Biz bu şiddeti çok iyi tanıyoruz!

Biz bu şiddetle ölene kadar yaşamak zorunda kalıyoruz!

Biz bu şiddeti çok iyi tanıyoruz!


Biz bu şiddetle çok erken tanışıyoruz! Biz bu şiddetle ölene kadar yaşamak zorunda kalıyoruz!

Yeter!

Bu şiddet, dilde “kadın gibi”lik zayıflıkla özdeşleştirilirken, masumane gözüken, “adam akıllı”, “adam gibi” benzeri ifadelerle başlıyor. Siz hiç düşünmek zorunda kalmıyorsunuz belki ama biz hep maruz kalıp düşünmek zorunda kalıyoruz. Bu şiddet, noktalama işareti gibi kullandığınız, kadın bedeni üzerinden kurulmuş küfürlerle devam ediyor. Siz hiç düşünmek zorunda kalmıyorsunuz belki ama biz hep maruz kalıp, bu saldırganlıkla yaşamanın yollarını bulmaya çalışıyoruz. Bu şiddet, kadını her alanda ve biçimde, tanımlama, şekillendirme; dolayısıyla baskılama derdinizle tırmanışa geçiyor. Siz kendinizde hak görürken, biz kalıp ve çerçevelerinizden kurtulmak ve var olmak için her gün yeni mücadeleler veriyoruz. Her gün ve bulunduğumuz her yerde! Biz bu şiddeti çok iyi tanıyoruz!

Bu mücadele, “pembe ve şirin” giyinmeyi reddeden bir kız çocuğununki ya da “pembe ve şirin” giyinmek isteyen bir erkek çocuğununki kadar “sıradan” ya da 8, 9, 14 yaşlarında baskılar, tacizler ve tecavüzler yüzünden intihar eden çocuklarınki kadar nefessiz bırakan türden başlıyor. Sünnetin düğünü yapılırken, regl olan kız çocuğuna “utanç” ve “içe kapanma” öğütlüyor toplum. Bazı kız çocukları, onları bir prens öpünce hayata dönen prensesleri dinleyerek büyüyor. Bazı kız çocukları zorla evlendirildikleri erkekler, iç organlarını parçaladığı için ölüyor. Biz bu şiddetle çok erken tanışıyoruz! Bizi sokmaya çalıştığınız toplumsal rol şiddetinden, çocuk yaşta ölmemize neden olan şiddete kadar, upuzun bir şiddet listesiyle biz çok erken tanışıyoruz!

Henüz hayatta olanlarımız, bizler, öfke ve kendini yeniden doğurma becerisi ile hem kendi yaşamlarımız hem de yaşatmak için mücadele veriyoruz. Bugün Aydın’ın köylerinde, Kirazlıyayla’da, İkizköy’de, Artvin’de ve bu ülkenin her yerinde yaşamak ve yaşatmak için kentini, ormanı, bağını, bahçesini, zeytinini, suyu gasp edenlere “hayır” diyen, en önde ses yükselten kadınlarla, Pınar’ın, Fatma’nın, Nevin’in, Çilem’in kendi yaşamlarında erkek şiddetine “hayır” deyişi birbirinden kopuk değil! Her türlü tahakküme, on yıllardır süregelen sistematik yok sayma şiddetine karşı kadınlar ve aslında sizden farklı olup, “onaylamadığınız” her insan, canları pahasına ve can havli ile yaşamın bütünü için mücadele veriyor.

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” derken, imzacı ve taraf ülkeler içinde en çok bizlerin çığlığı çıkarken, bu ülkenin kadınları olarak, kendi tarihimizin bizi nasıl güçlendirdiğini de bilmek zorundayız. Rosa Luxemburg’ları, Clara Zetkin’leri iyi bilip Nezihe Muhiddin’leri, Emine Semiye’leri duymamış olmak bile erkek egemen söylemin, onun yarattığı baskının ve o baskının bugüne getirdiği toplumun utancıdır.

Biz kadınlar, bize şiddet uygulayan, tecavüz eden ve işkence de ederek öldürenle, tarihi baskılayan, ekosistemleri yok eden, alabildiğine adaletsiz bir dünya yaratan erk sistemini, ataerkil düzeni çok iyi biliyoruz ve kadına yönelik her türlü şiddetin politik olduğunu her zaman dile getiriyoruz.

Fakat biz kadınlar aynı zamanda, kadına şiddetin her eğitim seviyesinden, her sosyokültürel ve sosyoekonomik düzeyden, her politik duruştaki erkekten geldiğini de çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla, düşünmeden, önemsemeden kurduğunuz cümlelerin yükünden tutun, boğazımıza dayadığınız bıçağa kadar bu şiddetten sorumlusunuz! Anneliğin yüceltilmesi yoluyla, tercihi bu olmayan kadınların dışlanır hale gelmesinden tutun, aynı işte sizden daha düşük maaş almamıza kadar sorumlusunuz!

Onlarca yıldır bu upuzun şiddet listesiyle mücadele ediyoruz. Dişimizle, tırnağımızla, canımızla kazandığımız hiç bir haktan vazgeçmeyeceğiz!

Yaşamak ve yaşatmak için, bilin ki, daha da güçlü devam edeceğiz!

Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz!