüm bu saydığın resimlerin güzellenmesine ben de karşıyım. Demeye çalıştığım bilgiye bu kadar kolay ulaşılabilen bir çağda, önemli olan doğru bilgiye ulaşmayı öğrenmek. Bence tehlike çanları sosyal medyada çalıyor televizyonda değil. Yüzde yüz sürreel, neredeyse hissiz, vicdansız ve hatta ahlaksız, kibirli ve ukala söylemlerin başı bozuk uçuştuğu bir atmosferde kimlik inşaları, itibar kundaklamaları görüyoruz her gün. Yanlış ve anında unutulan bilgilerle uyuşuyor düşüncemiz ve hislerimiz. Direnişlerimizi dahi suya yazı yazmak gibi bu suni alanda harf sayısına endeksli ifade ediyoruz. Trend Topic yiyip fotoğraf beğeni sayısını içiyoruz gibi öyle bir beslenme. Özümüzü unutuyoruz her geçen gün ve bence bu çok çok daha acı tehlikeli. Az önce dediğim gibi, değişmesi gereken insanın ta kendisi. Herkes kapısının önünü süpürse mahalle çiçek gibi olacak. Yoksa ilkokul öğretmenimiz Meral hanım bize 1. sınıfta öğretmişti: “ Çocuklar televizyon bir eğlence aracıdır, orada her gördüğünüze inanırsanız sizin için bir aptal kutusundan başka bir şey olmaz” sonunda aptal olursunuz.

ZİLHA OLMAK...

Her genç oyuncu adayı bir gün Zilha’yı oynayabilmek ihtimalinin hayalini kurar okul yıllarında. Fakat benim spesifik böyle bir hayalim dahi yoktu aslında. Bir ütopya gibi geliyor insana o zamanlar çünkü. Dolayısı ile keşke bir gün bende Zilha olabilsem demişimdir o yıllarda evet, içimden geçmiştir fakat bu hayali bir amaç haline dönüştürüp metalaştırmadım hiçbir zaman. Bu Hürmüz için de geçerli.

Fotoğraflar: Vedat Arık

Emrah Kolukısa  / CUMHURİYET