DEVA Partili Yeneroğlu: Öyle bir facia ki… Bu kriz koca bir neslin dinle ilişkisini zedeledi
DEVA Partisi İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Independent Türkçe’ye konuştu
9 Mart 2020 günü Ali Babacan’ın Genel Başkanlığı'nda kurulan Demokrasi ve Atılım Partisi’nin TBMM’deki tek milletvekili. Daha önce TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanlığı yaptı. AK Parti MKYK üyesiydi. Partisinin genel çizgisinden aykırı görüşleri hep dikkat çekti. Bu sorunlar aşılamadı ve geçtiğimiz yılın son aylarında AK Parti’den istifa etti. DEVA Partisi şimdilerde ülke genelinde örgütlenmeye çalışıyor o da bu çalışmaların içinde. Yoğun siyasi temposunun arasında “derdini” anlatmak için röportajlar da veriyor. Yeneroğlu’yla Almanya günlerini, AK Parti’yi, toplumdaki kutuplaşmayı ve tabii ki DEVA Partisi’ni konuştuk.
Dilerseniz Almanya günlerinizden başlayalım; başka bir ülkede azınlık grubuna mensup olmak siyasi bakışınızı nasıl şekillendirdi?
Dezavantajlı görülen, hakkında olumsuz klişeler oluşturulan bir grubun ferdi olarak yaşamak çok da hoş bir şey değil; bunu ne yazık ki dünyanın her yerinde birçok azınlık grubu mensubu gün be gün tecrübe ediyor. Azınlık olmak demek, her şeyden önce nasıl bir ülkede yaşamak istediğiniz konusunda bir fikir ve duruş sahibi olmanızı gerekli kılıyor. Adalet, eşitlik, vatandaşlık, aidiyet gibi konuları yakinen düşünmek ve kimliğinizle var olabilmek adına bu büyük sorulara çözüm bulmak zorundasınız. Ben, aşırı sağcılığın ülke için en büyük tehdit olduğunun bizzat Alman İçişleri Bakanı tarafından açıklandığı bir ülkede büyüdüm. Gençliğim de siyasette, toplumda, medyada Müslümanlara yönelik nefret diliyle mücadele ederek, Müslümanların kurumsal hakları ve dolayısıyla da Batı Avrupa ülkelerindeki var oluşları konusunda çaba sarf ederek geçti. Bu durum bir birey olarak benim önyargılarla başa çıkmam konusunda bir hayat görüşü oluşturmamın yanında, bu önyargıları oluşturan ve besleyen mekanizmalarla da nasıl mücadele edebileceğim konusunda bir farkındalık oluşturdu. Almanya’da azınlık grubu mensubu olarak yetişmem bu anlamda siyasi bakışımın daha ezbersiz biçimde şekillenmesine yol açtı. Zannediyorum “öteki” ile karşılaşmaktan korkmayan, tartışma ve çatışmanın demokratik toplumlarda tabii olduğunu kabul eden biri olmamda bu durumun büyük payı vardır.
Bununla birlikte azınlıklarla empati yapabilmek ya da sizin grubunuzdan “farklı” insanların da yaşam hakkını savunabilmek için biyografinizde mutlaka böyle bir tecrübenin yer almasına gerek yok. Dünya tarihi azınlıklara yönelik nefret dilinin ne tarz facialar doğurabileceği ile ilgili çok acı tecrübeleri açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Buradaki anahtar kelime “farkındalık”. Eğer yaşadığınız ülkenin sadece sizin için değil, birlikte yaşadığınız herkes için daha iyi bir yer olmasını istiyorsanız dünya tarihinin “farkında” olmak yeterli.
Ayrıca “öteki” ile barışçıl yaşam sadece Batı’nın bir kazanımı da değil. Bizim bu konudaki tarihsel tecrübemiz, bugün yolumuza ışık tutabilir. “Anadolu mozaiği” denilen, bu toprakların kadim geleneği içinde de öteki ile karşılaşmaktan korkmayan, renkli ve huzurlu bir toplumsal atmosferi biz yüzyıllar boyu tecrübe ettik. Yani biz bugün "herkes için adalet, herkesin kendi kimliğiyle huzurla yaşaması” derken aslında bir yandan bize çok da uzak bir tecrübeden bahsetmiyoruz.
“Sivil bir gençlik geçirdim”
İlk aktivizme IGMG içinde başladınız. Anlamak için soruyorum; nasıl bir gençlik ortamınız vardı?
Kelimenin tam anlamıyla “sivil” diyebileceğim bir gençlik geçirdim. İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatları batı dünyasındaki Müslüman azınlığın en güçlü sivil toplum kuruluşudur. Bugün yaygın şekilde zannedildiğinin aksine Müslüman kimliğine, İslam’ın evrensellik iddiasına, azınlıklara dair tartışmaları çok açık ve özgüvenli bir şekilde gerçekleştirebileceğimiz bir ortamdaydık. Merhum Erbakan Hocama da çok açık bir şekilde düşüncelerimizi ilettiğimiz, birçok tartışmayı gerçekleştirebildiğimiz ve bütün bunları da camia içerisinde marjinalleşmeden, o camianın bir parçası olmaya devam ederek sürdürebildiğimiz bir ortam. Ben eğitimim nedeniyle hukuk çalışmalarına, ayrımcılıkla ilgili ülke mevzuatlarına, sekülarite, laicite ve nötralite ilkeleri yanında kurumsallaşma modellerine ilgi duydum. Bu konularda kurumlar tesis ettik, çalışma grupları kurduk, dergiler neşrettik ve Batı Avrupa ülkelerinde daha kapsayıcı bir toplumsal dil için mücadele etmenin yanında kendi camiamız içerisinde de bu tartışmayı açık yüreklilikle sürdürdük. Farklılıkların nasıl ahenk içinde birlikte yaşayabileceği sorusu, bizim için aynı zamanda yaşam gerçeğiydi. Önyargılarımızla ve tezatlarımızla yüzleşmek her gün yaşadığımız ve yaşadıkça öğrendiğimiz doğal halimizdi. Örneğin Müslüman kadınların haklarını savunurken, diğer yandan da kadınların bizzat İslami kurumlarda söz sahibi olması adına da mücadele gerçekleştiriyorduk. Bir azınlık olarak hak mücadelesi verirken, başka azınlıkların da hak mücadeleleri ile yüzleşmek ve hakkaniyetli bir duruş ortaya koymak durumundaydık. Orada Türkçe anadil eğitimi mücadelesi verirken, Türkiye’de Kürtler için bunu göz ardı etmemiz Allah’ın ayetini inkar olurdu. Orada din özgürlüğünü ve Müslümanların otonom kurumlarını savunurken, burada Alevilerin aynı taleplerini göz ardı etmek hatta onlarla birlikte mücadele vermemek, samimiyetsiz ve adaletsiz bir durum olurdu. Benzer örnekler artırılabilir. Ülkemizde azınlık dini cemaatlerin sindirilmiş halleri benim açımdan çok üzücü. Temel düsturum, kendi ait olduğun grup tarafından “öteki” olarak görülenlerin hakkını savunduğun kadar samimi ve hakkaniyetli olabilirsin.
Partiden ayrılmam gayretimi değersizleştirmiyor
AK Parti’de siyaset yapmaya nasıl başladığınızı daha önce çok defa açıkladınız. Tekrar olmaması için sormayacağım. Nihayet AK Parti’den ayrıldınız. Merak ettiğim husus şu: Böyle olacağınızı bilseydiniz yine de bu işe başlar mıydınız? Yani klasik ifadeyle: Pişman mısınız?
Samuel Beckett’e atfedilen bir söz vardır: “Hep denedin, hep yenildin. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.” Ben kendimi “yenilmiş” olarak hissetmiyorum. Bir ülkünüz varsa, o ülküye ulaşmak konusunda iniş çıkışların olacağını da tabii görürsünüz. Siyaset, benim sivil toplum alanında zaten senelerdir yürüttüğüm mücadelenin sadece daha zor dengeler içerisinde gerçekleştiği bir mecra. Benim siyasete atılma motivasyonum, herhangi bir şahsi ikbal için değildi. Bu dünyada vicdan sahibi olan herkes, ideallerini gerçekleştirmek adına kendi içinde muhteşem bir iştiyak duyar. Ben bütün hayatım boyunca bundan başka bir motivasyon tanımadım. AK Parti içerisinde de Türkiye’de adaletsizlikle karşılaşmış herkes için yoldaki taşları kaldırma konusunda bir gayret içerisinde oldum. Partiden ayrılmam bu gayreti değersizleştirmiyor. Pişman değilim, çünkü bu gayretin ne kadar değerli olduğunu görüyorum. Bugün DEVA’nın Türkiye’de oluşturduğu umudu görünce, bu gayrete hepimizin ne kadar ihtiyaç duyduğunu da görüyorum.
Bu kriz, koca bir neslin dinle ilişkisini zedeledi
Mütedeyyin bir geçmişiniz var? Bu kesimin daha önce hukuksuzluk, liyakat, Kürt Sorunu, temel özgürlükler gibi konularda söz söylediğine şahit olduk. Ama bir süredir farklı bir eğilim içinde olduğu söyleniyor. Bu sükutun nedeni nedir ?
Türkiye’de mütedeyyin kesim, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri bu ülkede dönüşümü sağlamak konusunda en umut vadeden kesimdi. Çünkü ezberleri yoktu. Kürt sorununa, anadil hakkına, Alevilere dayatılan kimliğe ve başka ötekileştirilmiş grupların meselelerine yaklaşırken herhangi bir ön kabulle yaklaşmayan bir akıl kurgulamıştı. Ve tam da bu nedenle iktidar oldu. AK Parti’nin seçildiği ilk yıllara bakın, o dönem partinin kuruluş ilkeleri sadece mütedeyyinleri değil, ülkedeki diğer azınlıkları, aklı selimleri, hür vicdanlıları da ikna etmişti. Fakat mütedeyyinler AK Parti iktidarı altında ne yazık ki bu sınavı geçemediler. Bu öyle bir facia ki, ben her gün “Önceden mütedeyyindim, ama dinî söylemleri kullanan bu iktidar dönemindeki adaletsizlikler nedeniyle dinden soğudum” diyen onlarca mesaj alıyorum. Din, ötekileştiren, baskı kuran, acı çektiren bir motif olarak algılanır hâle geldi. Bu kriz koca bir neslin dinle ilişkisini zedeledi.
Siyasi iktidar ayakta kalabilmek için bir düşmana ihtiyaç duyar hâle geldiğinde, siyasi dili de “biz” ve “onlar” diye kurgulamaya başlar. Böyle bir ortamda karşınızda vatandaş değil; hepsini düşman bellediğiniz A grubu ya da B azınlığı vardır. Politika üretmekte en gereken şeyi, yani rasyonel bakışınızı kaybedersiniz. Her yerde şer odakları ve dış mihraklar görmeye başlarsınız. Bu “düşman” illüzyonu içerisinde anlamaya çalışmak yoktur, sadece gücünüzü elinizde tutmak için sıkı sıkıya sarıldığınız ezberleriniz vardır. Türkiye’de doğru politikalar üretmeyi imkansız kılan bu ezberleri kırmaya ihtiyacımız var.
Politik mahalleler Türkiye’de yeni nesli okumaktan aciz
Muhafazakarlar, “Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele”, “ötekine saygı”, “Adil Düzen” gibi motivasyonlarla işbaşına geldi. Başarıldı mı?
Başarılmış olsaydı, biz herhalde bugün DEVA Partisi’ni kurmuş olmazdık. Tabii Türkiye’nin dinamikleri de çok değişti. Her ne kadar mahalleler dirense de toplumda gri tonlar, paradoks kimlikler çok arttı. Bildik politik mahalleler Türkiye’de yeni nesli okumaktan aciz, eski ezberlerini sürdürmeye çalışıyor. Ak Parti de bugün “dinin yanında” ve “dinin karşısında” şeklinde toplumu ayrıştırıp iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Oysa artık mücadele özgürlükçü demokratlarla otoritarizmi savunanlar arasında. Bu arada otoritarizmi savunan sadece Ak Parti değil; her partide var bu. Biri din adına, diğeri ulus adına, bir başkası dünya görüşü adına suni kutuplaşmaları körüklüyor. Bu sebeple DEVA Partisi bugün Türkiye gerçeğini ve toplumsal ihtiyaçları doğru okumuş ve geleceğini inşa etmeye aday demokratların hareketi olarak tam zamanında çıktı.
Karşı karşıya olduğumuz kriz, bu feci siyasi dilin sonuçlarını kestiremeyen ya da kestirmek istemeyen siyasetçilerin marifeti
Kamuoyunda ve siyasi çevrelerde en çok yakınılan konulardan biri toplumdaki kutuplaşma. Bu politik bir yöntem sanırım. Peki bunu bir siyaset yöntemi olarak ortaya çıkaran kim ? Nerede karar veriliyor?
Toplumsal kutuplaşma bir zorunluluk değil. Daha farklı bir siyasi dil, daha farklı bir toplumsal atmosfer mümkün. Dahası ekonomik refah ve uluslararası prestij de tam olarak bunlara bağlı. Burada bana kalırsa bir şeyi açıklığa kavuşturmak lazım: Hiçbir ırkçı, hiçbir faşist, hiçbir otokrat “Ben şu an çok kötü bir şey yapıyorum” diye düşünmez. Hepsi önce kendisine “haklı” gerekçeler bulur. Dolayısıyla şu anda karşı karşıya olduğumuz kriz, bu feci siyasi dilin sonuçlarını kestiremeyen ya da makam, koltuk, iktidar gibi belli gerekçelerle bu sonuçları kestirmek istemeyen siyasetçilerin marifeti. Her zaman vardı, ama bugün AK Parti’nin gerçekleştirdiği kadar güçlü ve ezici bir biçimde değildi. Ama yineliyorum: Tek alternatifimiz bu değil. Daha müreffeh, daha huzurlu, birbirine daha sıkı kenetlenmiş bir toplumsal atmosfer hem mümkün hem de yüzyıllardır türlü acılar çekmiş bu coğrafyanın insanları tam da bu huzur atmosferini hak ediyor.
AK Parti’de bir itfaiyeci gibi koşup durdum
Gerek DEVA Partisi’ne, gerekse de Gelecek Partisi’ne “Şimdiye kadar nerelerdeydiniz” deniliyor. Ben de sormak istiyorum: Şimdiye kadar neredeydiniz?
Kendi adıma hep buradaydım. Bu ülkenin siyaset, ekonomi, toplumsal damarını kangrenden kurtarmaya çalışıyorduk. Hazırladığımız raporlarla, yazdığımız sayısız bilgi notlarıyla, yaptığımız arka plan görüşmeleriyle bir itfaiyeci gibi gördüğümüz her türlü tekil sorunu halletmek için koşup durduk. Ne zamanki o ipi elinde tutan iradeyi ikna edemeyeceğimizi ve gerçekleştirebildiğimiz olumlu gelişmelerin yaşanan sistematik olumsuzluklar karşısında âdeta yok derecesinde olduğunu anladık; o zaman çözüm için farklı bir yerden seslenmeye başladık. Kangrene dönüşen dokuları kurtarmak için hâlâ geç değil. DEVA tam olarak bu aklı üretiyor.
2016’da Ahmet Davutoğlu’nun istifa etmesine neden olan süreç Türk siyasi tarihine girmeye aday. O günlerde siz de Ak Parti’de milletvekiliydiniz. O süreci analiz etmenizi istersem neler söylersiniz?
Çok içinde olmadığım bir süreç. İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı olarak insan hakları ihlalleriyle mücadeleye boğulmuş vaziyetteydim. Kulis de bilmem, sadece o dönemde yürütme tarafından da çok yalnız bırakıldığımı hatırlıyorum. Sorunlar o zaman da ciddi manada vardı. Sonra başlamadı, sadece her geçen gün arttı.
Davutoğlu, yetkileri MKYK tarafından tırpanlandıktan sonra istifa etti. Siz de bu olaydan 2 yıl sonra MKYK’ya girdiniz. Bu söylemlerinizle uyumsuz değil mi ?
Değil. Çünkü benim gündemim o zaman da farklı değildi. Sonra da değişmedi. Benim ilkelerimin kişilerle bir alakası yok. 2018 seçim öncesi siyaseti bırakacak noktadaydım. Seçim sonrası MKYK’ya girdikten sonra her geçen gün ümidim daha fazla tükendi. Bunu içerde de ifade ediyordum. Bu ifadelerimi okurken, bunları ilk defa duyduğunu söyleyecek kimse yoktur yani.
Kendimizi kaybetmişlik haline direndikçe kendimi tanıyamaz haldeydim.
Ne zaman “artık AK Parti’de duramam” dediniz. Net olarak hangi olayın ipleri kopardığını merak ediyorum.
Doğrusu hangi birisini sayayım. Artan kimlikçi popülizm ve nefret söylemleri, Avrupa’daki Türk toplumunu araçsallaştırma çabaları, Hollanda olayları, insanları cezaevinde çürüten kurgu davalar, yüzbinleri zorla terör örgütü üyesi yapan hukuk katliamları, işkence vakalarının üzerlerine gidilmemesi, yurt dışında Türkiye’nin itibarını her gün daha fazla zedeleyen utanç sahneleri, Yeni Zelanda’daki katliam videolarından medet uman korkunç psikoloji, “ezanı protesto ettiler” yalanı, “oyları çaldılar” faciası gibi o kadar çok yaşandı ki! Bu kendimizi kaybetmişlik haline direndikçe kendimi tanıyamaz haldeydim. Son bir yıl böyle geçti zaten. Çubuk olaylarıyla ilgili gördüğüm manzara tüm ümidimi bitirdiği gibi Türkiye’nin geleceği adına beni çok endişelendirdi. Demek ki iktidarı muhafaza adına aklımıza gelmeyecek birçok durum meşru kabul edilebilecekti. Bana en tepeden yöneltilen aşağılamalar, yaşananlar kadar zoruma gitmiyordu. Uzatmaların uzatması içinde İstanbul seçimleri sonrası da ders alınmayacağını görünce artık benim için inandığım değerler mi, yoksa kuruluş ilkelerine bir gün geri döneceğine dair inançtan umudumu kestiğim siyasi parti mi kararını vermek zorundaydım.
Canı yananın kim olduğu fark etmeksizin müracaat edebileceği bir hukuk işleyişimizin olması gerek
Türkiye’nin birçok sorunu olduğu ifade ediliyor. Sizce öncelikli sorun hangisi? Çözüme nereden başlanmalı?
Türkiye’nin en öncelikli sorunu mutabakat sorunudur. Bu ülkede bizi birbirimize bağlayan temel şeyin hukuk ve anayasa olduğunu kabul konusunda ciddi mutabakatsızlık var. Çözüm, adalet mekanizmasını, hukuku ve hukuki işleyişi güçlendirmek. Canı yananın kim olduğu fark etmeksizin müracaat edebileceği bir hukuk işleyişimizin olması gerek. Ne yazık ki, ülkemizde işe girmede liyakat ve adalet yok. Aynı işe eşit ücrette adalet yok. Toplumda kadınla erkek statüleri arasında adalet yok. Vergi sisteminde adalet yok. Ülkemizde, vatandaşlarımızın yüzde 43’ü kendisini ikinci sınıf vatandaş olarak görüyor. Bu adaletsizliklerle mücadele etmeli, hukukun üstünlüğünü yeniden tesis etmeliyiz. Çözüm; kuvvetler ayrılığı ve yargının bağımsızlığını tekrar sağlamak, ayrıca herkesin eşit vatandaş olduğu bilinci ile yoğrulan, sivil toplumun güçlü olduğu bir toplumsal atmosfer oluşturmak.
Çok sayıda milletvekilinin Deva Partisi’ne geçmek istediğine yönelik iddialar var. AK Parti’de öyle bir vekil profili var mı?
Nasıl bir profili kast ediyorsunuz bilemem ama Ak Partili dostlarımı rencide edecek bir dil bize yakışmaz. Çoğu gidişatın farkında aslında. Süreç içinde kim ne şekilde irade ortaya koyar bilemem. Ben ancak kendi adıma konuşabilirim. DEVA Partisinin kapısı, program ve ilkelerine uygun, iyi ve temiz siyaset yapan, demokratlıktan ödün vermeyen herkese açık.
Deva Partisi yeni bir siyaset vizyonu ortaya koyma iddiasında. Bu vizyonu teşkilatlarda da görebilecek miyiz? Nasıl bir örgütlenme modeli izleyeceksiniz?
Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum: DEVA Partisi kişilerin sağcı, solcu, Kürt, Türk, Alevi, Sünni gibi kimlikleri ile ilgilenmiyor. Partimizin kurucuları da bu kimliklere hapsolmamış, toplumun her kesiminden, birçok farklı meslek gruplarından ve düşünce dünyasından gelen kişiler. Genel Başkanımızın da ifade ettiği gibi teşkilat yapılanmamızda bizim için iki şey çok önemli olacak: İşinde iyi olması; yani liyakatı ve iyi insan olması yani hoşgörülü, demokrat, insan haklarına ve hukuk devletine saygı. Bunun yanı sıra parti tüzüğümüzde de görüleceği üzere, Türkiye tarihinde bir ilk olarak en yüksek kadın ve genç kotasına sahip partiyiz. Üçte bir kadın ve beşte bir genç kotası, ülke geneli teşkilatlanma yapılarımızda da görülecek.
Ümidi yeşertmek için yola çıktık
Bir TV kanalında Ali Babacan’a “tutuklanma endişesi taşıyor musunuz?” diye soruldu. Gerçekten var mı böyle bir ihtimal?
Sayın Genel Başkanımızın bu soruya cevabını hatırlatmak isterim: “Biz her şeyi göze aldık. Ülke bu durumdayken içimiz aksi bir duruma el vermedi.” dedi kendisi. Türkiye’de içinde bulunduğumuz bu ortamda hiçbir şey için “asla olmaz” diyemeyiz. Ancak eminim ki partimizin tüm organları Genel Başkanımızla aynı düşüncededir. Korku siyasetine teslim olmak yerine ümidi yeşertmek için yola çıktık ve tahmin ettiğimizden çok daha fazla destek görüyoruz. Ülkede korku ikliminin yıkıldığı, ifade özgürlüğünün baskı altına alınmadığı, “bunu yazarsam başıma ne gelir” diye düşünülmeyecek bir Türkiye için çalışıyoruz.
Gelinen noktayı Erbakan Hoca’nın tarzıyla mukayese etmek her şeyden önce kendisine saygısızlık olur
2001’de Yenilikçi Hareketin iki ismi Gül ve Erdoğan artık lider sultasının olmayacağını söyleyerek Erbakan’ı eleştiriyordu. Erbakan ile Erdoğan’ın liderlik anlayışını kıyaslarsanız neler söylersiniz?
Öncelikle merhum Erbakan Hocamı rahmet ve saygıyla anıyorum. Bahsetmiş olduğunuz bu sorun, Erdoğan ve Erbakan’a özgü değil. Lider eksenli yönetme kültürü öteden beri var olagelmiştir; günümüzde de farklı tezahürlerle devam etmektedir. Bana göre çağdaş bir yönetim biçimi değildir. Erdoğan-Erbakan kıyasına gelince: Erbakan Hoca görece istişare mekanizmalarını işletir; gerekli araştırmaları yapar, ancak son tahlilde ortak karar yerine yine kendi yapmak istediği üzerinde karar kılardı. Bu arada iyi ya da kötü kendisi ile istişare edilen kişi ve mekanizmalar onore olur; küskünlüklerini bir ayrışma ve çatışmaya dönüştürmeden içerde kalmaya devam ederlerdi. Ancak Erbakan Hocanın seçimi her ne kadar kendi isteği doğrultusunda gerçekleşse de bu seçimlerde birtakım prensiplerin göz ardı edilmediği, kadronun ahenk ve hassasiyetlerinin gözetildiği hakkını teslim etmeliyiz.
90’lı yıllarda Erdoğan’ın Erbakan hoca için “tek adam, otoriter lider, politbüro, ailesini siyasete karıştırdı” gibi eleştirileri vardı. Bugün yaşananlar karşısında bunlar komik geliyor. Erbakan Hoca’da inanılmaz bir teslimiyet ve iç huzur vardı. Bilge bir insandı, öfke yoktu. Elbette anlaşamadığımız çok konu olurdu; ama kimseyi aşağıladığını hatırlamıyorum. En önemlisi hukuku ezmeye çalıştığını kimse hatırlamaz. Eminim, zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederdi her zaman. Erbakan’ın bu siyaset tarzıyla yollarını ayırdıktan sonra gelinen noktayı Hoca’nın tarzıyla mukayese etmek her şeyden önce kendisine saygısızlık olur.
Hem Sayın Cumhurbaşkanı’nın hem sizin ya da Ak Parti’yi kuran kadroların politik dokusu FETÖ ile uyumsuz. Ama buna rağmen AK Parti döneminde FETÖ stratejik neredeyse tüm kurumlarda hakim güç oldu. Neden?
Bunun nedeni çok açık: Zamanla iktidarın şirazesi kaydı ve amaç, her aracı meşru kılmaya başladı. Böylece açık toplum ve şeffaf yönetim ilkelerine aykırı biçimde demokratik olmayan vesayete karşı bir o kadar gayri meşru yöntemler meşru kabul edilmeye başlandı ve örgüt bu zemini kullanarak büyüdü ve adeta devleti ele geçirdi. Bu yapı nasıl büyüdü ve iktidar hırsıyla nasıl canavarlaştı sorusu daha derin bir konu. Türkiye’de farklı ‘mahalleler’, devletin ne demek olduğunu, öncelikli işlevinin ne olduğunu yeterince anlayamadı, Cumhuriyetin kazanımlarını değerli bulup daha ileriye taşıyamadı, adalet ve liyakat imtihanında herkes yenik düştü. “Devlet” denilen şeyin yalnızca belli bir dinî, dünyevi, ideolojik görüş üzerinde yükselmesi gerektiği anlayışı, sadece bu görüşe yakın kesimlerin kadrolaşması gibi bir anlayış bugün de maalesef aşılabilmiş değil.
Bugün Türkiye’de FETÖ’yü konuşuyoruz; bundan önce başka ideolojik grupların hükümranlığı altında inliyorduk. Türkiye’de devleti her kesimden insanın paydaşı olacağı bir yapı olarak kurgulamadığımız sürece gelecekte de bu tartışmaları aşmamız zor. Tam da bu nedenle biz bu ülkede herkesin “işte bu devlet benim devletim!” diyebileceği, hukuk temelinde herkesin birleşebileceği, bütün siyasi, dinî, ideolojik, dünyevi görüş farklılıklarına rağmen herkesin kendisini bu ülkenin onurlu yurttaşları olarak hissedeceği bir siyasi atmosferin hayalini kuruyoruz.
... Kısa... Kısa...
Kendinizi tek cümleyle tanımlarsanız ne söylersiniz?
Ben kendimi tanımlamayayım ama çalışma arkadaşlarımın bana sıkça söylediği bir şeyi söyleyeyim: Her akşam eve giderken kolumun altında dökülen dosyalar, altı çizilmiş kitaplar, sayfa sayfa raporlar ve daima daha iyisinin olabileceğine olan inancım.
Tarihi kahramanınız kim?
Elbette Peygamber Efendimiz. Yakın tarihte beni çok etkileyen kişilerin başında Mahatma Gandhi, Nelson Mandela ve Aliya İzzetbegoviç gelir.
Şu anda okuduğunuz bir kitap var mı?
Ben devamlı birkaç kitabı aynı anda okurum. Şu anda önümde Acemoğlu’nun “Dar Koridor”, Maalouf’un “Uygarlıkların Batışı”, Böckenförde’nın “Hukukçunun Ahlakı” ve Cemal Kafadar’ın “Kendine Ait Bir Roma” kitapları var. Çantamda da kitaplarımı devamlı taşırım. Yakın zamanda El-Cabiri’nin “İslam Düşüncesinde Demokrasi, İnsan Hakları ve Hukuk”, Karpat’ın “Türk Demokrasi Tarihi” kitaplarını okudum.
En son izlediğiniz film hangisi?
Hannah Arendt
Çocuklarınızın da gelecekte siyasete girmesini ister misiniz?
Siyaset iyi şeyler yapmak adına tek merci değil. İnsanlığa hizmet etmenin yolları sayısızdır. Ben bir baba olarak çocuklarımı çıktıkları her yolda destekler, önlerinden gidip onları alıkoyabilecek engelleri aşmaya çalışırım. Gerisi istidatları uyarınca kendi bilecekleri iş.
Tarihte yaşasaydınız hangi dönemde yaşamak isterdiniz?
Elbette Efendimizi tanımak isterdim, Hz. Ömer ile farklılıklarla bir arada yaşamı konuşmak, Hz. Ali ve Ömer bin Abdülaziz’le adalet üzerine sohbet etmek, kurtuba kütüphanelerinde vakit geçirmek, Engizisyon mahkemelerine karşı Castellio ile vicdan özgürlüğünü savunmak, Erasmus ile özgür iradeyi tartışmak, Fatih’i tanımak, Gandhi’nin yanında tuz yürüyüşünde olmak, İzmir’in kurtuluşunda ordumuzu karşılayanlar arasında bulunmak, birinci meclisin mebuslarıyla sohbet etmek isterdim. Gördüğünüz gibi tarihte seyahati çok keyifli bulurdum. Ama hep geçici olarak tarihte seyahat etmek isterdim. Bugünü yaşamak da güzel.
Bazı kelimeler soracağım; size neler çağrıştırdığını bilmek istiyorum:
Cennet
Sonsuz muhakemeye sahip olunan yer.
Cehennem
Mazlumun bedduasının vücut bulmuş hali.
Para
Fazlasının esir alabildiği zorunlu bir araç.
İktidar
Huzursuzluk ve adaletsizlik doğurduğunda anlamını yitiren güç
Teknoloji
Yeni dünya
The Independentturkish