Çam Ağacında Yaşayan Ayşe Teyze
“Yavrum nöroloji madalyonunun bir olumsuz yönü vardır ”
Medeniyetin nazlı gelini, ecdad yadigârı buram buram tarih kokan ilçede sonbahar rüzgârları oldukça sert esmeye başlamıştı… Akşamları daha da sertleşen hava, hayli yaşlanmış ve bahçesi asırlık çam ağaçlarıyla bezenmiş hastanenin havasını iyice ağırlaştırıyordu…
Her sabah seher vaktinde asırlık çam ağaçlarının dallarında birbirini kovalayan sincaplar ise hala eski koğuş sistemini kullanan hastane odalarındaki hastaların gönüllerini okşardı. Lacivert gök denizinde Samanyolu’nun görkemli bir şekilde izlendiği ilçe hastanesi o gün sakin bir gün geçirmiş geceye doğru hazırlanıyordu, nöbetçi personel ise her zamanki gibi tükenmiş-ruh haliyle rutin acil angaryasını bir an evvel bitirmek için ikide bir saate bakarak oflaya poflaya saat ve dakikaları kovalıyordu…
Gecenin en karanlık koyu anında acil görevlisi tüm personel tam da uyuklamaya başlamışken ambulansın acı sireni herkesi özellikle de nöbetçi doktorun sempatik sistemini ayağa kaldırmış habire içinden “inşallah MI(myokard İnfarktüsü)değildir, inşallah MI değildir” , diye mırıldanıyordu, çünkü gecenin bir saatinde kardiolog bulmak ve iletişime geçmek kolay değildi, ilin Devlet Hastanesinde bir iki kardiolog vardı bölgenin iki yüz elli bin nüfusunu idare etmeye çalışıyorlar ama nafile hastalara yetişemiyorlardı…
O gece yarısı hastanenin acil polikliniğine apar topar getirilen Ayşe teyze, ne dediğini, ne yaptığını ve kendini bilmez, anlamaz vaziyette idi. Etrafına biraz şaşkın ve biraz kızgınlıkla bakıyor nöbetçi hemşire ve nöbetçi doktorla arbede içinde bir türlü kendini muayene ettirmiyordu…
Acil doktoru MI olmadığına bile sevinemeden başka endişelere kapılmaya başladı, kendini bilinçsizce tekmeleyen Ayşe teyzeyi bir yandan sakinleştirip muayene etmeye çalışırken bir yandan da paniklemiş hasta yakınlarına pek alışılmadık bu durumu izah etmeye çalışıyordu. Nöbetçi doktorun zihnine vakanın teşhisi hakkında bir sürü olası teşhisler hücum ederken birdenbire işin nörologa ait olduğu aklına bu gelince bir an ferahladı ve hemen cep telefonunda kayıtlı ilçe hastanesinde on altı yıldır tek başına çalışan nörologu aradı hastanın durumu hakkında bilgi verdi. Nörolog ona parenteral antipsikotik le önce hastayı hızla yatıştırıp il hastanesindeki beyin tomografisine acilen yollamasını ve sonuç gelesiye kadar acile geleceğini söyledi.
Nörolog hastayı acilde gördüğünde sensoryal baskın motor komponentin de mevcut olduğu mixt bir afazi ve hastanın sağ tarafında kol ve bacağında eşit silik bir hemiparezi tesbit etti, bir süre sonra hasta aldığı ilacın tesiriyle kısmen sakin görünse de hala ara ara ajite oluyordu. Hastanın beyin tomografisinde sol hemisferde temporal pol den başlayıp,parieto-oksipitale yükselen ve talamusu da içine alan geniş bir akut hipodens infarkt alanı ile karşılaşınca hastayı hemen nöroloji servisine yatırdı ve klasik iskemik serebrovasküler hastalık için tedavi düzenledi.
Derin bir nefes alan ve aydınlanan acil nöbetçi doktorunda şaşkınlığı gitmiş ve uykusuzluktan kayan gözleri ile onlarca yıldır bölgede tek başına non-stop icapcı olan nöroloğa kendini büyük bir külfetten kurtardığı için mahmur bakışlarla minnet ve teşekkür ediyordu…
İlerleyen günlerde Ayşe teyzeye beynin Manyetik Rezonans Görüntüleme ile ayrıntılı tetkikleri yapılınca tomografi ile tespit edilen aynı bölgelerde akut diffüzyon kısıtlılığı saptanmış ve artık nöroloğun da teşhisten şüphesi kalmamıştı lakin Ayşe teyze yapılan onca antipsikotiklere rağmen ne sakinleşiyor ne de sözel iletişime geçiyordu. Hasta sahiplerinin aşırı endişeleri nörologu tedirgin etmeye başlamıştı. Antipsikotik dozunu artırsa vakanın şuur düzeyini ve kliniğini takip edemeyecek, ilac dozunu artırmasa hasta ve yakınları iyice hemşirelere ve kendisine kaynayacaklardı, birçok meslektaşının da zaman zaman bu şekilde ikilemde kaldığını biliyor ya sabır çekiyordu içinden…
Ayşe teyzenin özellikle aşırı meraklı olan kızına bu durumu bir türlü izah edemiyordu, ediyordu etmesine ama beyin maketi üzerinde uzun uzun dil dökmesine rağmen kızı bu durumu bir türlü kabullenmek istemiyor “n’olacak benim annem” diye ikide bir nörologu serviste, poliklinikte, hastane bahçesinde habire taciz ediyordu.
İşin ilginç yanı Ayşe teyze servise yatalı yaklaşık on gün civarında olmasına rağmen (genelde gördüğü klinik gerilemenin aksine) onun kliniğinde hiç gerileme olmamış ve acaba sevk mi yapsam? Veya başka bir meslektaşımı arayıp yardım mı istesem diye kendi kendine düşünürken yatışının13. gününde Ayşe Teyze’de çok ilginç olduğu kadar sevindirici bir klinik düzelme müşahede etti…
Gözlerini açan Ayşe teyze, nasıl olduğunu soran doktoruna sevgiyle bakarak” iyiyim artık, yatağımdayım, oradan indim gari” dediğinde bir an afalladı nörolog ,”ne yani bir yere mi çıktın da iniyorsun ?” dediğinde “hee, ben işte oradaki çam ağacındaydım çoktandır” diye izahta bulununca nörolog iyice afalladı, tekrar tekrar sordu orada ne yaptığını? Nasıl çıktığını Ayşe teyzeye ama nafile bir cevap alamadı. Israrla hep aynı cevabı verdi. O gün ve takip eden günlerde hastadan aynı cevabı alan ve kafası iyice karışan nörolog da artık iyiden iyiye inanmaya başlamıştı Ayşe teyzenin gerçekten kendi bedenini çam ağacında hissettiğini. Daha sonraki günlerde orada ne yaptığını, nasıl durduğuna dair sorularla onu iyice sıkıştırdığında ise hemen yattığı altılı koğuşun penceresinin önündeki asırlık büyük ve geniş çam ağacını göstererek” çamın dalları altında boşlukta asılı oturdum valla” deyiverdi Ayşe teyze. Bu konudaki ısrarına hasta yakınları sessiz kalıyor ama onun biraz gözlerini açmasına ve etrafıyla diyaloga geçmesine içten içten seviniyorlardı.
Artık yemeklerini de yemeye başlayan Ayşe teyzenin hafif sensoryel afazi ve ara ara ajitasyonları dışında her şeyi normale dönmeye başlamıştı lakin onun doktorunun kafası hayli karışmıştı, yirmi yıllık meslek hayatında ilk kez böyle bir vakayla karşılaşmıştı ve sol parieto-oksipitaldeki geniş lezyonla hastanın ifade ettiği “farklı mekân algılaması”nı heyecanla eşleştirmeye /izah etmeye çalışıyordu kendince, hastanın defalarca ısrarlı söylemlerimden sonra yalan söyleyebileceğine ihtimal vermiyordu. Çünkü Ayşe teyze sağlıklı hayatında asla yalan söylemeyen, etrafıyla hayli uyumlu dürüst, yardımsever ve dindar bir hanımdı.
Bu arada Ayşe teyzenin sağ taraftaki silik hemiparezisi düzelmiş, az çok kızıyla sözel iletişime geçmişti ama yine de kelime çıktısı çok kısırdı ve diğer sorulanlara anlamlı yanıt veremiyordu. Yalnız sürekli ve mütamadiyen aralıksız verbal perseverasyon içinde tevhid kelimesini (La ilahe İllallah Muhammedun Resulullah)söylüyor başka da bir kelime kullanmıyordu. Çok yakınlarını bazen tanıyor sıklıkla da karıştırıyordu. Okuma yazması olmayan Ayşe teyzenin yapılan Nöropsikolojik testlerde(Adas-Cog) puanı maximum 703 üzerinden 24 idi. Kelime bellek performansı kötü düzeyde ancak şekilleri şaşırtıcı şekilde kopya edebiliyordu. Nesneleri ipucu ile de olsa çoğunu tanıyordu. Praksi de belirgin bir bozulma yoktu, zamana dezoryantasyonu dışında oryantasyonu iyi idi Gülhane Afazi testinde puanı toplam 100 üzerinden 66 idi ve bu sonuç şaşırtıcı idi, en azından görsel-mekansal işlevlerinde bozulma beklerken bu performans ile yine kafası karışmaya başlamıştı nöroloğun. Konuşma akıcılığı yer yer parafazik olsa da fena değil, duyarak anlaması hayli iyi, kompleks sorulara cevabı da gayet iyi idi. Mektebe gidemeyen Ayşe teyzenin okuma ve yazması olmadığından testin bir kısmı eksik kalsa da söylenenleri tekrarlamadan tam puan almış ve eşya ve renkleri isimlendirme de yanlışsız idi.
Serebral infarktın etyolojisi çekilen MRI-Anjiografide tesbit edilen baziler arterdeki ileri oklüzyona bağlanmış olsa da, nörolog şimdiye kadar posterior sirkülasyonda böylesine geniş bir infarkt ve çok farklı bir klinik ile hiç karşı karşıya kalmamıştı. Vakanın bariz sensoryel afazisi çok geniş bir spektruma sahip idi, kelimeler çok kısır ve cümle kurma hemen hemen hiç yoktu görsel-mekansal konumlandırmaları hayli kötü idi(ancak çam ağacında yaşadığı itirafından sonra herşey düzelmeye başlamıştı) yüz mimikleri de itiraftan sonra sürekli gülen-mütebessüm bir hal almıştı ve otomatik olarak tevhid kelimesini habire verbal perseverasyonla söylüyor, bilincinin farklı sorularla dikkati dağıtıldığında kısa bir süre susup 1-2 kelimelik bir cevaptan sonra tekrar otomatik aynı kelime çıkışları devam ediyordu.
Beyne âşık bir doktor olarak nörolojinin klasik serebrovasküler rutininde sadece bazal ganglionlarıyla mesleğini sürdüren nörolog için Ayşe teyze sanki milat olmuştu. Çünkü nöroloji ihtisasına başladığı ilk yıllardaki heyecanına kavuşmaya başlamıştı sanki O kendisine her konuda rehber olan hocasının “yavrum nöroloji madalyonunun bir olumsuz yönü vardır ama madalyonun diğer yüzü ise BEYNİN MUAMMASIDIR” sözüne takılıp seçmişti TUS da ondört tercihin hepsini nörolojiyi yazarak…
Son yıllarda “kognitif nöroloji” sözüyle sık karşılaşır olmuş ve farklı alanlara açılmak istemiş ancak nerdeyse tükenmişliğe doğru giden ruh haliyle bir türlü yeniden nöroanatomi, nörofizyoloji ve nörokimyayı yeniden okumayı gözüne kestiremiyordu. Ancak bu vaka onu o kadar teşvik etmeye başladı ki artık kararlıydı bu kısır döngüyü kırmaya “rutin fıtrata aykırıdır” sözünü duyduğunda ise bu konuda ne kadar haklı gerekçeleri olduğunu fark etti.
İlk olarak Oiver Sack’ın romantik bilim öyküleriyle başladı ve “ne kadar da sürükleyici, heyecanlandırıcı ve bir o kadar öğretici vaka hikayeleri işte tam da bu aradığım” diye beynindeki dopamin düzeyini habire kamçılıyordu…
Ve derken Mesulam’ın temel eserlerini incelemeye başladığında artık yıllardır dolap beygiri gibi döndüğü kartezyen nörolojinin içinden çıkacağına dair ümitleri filizlenmeye başlamıştı…
Ve sürekli okumaya ama beyne dışardan bakan farklı disiplinlerin içinden devam etti yıllarca. Felsefe, kuantum fiziği, müziğin, resmin beyin plastisitesine etkisi, edebi eserlerin ve şiirin semantik hafıza üzerinde oluşturduğu yüksek katkı, farklı yabancı dillerle meşguliyet, kadim medeniyet eserlerinin beynimize olan etkisi ve daha niceleri…
Artık Ayşe teyze ve benzer vakaları daha rahat anlayabilecek ve değerlendirebilecekti sekiz-on yılda biriken farklı bakış açısındaki tecrübelerinden…
Hatta frontal lob fonksiyonlarının nörologlar için ne kadar da hayati bir alan olduğunu öğrendiğinde dehşete kapıldı çünkü insanları çoğu hatta doktorlar bu olağanüstü hazineyi bir türlü kullanmıyorlar hele rutin-nörolojiye gömülmüşlüğün aslında birebir otomat-beynin limbik moduyla alakalı olduğunu anladığında artık tüm derdi tasası frontal yeteneklerini geliştirmeye yönelik okumalar ve buna uygun meşguliyetler ile derin ve uzun tefekkürler oldu. O şimdiye kadar düşünmeyi hiç ama hiç DÜŞÜNMEMİŞTİ… Default Mood Network(beynin istirahat modu) kelimesinin anlamını kavradığında iyiden iyiye artık bir nörolog için mutluluk, huzur ve başarının, nörobilimin henüz ortaya çıkardığı otoban-şebekelerden iz sürmek olduğunu anlamıştı.
Pineal bezin işlevleri hakkında okurken birdenbire Ayşe teyzenin kliniği geldi aklına, hatta 1980’li yıllarda yapılmış epifiz fonksiyonlarıyla ilgili bir nöroendokrinolojik çalışmada Melatonin eş değerlerinden olan Dimetil-triptamin(DMT) verilerek insanlarda çok farklı algıların oluştuğundan bahsediliyordu.
Dr. Strassman tarafından orijinal bir çalışma olarak yayınlanan klinik araştırmaya göre DMT, ilk kez onlarca gönüllü insanlar üzerinde kullanılarak denenmişti. Ve 1995 de tamamlanan gönüllü insanlardaki bu çalışma; DMT’nin özellikle kardiovasküler, otonomik ve nöro-endokrinolojik etkileri hakkında insanların kendi öznel/içsel deneyimlerini ortaya çıkarmış, DMT’nin gönüllüler üzerinde en sık ve ortak etkisinin bedenden ayrılma hissiyle birlikte, zamansızlık ve mekansızlık algısı oluşturması hayli ilginçti. Yine en önemli bir ortak deneyim de deneklerin, yaklaşık 15 dk süren etkinin sonuna kadar geçen süreyi, sonsuz bir zaman-dilimi olarak algılamaları ve kelimelerle tarif edemedikleri çok yüksek düzeyde mutluluk hissi yaşamış olmalarıydı. Aslında hepsinin yaşadığı bilinç-üstü deneyim gerçekte beyin kimyasının değişmesinden başka bir şey değildi belki de. Gerçi bu vakaların hepsi sağlıklı gönüllülerdi ama verilen DMT pineal bez fonksiyonlarını etkilemiş ve yaşadıkları gerçekdışı beden algılarını oluşturmuş idi. Oysa Ayşe teyzenin sol temporo-parieto-oksipital bileşke şebekesi hasarlanmıştı yani hetero-modal assosiasyon kortexi işlevsiz kalmıştı. Etyoloji aşikardı lakin patolojinin nasıl olup ta farklı bir mekanda algılamayı oluşturduğu anlaşılamıyordu.
Ayrıca Afrika’da Amazonluların belli zamanda yaptıkları ritüüel-ayinlerde Ayauscha adını verdikleri bir bitkinin köklerini kaynatarak içip belli bir süre kendilerinden geçtiklerini, zaman-mekan hislerini kaybettiklerine dair okudukları da Dr.Strausmman’ın yaptıkları çalışmayı destekliyordu. Aslında Ayauscha içinde Pineal bez den üretilen Melatonin benzeri diğer psikedelik türü nörokimyasallar da (Pinolin, 5-MeO, DMT) aynı etkileri oluşturuyordu. Pineal bezin salgıladığı Melatonin dışında ki bu gibi moleküller, insana sentetik olarak mistik zevk ve metafizik hazlar veren ve eskiden bazı evlerin duvarlarını süsleyen üzerlik bitkisinde(Peganum Harmala) bulunan harmin ve harmalin maddesinin, pineal bezin(Epifiz) salgıladığı Pinolinle aynı kimyasal yapıya sahip olduğu biliniyordu.
Aslında bir süredir Epifizin; insanın yaşadığı mistik hazlarda ve cezbelerde, trans hali, olağandışı bilinç sıçramaları ve psişik akım atlamalarında başat rol oynadığı anlaşılmıştı. Özellikle meditasyon, yoga, zikr ritüelleri, tütsüler ve insan üzerinde Melatonin etkisi yapan Harmalin kimyasalı içeren üzerlik bitkisi (Anadoluda evlerin giriş kapısı üzerine asılır), mistik danslar ve müzikler, buhur ve ayin maksatlı içecekler arasındaki ortak nokta, bütün bu farklı unsurların pineal bezi ya uyarması, ya da bu bezin salgıladığı hormonlara benzer sonuçlar uyandırması idi.
Yine başka bir makale de nörolog, hatta kendisi bir nörobilimci olan hastanın geçirdiği sağ hemisferdeki hemoraji sonrasında sol beden yarısının kaybolmuş ve yatağıyla bedeninin birleştiğini, yatakla-sol vücut sınırlarının kaybolup birbirine girdiğini okumuştu hayretle. Birebir nörobilimcinin kendisinin hastalık sürecini anlattığı hikayesi çok öğretici bilgiler veriyordu ama bu doktor daha sonra gün be gün iyileşme sürecini de anlatıyordu meslektaşlarıyla acısını paylaşarak…
Ressam dostu İ.Bey’in olağanüstü renk senfonilerinden oluşan soyut tablolarını çok merak ediyordu nörolog. Bir gün ona bunları nasıl yapabildiğine dair onlarca soru sormuştu sanatçıların beyninin nasıl çalıştığını anlamak için. Biliyordu aslında onların plastisite yetenekleri ve rezervlerinin çok yüksek olduğunu. Holistik beyin işleyişinin sanatkârlarda, müzisyenlerde, yazarlarda ve çok yönlü aktif insanlarda çok yüksek oluşunu hayretle müşahede ediyor ama yaşadığı ve görev yaptığı ilçe devlet hastanesindeki teknolojik imkânları bunların hikmetlerini anlamaya imkân vermiyordu.
Ressam dostu İ.Bey altmış beş yaşlarında entelektüel ve zihin-beden sağlığı yerinde, varlık sancısı çeken ve bir o kadar hikmete düşkün, birçok farklı bilim alanlarından oluşan bir kütüphaneye sahipti. Her seferinde onu ziyaret ettiğinde uzun uzun kütüphanesini inceler ve beynini besleyecek eserler rica ederdi nörolog, ressam dostundan. Eserlerini nasıl yaptığına dair yıllarca edebinden cevap vermeyen ressam dostu bir gün ağzından şu itirafları kaçırmıştı: “Valla doktorum çoğu uyuyamadığım ve kitaplarımın arasında sızıp kaldığım yorgun gecelerimde bilincim tarif edilemez bir renk cümbüşüyle karşılaştım, büyük bir hayranlıkla, olağanüstü renklerin dansını, cümbüşünü seyrettim yıllarca. Bazen muhteşem tarifsiz renk ormanında bizzat uçan bir varlık(kendimi asla göremiyordum) bazen süzülen bir rüzgar bazen de heybetli dağların kendisi bazen de akan coşkun bir nehir oluyordum, bu büyüleyici mana alemindeki gezintilerden uyandığımda hemen elime renkli boyalarımı alıp işte bu gördüğün tabloları yapmaya çalıştım yıllarca, ama inan resmini yapabildiklerim gördüklerimin çok az bir kısmıydı”
Nörologun ressam dostuna olan hayranlığı bir kat daha artmıştı artık, çünkü rüyasında beden hissini yitiren dostunun nasıl üretken bir sanatkar oluşunu, onun hayran verici plastisite yeteneğini ve zaten yıllardır izlediği birçok konudaki rezervi yüksek insanlara has çözüm üretme yeteneğini bir kez daha keşfetmişti.
Evet, üretmek beyin rezervi yüksek insanlara has idi lakin bu insanların varlık sancısını çok şiddetli çektiklerini hatırladı nörolog…
Öyle ya kendisi de yıllarca hayatı, yaşamı, insanı, davranışlarını, kainatı, ve kaçınılmaz her şeyin zevale doğru gidişatını düşünüp tefekkür ettikçe acısı kat be kat artmıyor muydu? Toplumlarına örnek olmuş birçok mütefekkiri, yazarı, sanatkarı, müzisyenleri, felsefecileri hatta peygamberlerin hayatlarını incelediğinde hepsinde ortak olan üç önemli şey keşfetti. Yüksek beyin kapasitesi, yüksek eser üretkenliği ve varlık sancısı…
Peki ya hekimler? Onlar da öyle olmalı değil miydi? Sadece motomot aldığı teknik-pratik bilgiyi hastaya mekanik olarak aktarmak bu meslek için yeterli olur muydu? Düşündü uzun uzun günlerce, aylarca… İbn i Sina geldi ilk önce aklına, hastalarına keman çalarak şifa veren Farabi geldi sonra, Hipokrat ve insanlığa örnek olmuş nicelerini düşündü… Sonra Türk Müziğinin üstadı ve hekim olan Alaaddin Yavaşca’nın bir sözünü hatırladı: “Hekim mutlaka güzel sanatlardan biriyle iştigal etmelidir, çünkü sanat, müzik ve diğer sanat dalları onların kalplerini rikkatle inceltir, insani taraflarını hassaslaştırır ve mekanize olmaktan kurtarır dolayısıyla hekimler hastalarına daha yüksek düzeyde şifa aracı olurlar”
Oliver Sack’ın “Karısını Şapka Sanan Adam” adlı kitabının “bedenini yitirmiş hanımefendi” adlı öyküsünde ilginç bir beden özduyum yitimi vakasıyla karşılaştı nörolog. Öykü kahramanı 27 yaşındaki Christina hokeye ve biniciliğe yetenekli, kendine yüksek güveni olan, zihinsel ve bedensel olarak sağlıklı güçlü bir bedene sahipti. Zeki ve kültürlü olan Christina bale yapmayı ve şairleri de severdi.
Bir gün çok rahatsız olduğu bir rüyasında vücudunun bir o yana bir bu yana sallandığını, ayaklarının üzerinde duramadığını ve ellerinin de hiçbir şeyi hissetmediğini gördü. Çok kötü etkilendiği bu rüyanın, aynı günün sonunda gerçekleştiğini dehşetle müşahede etti. Ayaklarına bakmadıkça ayakta duramıyor, ellerine bakmadıkça da elleriyle hiç bir şey tutamıyordu ve elleri sağa-sola savruluyordu. Çok önemli kontrol ve koordinasyon duyusu kaybolmuştu. Oturamıyor, vücudu yıkılıyordu, yüzü garip şekilde ifadesiz ve gevşekti, ağzı açık kalmış kendine güvenini kaybetmişti. Kısık bir sesle “Çok korkunç bir şey oldu, vücudumu hissedemiyorum, çok garip bir şekilde bedenimi kaybettiğimi hissediyorum” diyordu. Oliver Sacks bizzat yaşadığı bu vakasında hayli şaşkınca duygularını paylaşıyor ve şöyle hayıflanıyordu kendi kendine: ” Bu inanılması mümkün mü? Bu kadın çıldırmış mıydı? Olmayan bir şeydi, aklım karışmıştı ve karışmaya devam ediyordu ‘bedenini mi kaybetmişti? o zaman fiziksel durumu nasıldı? Baştan aşağı kas hareketi ve kuvveti yıkıma uğramıştı. Sanki periferiden hiç bilgi almıyor, kuvvet ve hareketle ilgili kontrol döngüleri felaket bir şekilde zarar görmüş gibi”…
Dr.Sacks, Meslektaşlarıyla beyin fırtınası yaparken olayın bilateral bir parietal sendrom olasılığı üzerinde durdular. Her zamanki duyusal bilgilerin parietal loblara gitmediğini düşünüp bazı duyusal testleri yapıp parietal lob fonksiyonlarını değerlendirdiler ve yavaş yavaş durum aydınlanmaya başladı. Christina’nın ayak parmaklarından, kafasına kadar hemen hemen tamamıyla ciddi şekilde propriosepsiyon duyusunda bir bozukluk olduğunu farkettiler. Yani aslında parietal lobları gayet iyi çalışıyordu lakin bilgi periferden santrale gidemiyordu dolayısıyla kaslara, tendonlara ne yapması gerektiğine dair bilgi ulaşmıyordu. Diğer bazı duyularda da hafif kayıp oluşmuştu. Dokunma, acı, ısı ve motor liflerde de kayıp hafif düzeyde idi ama derin duyu kadar değildi. Mikst bir akut polinöropati düşünülen vaka, Guillaine-Barre Sendromuna benzemiyordu, hafif motor liflerin etkilendiği saf bir duyusal polinöropati şeklinde ama hem spinal kord çiftlerinin hem de kranial çiftlerin etkilendiği ve duyusal kökleri etkileyen bir polinöropati…
Christina muzip bir mizaca sahipti ve kendini çok güzel ifade ediyor hem de doktorunu bilgilendirip onun endişelerini gideriyordu bir yandan. Doktoru ona bu durumun Nörosifilis, Tabes dorsalis gibi hastalıklara çok benzediğini lakin bunlarda şikayetlerin sadece ayaklarda sınırlı kaldığını anlattı sevgiyle. Ve ona ekstremitelerinin yetersizliklerini gözleriyle telafi eden hastalarından bahsetti. Hatta “Pozisyonel Fantom” adını verdiği bu hastalara ayaklarını hareket ettirmesi söylendiğinde “tabi doktor onları bulursam hareket ettireceğim” cevabını anlattı Christina’ya. ” Bu özduyum/derin duyum bedenimin kendini görme yolu” diye devam etti Christina…”Bunları kaybettiğim için bedensel körüm artık değil mi ?” diye sordu hüzünle doktoruna…
Hayat kendini yeniden düzenledi ve sabırla devam edilen aylar-yıllar süren rehabilitasyon programlarından sonra Christina yürümeye başladı. Bilinçli bir şekilde takip edilen ve ayarlanan hareketleri başta son derece sakarca ve yapayken sonraları o ve doktoru hareketlerinin her geçen gün hayretle otomatikleşmesini mutlu bir şaşkınlıkla izlemişlerdi. Her geçen zaman diliminde normalde bilinçdışı olan beden algısıyla ilgili geribildirimin yerine aynı ölçüde bilinçdışı görsel bir geribildirim alıyordu. Görsel otomasyon ve refleksler giderek birbirine akıcı bir şekilde uyum gösteriyordu. Daha temel bazı şeylerin olması da mümkün müydü? Beynin görsel beden imajı veya model normalde karşılaştırıldığında zayıf ve ikincildir(tabiki bu göremeyenlerde mevcut değildir).Kaybolan bu özduyum, telafi etme veya ikame etme yoluyla olağanüstü ayrıcalıklı ve gelişmiş bir güce mi sahip olmaktaydı? O bir anlamda bedensizdi ve hayalet gibiydi.
Kimliğinin organik bağını, temelini kaybetmişti. Fiziksel dünyaya ait kimliğini ve Freud’un “ben” temeli olarak gördüğü “beden egoso”nu yitirmişti. Freud şöyle demişti: ” Ego her zaman bir beden egosu”dur. Beden algısı ve imgesinde böylesi derin bozukluklar olduğunda depersonalizasyon ve derealizasyonun olması her zaman mümküdür. Weir Mitchell, Amerikan Sivil Savaşı sırasında kolu veya bacağı kesilmiş, sinirleri haraplanmış hastalarla çalıştığında bunu görmüş ve mükemmel bir şekilde tarif etmiştir. Çok ünlü ve yarı kurgulanmış ve fenomenolojik olarak en doğru olan bir vaka değerlendirmesinde bizzat hastanın kendisi olan Dr.George Dedlow şöyle bir itirafta bulunmuştur:” Bazı zaman varlığımın, kendimin, her zamankinden çok daha az bilincinde olduğumu kolayca fark ettim. Bu duygu o kadar gerçek dışıydı ki ilk başta beni çok kaygılandırdı. Sürekli birisine, benim gerçekten George Dedlow olup olmadığımı sormak isteğine kapılıyordu; ama bu soruyu sorduktan sonra aptal durumuna düşeceğimi bildiğimden, durumu konuşmaktan kaçınıyor, duygularımı analiz etmeye çalışıyordum. Zaman zaman kendim olma isteği o kadar ağır basıyordu ki bundan dolayı acı çekiyordum. Anlayabildiğim kadarıyla bu durum, kişiliğin egoistik tavrında bir eksikliktir”.
Christina’da bu durum-kişiliğindeki egoistik tavır eksikliği- süreklilik arz ediyordu. Ama zaman ilerledikçe ve uyum çabaları sonuca ulaştıkça azalmıştı. Ayrıca, organik temeli olan belirli bir duygu-bedensizlik duygusu ilk günkü kadar ciddi ve korkutucuydu. Çok değişik bir şeklide, hem başarılı hem başarısız olmuştu. Hareket edebilmeyi başardığı halde var olmayı başaramadı. Sinir sistemi ve duyularının cesareti, azmi, kendi kendine yeterliliği ve plastisitesi çerçevesinde inanılmaz ölçüde bir uyum göstermekte başarılı oldu. 90’lı yıllarda romantik bu bilim öykülerini yazan Dr. Sacks’a göre Christina’nın hayatı hiç bilinmedik ve beklenmedik bir hayattı ve onun bildiği kadarıyla türünün ilk örneği “bedenini yitiren” ilk insandı.
Oysa Ayşe teyzede beden yitimi duyusundan ziyade belli bir süre(yaklaşık on gün)farklı bir mekanda kendini algılama hissi oluşmuş ve sonradan bunun farkına varmıştı. Hatta “ölüm benzeri deneyim” yaşayan kardiak arrest sonrası yaşama geri döndürülen hastalarla yapılan çalışmalarda bile benzer duyumlar oluşabiliyordu. Burada kişi kendisine örneğin kalp masajı yapıldığını yukarıdan seyredebiliyordu ama seyreden kişi kendi bedenini asla algılamıyordu. Ünlü Rus Bestekarı ve piyano virtüözü olan Anjelika yaşadığı trafik kazası sonrası doktorların duran kalbini canlandırma işlemini yukarıdan nasıl seyrettiğini ve kalbi canlanınca birdenbire bedenine aniden hızla çekildiğini anlatmıştı bir TV programında.
Hatta bu olaydan sonra kendisinde sinestezi gelişmişti. İki duyunun senkron algılandığı bu nadir durumda o her bir notayı ayrı bir renk ile eş-zamanlı algılıyordu. Dolayısıyla bu olaydan sonraki bestelerini çok daha kısa sürede ve daha fazla sayıda yapmaya başlamıştı.
Kognitif nörobilim okumalarında Dr.Zeki Semir ve arkadaşlarının birbirine sırılsıklam aşık onsekiz çiftin beyinleri üzerinde yaptıkları fonksiyonel-MRI sonuçları nöroloğu hayli şaşırtmıştı yine. Onların sonuçlarına göre çiftlerin özellikle bazal ganglionlarında yoğun saptanan hareketlilik bu tutkulu-aşırı bağlılığının bir nevi obsesif kompülsif bozukluk ile benzeştiğini telkin ediyordu. Çünkü Obsesif vakalarda da bu çiftlerin beyinlerinde de aynı şekilde bazal ganglionlarda hareketlilik vardı ve her iki çalışma grubunun özellikle parieto-oksipital loblarında eş zamanlı de-aktivasyon saptanmıştı. Bunun anlamı bilindiği gibi hem obsesiflerde hem de tutkulu aşıklarda kortikal aktivasyonun azalması idi. Zaten aşıkların aklının başından gitmesi kadim medeniyetlerin ünlü aşk hikayelerinde asırlardır kelam-ı kibar ile vurgulanıyordu.
Aslında uzakdoğu dinlerinde(Taoizm, Budizm vb) yapılan meditasyon ve yoga gibi ritüellerde ve Tanrı isminin sürekli tekrarlanması(om, om, om…) ile elde edilen spritüel olayları incelemek için fMRI çalışmaları yapılmış aynı şekilde onlarında bazal ganglionlarındaki aşırı hareketliliğe karşın posterior bölgelerde heteromodal assosiasyon kortexlerinde (parieto-oksipito temporal bileşke) de-aktivasyon saptanmıştı. Bu spritüel ritüelleri yapan Tibet Guruları ve diğer insanlarda beden duygusu yitimleri oluşuyor, bedenleri latif bir varlık kazanıyor, ateş üzerinde yürüyor, vücutlarına batırılan şişleri hissetmiyor vb. birçok ilginç olaylar gerçekleşiyordu. Gerçek hep parietel lob fonksiyonlarının geçici olarak inhibe olmasından başka bir şey değildi aslında. Kendi medeniyet değerlerimizin yaşandığı coğrafyalarda ve ülkemizde de sufi-meşrep insanların aynı şekilde yaptığı spritüel faaliyetlerde de benzer hadiselere rastlamak mümkündü. Onlarda da olan şey yine geçici olarak parietal loblarının de-aktive olmasıydı, çünkü beden algısının inferior parietal lob ile alakalı olduğu son yıllarda zaten nörobilimin saptadığı bir hakikat idi.
Ayşe teyze vakasının vesilesiyle kendini yeniden nörolojiye doğmuş hisseden ve tüm bu zihinsel geviş getirmelerden ve uzun geceler çektiği sancılardan sonra nöroloğun aklına hemen “Burn-out/Tükenmişlik Sendromu” geldi. Acaba rutine gömülmüş insanların çektiği ıstırabın sebebi aşırı çalışan bazal ganglionlar ve dolayısıyla hazza, zevke gömülmüş beyinde mezolimbik sistemin aşırı tükettiği Dopamin ile mi alakalıydı. Aşırı tüketilen Dopamin sonucu da acaba kortikal de-aktivasyonu mu oluşturuyordu? Çünkü bu insanlarda kortikal fonksiyonların da kısmen inhibe olduğunu biliyordu. Bir şeyin üzerine aşırı düşmenin zihinsel patinaj yapmanın bedeli yeni şeylere beynin kendini kapatmasıydı belki de. Gerçi Ayşe teyzenin organik iskemik lezyonu Angular Gyrus ve parietooksipital fonksiyonlarının bozulmasını izah ediyordu yeterince.
Hatta Ayşe Teyzenin “bedenini farklı uzay-mekanda algılaması” inme sonrasındaki verbal perseverasyon (otomat tevhid kelimelerini sürekli aylarca/yıllarca tekrarlaması) belki de hem bazal ganglonların aşırı çalışmasıyla birlikte parietal de-aktivasyona yol açmış(farklı uzay-mekan algısı ) ve ekstra oluşan iskemik patolojinin de bu disfonksiyonları iyice agreve etmesiyle meydana gelmiş olmalıydı.
Aradan geçen üç yıl içinde de olsa artık nörologun zihni aydınlanmaya başlamış Ayşe Teyze’nin yaşadıklarını kendince izah edebilmeye başlamıştı. Takiplerinde onun kelime çıktısının çok fazla artmaması belki lezyonun büyüklüğüne bağlı idi ancak Mini-mental testlerinde 14-15 puana kadar ulaşmıştı. Sorulanlara tek-tük kelime ile de olsa yanıt veriyor ve artık hep mütebessüm mutlu ve etrafıyla sorunsuz yaşıyordu.
Önemli olan da bu değil miydi? Sanki ne olurdu hastalanmadan evvel böyle bir moda ulaşabilmemiz gerekmez miydi? İlla hastalık ve ibret verici belalar mı lazımdı insanoğlunun güzel ve doğru bir moda ulaşması için? Nörolog yaşadığı bu ilginç vakayı zaman zaman meslektaşlarıyla paylaşsa da kendi zihninde izah edememişti yıllarca.
Belki de Ayşe teyze ve benzeri hastalar sayesinde çektiği ve yıllarca tükenmişliğe sürüklendiği kartezyen nöroloji alışkanlığından beyni, zihni, kalbi şifa bulmuştu. Ona ve benzeri hastalara artık daha rikkatle bakıyor ve içten içe onlara minnet duyuyordu. Tanrıya şükrediyordu bu “öğretmen vakalar” ve kendisine beyni ve “kognitif nöroloji”yi sevdiren saygıdeğer hocaları için…
YARD. DOÇ. DR. ÖMER HAKAN YAVAŞOĞLU
KARABÜK ÜNİVERSİTESİ TIP FAK. ÖĞRETİM ÜYESİ
KBÜ EĞİTİM ARAŞTIRMA HAST. NÖROLOJİ KLİNİĞİ