Doğu Akdeniz’de eller tetikte
Cumhurbaşkanlığı kabinesinin gündem konularından biri de Akdeniz’de yaşananlar...
Mısır ve Yunanistan arasında imzalanan deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşması Ankara tarafından ‘yok hükmünde’ kabul edildi ancak sular durulmuyor. Bugün toplanacak Cumhurbaşkanlığı kabinesinin gündem konularından biri de Akdeniz’de yaşananlar...
EDAM Başkanı Sinan Ülgen, Yunanistan’ın siyasi baskı kurmaya çalışacağını, Türkiye’ninse deniz kuvvetleriyle caydırıcılığını konuşturacağını belirtiyor ve “Doğu Akdeniz’de silahlı çatışma ihtimalini dışlamak mümkün değil” diyor.
Ülgen’e göre, Libya’daki askeri harekatın bundan sonraki safhaları içinse hava üstünlüğünün sağlanması şart: “Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığı için kritik husus, Trablus hükümeti kontrol alanı ile hava ve deniz köprüsünün korunması”. Ülgen, Türkiye’nin F-35 programına geri dönebileceğini düşünüyor.
- Akdeniz’de sıcak günler yaşanıyor. Libya’da da büyük hareketlilik var ama son gelişmeyle başlayalım istiyorum: Ankara, Mısır ve Yunanistan’ın imzaladığı yetki alanı anlaşmasını “yok hükmünde” saydı. Çatışmaya kadar tırmanır mı bu gerginlik?
Mısır ile Yunanistan bu anlaşmayı çok uzun zamandır, Mübarek döneminden bu yana müzakere ediyordu ama imza aşamasına gelinememişti. Müzakerenin uzamasının bir nedeni de Mısır’ın Yunanistan’ın bazı maksimalist taleplerini kabul etmek istememesiydi. Ancak Türkiye ile Libya arasındaki deniz yetki alanlarının paylaşımı anlaşmasının imzalanması, Atina ile Kahire’yi müzakerelerini sonlandırmaya zorladı ve bu anlaşma ortaya çıktı. Bu noktada öncelikle anlaşmanın kısmi olduğunu vurgulamak lazım. Yani Doğu Akdeniz’in tamamını kapsamıyor. İkincisi, Mısır, Rodos ve Girit gibi bazı Yunan adalarının geniş bir kıta sahanlığına sahip olduğu tezini kabul etmiş gözüküyor. Ama üçüncüsü, Kahire, Meis için bu yorumu kabul etmemiş ki anlaşma kısmi kalmış ve Akdeniz’in daha da doğusuna uzanmamış. Bu da her şeye rağmen, Mısır’ın Türkiye’nin ulusal çıkarını biraz da olsa göz önünde bulundurma gayreti içinde olduğunu gösteriyor.
- Anlaşma uluslararası hukuku çiğnemiyor mu?
Mısır ve Yunanistan, 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraflar. Bu sözleşme uyarınca, adalara genişçe bir kıta sahanlığı tanınabiliyor. Haritaya bakıldığında Girit ve Rodos’un kıta sahanlığından hareketle, 36 ve 38 boylam arasında adalar ile Mısır ana karası arasında medyan hat çizilmiş gibi gözüküyor. Bu açıdan baktığınızda uluslararası deniz hukuku ile çelişen bir boyutu yok. Bu ülkeler anlaşmayı Birleşmiş Milletler’de kayıt altına aldıracaktır zaten. Türkiye ise bu anlaşmanın kendi kıta sahanlığını ihlal ettiğini ve bu açıdan uluslararası hukuk ile çeliştiğini ileri sürecektir. Türkiye, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olmuş olsaydı, bu ihtilaf uluslararası yargıya taşınabilirdi.
- Ama...
Ama taraf değil. Dolayısıyla ihtilafın siyasi yöntemlerle ve müzakere ile çözülmesi lazım. Başka yolu yok. Tabii müzakere aşamasına gelene kadar taraflar pozisyonlarını güçlendirmek için çeşitli adımlar atacaktır.. Bunlara Doğu Akdeniz’de güç projeksiyonu yapmak da dahil. Özünde Yunanistan, AB üzerinden Türkiye’ye siyasi baskı kurmaya bakacak, Türkiye ise deniz kuvvetleri ile caydırıcılığını konuşturacaktır. Örneğin, Türkiye’nin önce açıkladığı, sonra da askıya aldığı, Meis açıklarındaki sondaj faaliyetlerine bu kez fiilen başlamak için bölgeye gemi göndermesi sürpriz olmaz. Her iki yöntem de nihayetinde çözüme hizmet eden yöntemler değil. Hatta tam tersine ihtilafı daha da derinleştirecek yöntemler. Ama maalesef bu noktada başka bir beklenti içinde olmak da pek gerçekçi olmaz. Bir süre bu karşılıklı güç gösterileri devam edecektir. Görünen o ki Doğu Akdeniz’de bir eskalasyon yaşanacak. Her iki taraf da Doğu Akdeniz’de birbirlerinin iddialarını kabul etmediklerini gösterecek eylemler içinde olacak. Ayrıca atılacak adımların niteliğine bağlı olarak bu noktadan sonra Doğu Akdeniz’de bir silahlı çatışma ihtimalini de tamamen dışlamak mümkün değil. Tabii diplomaside aslında gerilim politikalarına da yer var. Ancak gerilimin kontrol altında tutulması şart. İkincisi, gerilim politikasını da nihayetinde çözümün kapısını aralayacak bir araç olarak görmek ve bunu sürekli akılda tutmak lazım. Yoksa eskalasyon kendi başına bir politika olamaz, olmamalı.
- Şimdi atılacak adım ne olmalı?
Az önce vurguladığım üzere bundan sonra Doğu Akdeniz’de bir gerilim dönemi yaşanacak. Dolayısıyla şimdi Türkiye’nin bu gerilimi iyi yönetmesi lazım. Bunun için cepheyi küçülterek ihtilafı, Türkiye’nin tutumunu dış dünyaya daha rahat anlatabileceği Meis’in iddia edilen kıta sahanlığı sorununa odaklamalı. Zira Türkiye ana karasına bu kadar yakın bir adanın Yunanistan’ın iddia ettiği şekilde anakaranın kıta sahanlığını bu ölçüde sınırlayacak bir deniz yetki alanına sahip olması hiçbir tarafsız ve adil gözlemcinin kabul edebileceği bir yorum değil. Yunanistan’ın bu iddiasının aşırılığını Türkiye’nin dünya kamuoyuna daha iyi anlatması lazım. Bu noktada Meis odaklı kontrollü bir gerilim politikası da akla gelecektir. Bununla beraber Türkiye’nin bir enformasyon harbine de hazırlıklı olması lazım.
- Açar mısınız?
Bizim dış kamuoyunu da kazanmamız gerekiyor. Günümüz dünyasında dış kamuoyunu da bir güç çarpanı olarak görmemiz lazım. Ve belki de bugün geldiğimiz noktada Türkiye olarak en kırılgan olduğumuz alan bu. 2019’daki Zeytindalı operasyonu vesilesiyle bu zaafiyeti gördük zaten. Operasyon ile beraber dış kamuoyunda çok olumsuz bir hava oluşmuş, Türkiye haklı gerekçelerini bile anlatma imkâanı bulamamıştı. Şimdi benzer bir olumsuzluğu Doğu Akdeniz ihtilafında yaşamamamız lazım, ama tam da burada AK Parti hükümetinin bir eleştiri yapması gerekiyor.
- Nasıl bir eleştiri?
Kamu diplomasisi için yıllarca harcanan geniş kaynaklardan sonra Türkiye’nin bu noktada olmaması lazımdı. Konu ne olursa olsun, özellikle Batı kamuoyunda Türkiye’ye bakış çok olumsuza döndü. Bunda tabiatıyla Türkiye’nin demokrasi ve temel özgürlüklerde evrensel normlardan uzaklaşmasının payı var. Ancak aynı zamanda kamu diplomasisi ile alakalı yöntemsel bir sorun olduğunu da düşünüyorum. Bunların başında diğer alanlarda olduğu gibi kaynakların partizanca harcanması var. İç kamuoyunda Batı düşmanlığı yapmayı bir alışkanlık getirmiş olan devlet dışı aktörlerle dış kamuoyuna seslenmeye çalışmanın neticesi ortada. Ama bunun da ötesinde, etkin bir kamu diplomasisi için hedef ülkelerin ekosistemi içinde kredibilitesi yüksek kurumlara ve insan kaynaklarına uzun vadeli yatırımlar yapmak gerekiyordu. Doğrusu budur.
MÜSLÜMAN KARDEŞLER’E DESTEK POLİTİKASIYLA MISIR’IN DESTEĞİ KAYBEDİLDİ
- Kriz, diplomasiyle engellenemez miydi? Gelişmeler Türkiye’nin cepheyi genişleterek sürdürdüğü dış politikasının artık yürümediğini mi gösteriyor?
Bu bağlamda kritik halka Mısır’dı kanaatimce. Zira Türkiye zaten uzun yıllardan beri Yunanistan ile ikili müzakere temelinde Doğu Akdeniz’de hakça bir paylaşım için çaba gösteriyordu. 2016 darbe girişimi sonrasında akamete uğrayan bu görüşmeler, AB Dönem Başkanı Almanya’nın inisiyatifi ile yeniden başlamış, temmuz ayında Berlin’de Türk ve Yunan heyetleri arasında bir görüşme yapılmıştı. Hatta Türkiye bu müzakerelere şans tanımak adına Doğu Akdeniz’de petrol arama faaliyetlerine ara vereceğine dair de iyi niyetini yansıtan bir açıklama yapmıştı. Tam bu noktada Yunanistan’ın bu görüşmelerin ruhunu baltalayacak şekilde Mısır ile söz konusu anlaşmayı akdettiğini açıklaması muhtemelen AB için de bir sürpriz olmuştur. Ancak Yunanistan’ın bilinen bu tutumu karşısında Doğu Akdeniz’deki diplomatik dengeyi korumak ve Doğu Akdeniz’in paylaşımına yönelik pozisyonunu güçlendirmek adına Türkiye’nin yapması gereken Mısır gibi kritik bir Arap ülkesini yanında tutmak olmalıydı, oysa ki bu yapılamadı. Hatta Arap Baharı sonrasında yürütülen ve Mısır’ın iç politikasına müdahale olarak görülen Müslüman Kardeşler’e destek politikası nedeniyle Mısır yönetiminin desteği tamamen kaybedildi. Bunun sonucunda da Mısır, biraz da Türkiye’ye tepkisi sonucunda Yunanistan’ın tezlerini kabul etti ve Atina ile anlaşmayı imzaladı. Dolayısıyla 2011 sonrasında Mısır’a yönelik hayata geçirilen agresif politikanın faturası Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı grubun güçlenmesi olarak karşımıza çıktı. Bu örnek kendi başına iç politika saikleri ile dış politika yapmanın tehlikesini anlatıyor. İç politikada popüler olan eylem ve söylemler, dış politikada mevzi kaybına yol açabiliyor.
EKONOMİYE 12 MİLYAR DOLARLIK FÜZE!
- Akdeniz’in bir başka kanayan yarası Libya’ya gelirsek: Siz askeri harekâtın geleceği açısından en önemli unsurun hava üstünlüğü olduğu düşüncesindesiniz. Bu konuda EDAM’ın bir analizi de yayımlandı. Türkiye’nin hava üstünlüğünü ele geçirmek için hangi silaha, nasıl bir konumlandırmaya ihtiyacı var?
Libya’daki askeri harekâtın bundan sonraki safhası için hava üstünlüğünün sağlanması şart. Zira karşımızdaki blok, Türkiye destekli Sarraj hükümeti güçlerinin ilerleyişini engellemek için hava kuvvetlerini devreye sokacaktır. Zaten temmuz ayında Al Watiya Hava Üssüne yapılan hava saldırısını da bunun ilk göstergesi olarak okumak lazım. Bu bağlamda Türkiye’nin maalesef elinde kolay bir opsiyon yok. Aslında ideali TCG Anadolu’nun envantere girip F35B savaş uçağı ile mücehhez olmasıydı.
- Bu formül Türkiye’ye nasıl bir avantaj sağlardı?
Türkiye böylelikle bu uçak gemisi üzerinden Doğu Akdeniz’de güç projeksiyonu yapıp Libya semalarında da hava hâkimiyetini sağlayabilirdi. Ama TCG Anadolu, henüz operasyonel değil. Kaldı ki S-400 tercihi yüzünden bu gemide kullanılması düşünülen ve alternatifi bulunmayan F-35B’lerin teslimatı da olmayacak. Anadolu’dan kalkan ve havada ikmal yaparak Libya’ya gelecek F16’lara dayanarak hava üstünlüğünü tesis etmek ya da Libya içinde bu uçakların konuşlandırabilecekleri bir hava üssü bulmak opsiyonlarımız arasında. Trablus’un batısındaki Al Watiya Hava Üssü’nün bu amaçla tahkim edilmeye çalışıldığını düşünüyorum. Ama tabiatıyla milyonlarca dolarlık F16’larımızı oraya konuşlandırmadan önce, buranın hava saldırısına karşı yeterince korunaklı olmasını sağlamak lazım. Hava savunmasına dair mevcut envanter ile Rusya’nın Mig 29 ve Su-24, Mısır’ın F16 ve Rafal, BAE’nin Mirage uçaklarına karşı bunun tamam anlamda sağlanabileceğine emin değilim. Nitekim Libya’da konuşlandırdığımız MIM-23 Improved Hawk SAM ve 35mm Korkut hava savunma sistemlerinden oluşan kompozisyonun yeterli olmadığı görüldü. Anadolu’dan havada yakıt ikmal yoluyla gelecek F-16’lar bakımından da temel güçlük mesafe ve bununla bağlantılı sorti frekansı olacaktır. Zira karşımızda Libya’nın sınır komşusu Mısır’daki üsleri, hatta Rus uçakları örneğinde bizzat Libya’daki üsleri kullanabilecek hava kuvvetleri olacaktır.
- Türkiye’nin işinin hiç de kolay olmadığı anlaşılıyor...
Mesafeden dolayı Türkiye’nin hele hele Mısır Hava Kuvvetleri de devreye girerse Libya’da hava üstünlüğünü sağlayacak şekilde bir vurucu hava gücü yoğunlaşması sağlaması basit değildir, ancak bahse konu tablo, Sirte ve Cufra harekâtını akamete uğratabilecek potansiyeli haiz olmakla birlikte, Türkiye’nin Libya’daki varlığına yönelik, halihazırda, yapısal bir tehdit oluşturmaktan uzaktır. Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığı için kritik husus, Trablus hükümeti kontrol alanı ile hava ve deniz köprüsünün korunmasıdır.
- Baştan beri tavrınız net: “Kullanamadığımız bir hava savunma sistemini Rusya’dan almak uğruna F-35’ten olduk” diyorsunuz.. Türkiye’yi bu noktaya hangi akıl getirdi size göre?
Evet, başından bu yana S-400’ün Türkiye için yanlış bir tercih olduğunu düşündüm. Bunun birçok nedeni vardı. Öncelikle Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan bir füze savunma sistemidir. Stratejik eksikliği bu alandadır. Türkiye, hava savunmasını geleneksel olarak hava kuvvetlerine dayalı olarak ve gayet de başarılı biçimde yapmıştır. Hava savunması için acil bir ihtiyaç içinde bulunulduğunu söylemek Hava Kuvvetlerimize haksızlık olur. Füze savunmasında ise alınacak sistemin NATO altyapısı ile uyumlu çalışması şarttır. Zira ancak bu sayede sistem etkinlik kazanacaktır. Sistemin Türkiye dışındaki radar ve uydu altyapısından da beslenerek çalışması gereklidir. Oysa ki S-400’ün bu mimariye entegre olamayacağı açıktı. Sadece ve sadece kendi radarına bağlı olarak düşman füzeleri takip ve imha etmeye çalışacak. Bu handikap da tabiatıyla etkinliğini ve başarı şansını önemli ölçüde düşürecek. İkincisi, NATO’nun stratejik hasım gördüğü Rusya’dan stratejik bir silah sistemi tedarik etmenin sonuçları olacaktı.
- Siyasi ve askeri sonuçlar...
Elbette. Bunların başında da neyse ki henüz devreye girmemiş, ama ABD’de Biden’in seçilmesi durumunda belki de kaçınılmaz hale gelecek CAATSA yaptırımları ve kanaatimce uzun vadeli sonuçları bakımından daha da önemli olan F-35 programına dair yaptırımlar vardı. F-35 herhangi bir uçak değil. Ağ merkezli harekât olarak tanımlanabilecek yeni savaş doktrininin enformasyon karargâhı olarak görev yapabilecek, üstüne üstlük görünmezlik özelliği ile Türk Hava Kuvvetleri’ne gelişmiş hava savunma sistemleri bulunan ülkelere karşı bile derin vuruş özelliği kazandırabilecek bir uçaktı. Hava Kuvvetlerimizin Türkiye’nin F-35 programına dahil olduğu 2008’den bu yana planlanan dönüşümünde de bu stratejik platformun özel bir yeri vardı. Unutmayalım; bugün İsrail F-35 ile İran’da ve Suriye’de istediği hedefi istediği zaman vurabilecek hale geldi. Bu açılardan bakıldığında F-35’in bir alternatifi de yok. F-16 gibi 4. nesil bir avcı uçağı için birçok başka ülkeden alternatif bulabilirsiniz. Ama F-35 öyle değil. O nedenle de ben F-35’e rağmen S-400 tercihini doğru bulmadım.
- Bu çerçevedeki yaptırımların F-35 programındaki sınai ortaklığımızı sonlandıracağını da hatırlatmak gerek...
Elbette. Oysa ki Türkiye F-35 üretimine toplam 12 milyar dolar tutarında katkıda bulunacak bir üretim planına sahip olmuştu. Belki bu ihracat miktarından da önemlisi, F-35 programı Türk savunma sanayii için yeni teknolojik eşiklerin aşılmasını sağlayacak uzun vadeli işbirliklerini ortaya çıkaracaktı. Getirilen yaptırımlarla bu imkân da ortadan kalktı. Operasyonel hale getirmekte zorlandığımız bir S-400 sistemi için bu maliyeti ödedik.
TÜRKİYE, F-35 PROGRAMINA GERİ DÖNEBİLİR
- Artık dönüş olur mu?
Bu noktadan sonra hele hele Rusya ile İdlib ve Libya gibi bölgesel sorunlarda gerilim artmaya devam ederse, Türkiye’nin S-400 sistemini geri plana atacak bir çözümü hayata geçirerek en azından F-35 programına geri dönebileceğini düşünüyorum. Ama maalesef üretim zinciri içindeki rolü sona erdi. Ve bunun geri dönüşü yok. Üretici firma Türkiye’deki tedarikçi firmalara alternatif üreticiler ile yoluna devam edecek. O üreticiler hazır olana kadar Türkiye’den alımlar devam edecek neyse ki ama yeni siparişler olmayacak.
CAATSA VE HALKBANK YAPTIRIMI YOLDA
- ABD seçimlere hazırlanıyor, Trump’ın hâlâ şansı var mı?
Trump’ın popülist bir başkan olarak koronavirüs şokunu kötü yönetmiş olması, seçim şansını iyice azalttı. Bugün itibarıyla halkoyunda Demokrat Parti’nin adayı Joe Biden 8-10 puan önde gözüküyor. Daha da önemlisi seçim sonucunu belirleyen “swing state” -salıncak eyalet- olarak adlandırılan eyaletlerde bile Biden 4-5 puan önde gözüküyor. Bu şartlarda bir Biden yönetimine hazırlanmak lazım.
- Biden’ın kazanması Türkiye için daha da zorlu günlerin başlaması mı demektir?
Türk-Amerikan ilişkileri, son yıllarda Sayın Cumhurbaşkanı’nın Trump ile kurmuş olduğu kişisel ilişkilere çok bağımlı hale geldi. ABD’de müesses nizam olarak adlandırılabilecek kurumlar ile ilişkiler geri plana düştü. Biden’ın seçimi kazanması, Türk-Amerikan ilişkilerinde Trump faktörünün ortadan kalkmasını beraberinde getirecek ve Trump’ın şahsi inisiyatifi ile geri planda tuttuğu CAATSA ve hatta Halkbank yaptırımları yeniden gündeme gelecektir. Yeni yönetim ayrıca ABD’nin dış politikasına da yeni bir tanım kazandırmaya çalışacaktır. Yakın ekibinden yapılan açıklamaları esas alacak olursak yeni ABD yönetimi, ABD’nin dünyada erozyona uğramış imaj ve prestijini tamir etmeye çalışacak ve bu doğrultuda ABD dış politikasını dünyada insan hakları ve temel özgürlüklerin korunmasını önceleyen bir konuma getirecektir. Yeni ABD yönetimi ile kurulacak ilişkilerin niteliği de ülkelerin içeride bu temel değerlere atfettikleri önem ve performansları ile şekillenecektir. Daha açık bir anlatımla, Trump dönemine oranla ABD daha değer temelli bir dış politika yürütecek ve kendi ortaklarından beklentileri bu hedefler doğrultusunda vücut bulacaktır.
NEDEN SİNAN ÜLGEN?
1987’de Virginia Üniversitesi’nden bilgisayar bilimleri ve ekonomi alanlarında çift ana dalla mezun oldu. Yüksek lisans eğitimine Belçika’daki Avrupa Koleji’nde devam etti ve Avrupa ekonomik entegrasyonu üzerine yüksek lisans derecesini tamamladı. 1992’de Brüksel’de Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Daimi Temsilciği’ne atandı, Türkiye-AB gümrük birliği anlaşması müzakerelerini yürüten ekipteydi. Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi’nin (EDAM) yönetim kurulu başkanı olan Ülgen, Roma’daki NATO Savunma Koleji’nin akademik danışma kurulunda görev aldı. NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in oluşturduğu bir uluslararası politika uzmanları oluşumunun parçası oldu. Özellikle savunma sistemleri konusunda yazdığı makaleler dünyanın önde gelen gazetelerinde yayımlandı. Doğu Akdeniz’de sıcaklık bu denli artıp çatışma riski konuşulmaya başlanınca, bize de sormak kaldı.
CUMHURİYET