Depremi beklerken
-‘Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi’ gecesi geride kalıyor her durumda…
Eski ve yığma evlerin depreme dayanıksız olduğu da bir müteahhit devlet yalanıdır. Böyle bir şeyi, Şili’nin başkenti Santiago'da yüzyıllık böyle ahşap evde de yazmıştım. Bu ev, yaşadığı bu yüzyıl içinde biri bugüne kadar yaşanmış 9.1’lik dünyanın en büyük ikinci depremi olmak üzere beş tane 8 şiddetinden büyük, onlarca da 7 şiddetinin üstünde deprem yaşamıştı.
Depremi bekliyoruz eğer bugünlerde İstanbul’daysanız. Herkes başka türlü bekliyor, ama aynı bekleme salonunda. Kimi battaniyesini alıp, -nasıl neoliberal kente kurban gitmemişse artık- bir parkta sabahlıyor, üstünde yıldızlar, bir önceki deprem konuşmaları, açık havada yatmanın neşesiyle ilk başları. Kimi deniz kenarlarında doldurulmuş toprakların üzerinde otomobil koltuklarında uyumaya çalışıyor ve güneş güzel doğuyor diyor en azından, meğerki uyuya kalınmamışsa ve sonra mesai saati yaklaşıyor, güneş yakıyor mesela, duş almak gerekiyor, günlük sıradan ölümümüze dönmek mecburiyeti sarsıyor benliğimizi ve Danton’nun seni bu gece giyotine götürecekler ihbarına aldırmadan, hava serinledi diyerek evine dönmesi gibi evlerine dönüyorlar. Çıplakken yakalanmamak için daha çabuk duşlar yapıp, endişelerine su serpiyorlar.
-‘Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi’ gecesi geride kalıyor her durumda…
Bense ‘uçak’ taktiğimi kullanıyorum. Korksam da bu korkumun ecelime pek faydası olmayacağını düşünüp, kenara koyuyorum endişemi. Pilota ya da müteahhitte havale edip kendimi, huzur içinde tevekküle yaslıyorum başımı. Bu tabii ki depreme yakalanmayacağım manasına gelmiyor ama mesela Guatemala’da bir gecekonduda ya da Kolombiya’da dağda paramiliterlerce öldürülme olasılığımdan daha az olduğunu düşünüp, teselli ediyorum kendimi.
Mantıksız diyeceksiniz ama yaşadıklarımız mantıklı mı?
Yaşadığımız son büyük deprem sadece yıkmakla kalmadı, adı ‘kentsel dönüşüm’ olan yoksulların dışarı atılması projelerini vitrine koydu. Ağızları sulanıyordu neoliberal devletin ve şürekasının. Önceki son depremde, devletin namusunu kurtarmak için bir arsız müteahhit bulundu. Bütün suç onun üstüne yüklendi. Kaçak bina, deniz kumu, yüzde beş fazla kâr, denetimsizlik, çarpık yapılaşma…
Halbuki bunlardan oluşan bütün deprem haberleri yanlıştı ve hatta yalandı. Çünkü gerçeğin üstü bu deniz kumu ve çarpık yapılaşma ile örtülmeye çalışılıyordu.
Depreme karşı alınabilecek şu an için tek önlem, kent toprağının kamulaştırılmasıdır. Kent toprağının kamulaştırılması, konutun, barınma hakkının metalaşmasının sınırlandırılmasıdır. Çıkılan her bir kat, bir rant yarattığı sürece sizin bunu engelleme gücünüz pek yetmez. Ah bu adamın yine radikal, komünist, anarşist bir önerisi olarak görmeyin bunu. Ben egemenlerin bütün kent sistemini yıkalım diyorum. Bu daha reformist bir öneri. Hollanda’da, Amsterdam’da geçerli olan bir öneri. Yani kapitalizmin beşiği ülkelerden birinden. Amsterdam gibi kent toprağının kamulaştırılması, kent merkezinde her karış toprağın en azından, kişiler için bir haksız zenginleşme aracı durumundan sıyırdığı için rant elde etme hırsı hükümetlerle sınırlanır. Bu ‘kamu’nun toplumsal denetim ile birlikte anılması zorunluluğu ile birlikte düşünüldüğünde bir çözümdür. Bu öneriyi ilk olarak 1970’lerin başındaki TMMOB dergilerinde okumuştum. Bugün TMMOB’un neden bu önerisine sahip çıkmadığını da anlamamaktayım.
Eski ve yığma evlerin depreme dayanıksız olduğu da bir müteahhit devlet yalanıdır. Böyle bir şeyi, Şili’nin başkenti Santiago’da yüzyıllık böyle ahşap evde de yazmıştım. Bu ev, yaşadığı bu yüzyıl içinde biri bugüne kadar yaşanmış 9.1’lik dünyanın en büyük ikinci depremi olmak üzere beş tane 8 şiddetinden büyük, onlarca da 7 şiddetinin üstünde deprem yaşamıştı. Bu ev bir istisna da değildi. Şili’nin bir başka kenti Valparaiso’daki ahşap evler de yapıldıkları günden, 140 yıl önceden beri çok büyük depremler yaşamasına rağmen birçok betonarme evin aksine sapasağlam ayakta kaldı. Ahşap kirişler ve duvarların üstü rengarenk çinko kaplı bu evler hem sağlamlık hem de estetik açısından olağanüstü güzeldi.
-Kentin ortasında yükselen bir betonarme bina ise kongre binasıydı. Kent fazla gelişmiyor, diye çılgın bir proje olarak parlamento 1984 yılında Valparaiso’ya taşındı. Bütün evlerin denizi görmesiyle ünlü plansız, organik gelişen bu kentin ortasına dikildiği çirkinliği bana müteahhitleri, bu çılgın projenin sahibinin Pinochet olması da bana diktatörleri hatırlatıyordu.-
20 yıl bir şey yapmadan bekleyip, sonra battaniyelerimizle parklarda uyumamızın tabii ki yararlı bir tarafı var. Virginia Woolf’un bir romanında, prens dağda dışarıda uyurken yanındaki çingene sevgilisine ‘biliyor musun benim 40 odalı bir sarayım var’ diyordu. Şaşırıyordu çingene kadın, ‘Bu harika yıldızlar altında uyumak varken, neden kendinizi bir yerlere kapatıyorsunuz…’
Metin Yeğin