Doğu/Batı bölünmesi

Tarih, olumlu ile olumsuzun kolay kolay ayrılmaz bir şekilde iç içe geçtiği bir karmaşa

Doğu/Batı bölünmesi


Doğu/Batı bölünmesi

Tarih, olumlu ile olumsuzun kolay kolay ayrılmaz bir şekilde iç içe geçtiği bir karmaşa

MURAT BELGE YAZDI

Son zamanlarda Türkiye’nin “zihin” dünyasında belirleyici yeri olan Doğu/Batı ikileşmesinin sonuçları üstüne sık sık bir şeyler yazar oldum. “Nasıl olmayım ki?” diyesim geliyor.  Belirli bir kesimin “kalbi” bağlarla bağlı olduğu “Cumhuriyet”in yüzüncü yıldönümünü yaşadık; o Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine, değerleri ve özlemlerine en aykırı, “aykırı”dan öte birçok bakımdan düpedüz “düşman” bir siyasi akımın iktidarında yaşadık bu yıldönümünü.  Öyle birkaç yıllık bir süre boyuna değil.  Yirmi yıldan fazla bir süre... Daha da sürmesi büyük bir şaşkınlık yaratmayacaktır.  Bu durumda bu “yüzyıllık Cumhuriyet” üstüne ne diyeceğiz?  Toplum bu rejimi ve getirdiklerini benimsemiş, sindirmiş mi?  Pek sindirmiş gibi bir hali yok sanki, ne dersiniz?

Ama toplumun hiç azımsanmayacak sayı tutan bir kesimi de batılılaşmaya bağıtlanmış durumda.  Yani toplumda Batılılaşmış ve daha da ileri derecede Batılılaşmaktan yana görünen bir kesim, bir de batılılaşma politikasını reddeden, buna muhalif kesim var.  Toplumda bu iki kesim aşağı yukarı birbirine denk iki “cephe” oluşturuyor. Bu, üstüne sık sık yazdığımız, veri kabul ettiğimiz durum. 

Ben bugün bunun değil de “Batılı” dediğimiz kesimin ne kadar batılı olduğu konusunda bir şeyler söylemek istiyorum.  Çünkü basit, yalın bir durum değil.  Ortalama derecede “okur/yazar” kesimden ortalama bir örnek seçip alalım. “İntelicensiya” konusunda temsili bir birey olsun.  Batı ve batılılar üstüne bir konu açıldığında epeyce eleştirel bir dille konuştuğunu görürüz. Örneğin Avrupa toplumlarının kendi ülkelerine olan göçü durdurma çabaları gibi bir konu. Örneğin bu alanda yardımcı olmamız için bize para ödemeleri, ama Türkiye’nin AİHM karşısında tavrı, “demokrasi” konusunda ortaya koyduğu üslup gibi sorunları hiç kurcalamamaları. Örneğin şu son Ortadoğu İsrail’in Filistinliler’e yaptığı insanlıkdışı saldırılara ses çıkarmamaları…

Bu gibi olaylar ve davranışlar olmuyor mu? Oluyor. Bunlar, ikiyüzlülük ve bencillik olarak nitelenmez mi? Nitelenir. Öyleyse eleştirilmeleri gerekmez mi? Gerekir.

O halde ben neden şikayetçiyim? “Ölçü” konusunda itirazım var. Yıllar önce gene yazmıştım.  Birtakım genellemelerden sakınmalıyız. Öncelikle, İngilizce “sweeping” dediğimiz genelleme tipiyle düşünmek ve konuşmak konusunda dikkatli olmak gerek.  “Her zaman” demek tehlikeli; “her yerde” demek de.  Ama “hiçbir zaman” veya “hiçbir yerde” demek de eşit derecede tehlikeli.  Böyle davranan batılılar var mı? Var. Peki bütün batılılar mı böyle? Hayır. Filistinliler’e sahip çıkmakta gecikme olmasına oldu. Ama demokrasiye, insan haklarına sahip çıkanlar toparlandı. Gösteriler, protestolar başladı, yoğunlaşarak devam ediyor. “Yapmayın” dediğim şeyi ben de yapayım: “genelleme.” Konjonktüre göre azınlıkta kalsa da Batı’da “her zaman” demokratik olandan yana, hem de ses çıkararak tavır alanlar olmuştur, olacaktır. Çıkarmayanlar da her zaman olabilir. Hitler, Mussolini “Batılı’ydılar, değil mi? Hala hayranları var, değil mi?

Ama “bütün” batılılar değil. Hitler’i, Mussolini’yi de gene batılılar (gene gecikerek) hallettiler.

Ben Türkiye’de intelicensiya içinde yaygın olan tavırları eleştirirken bu “toptancılığa” karşı çıkıyorum.  “Bu durumda Batı her zamanki ikiyüzlülüğünü gene göstererek…” dilinin yanlışlığına dikkat çekmek istiyorum: burada, zaman üstüne bir toptancılık var. Evet, toplumların zaman içinde tavır almalarında farklı eğilimler rol oynayabilir, bencillik ya da özgecillik gibi tavırlar öne çıkabilir.  Şu yaşadığımız dönemde bencilliğin ağır bastığı kanısındayım.  Bu devam edebilir, gerileyebilir ya da büsbütün azabilir. Ne yöne doğru gideceği biraz da demokratik güçlerin tavırlarına ve eylemlerine bağlıdır. Ama şöyle bir durup tarihe baktığımızda sözgelişi Magna Carta’dan başlayarak tutunacağımız, savunacağımız neredeyse her değerin Batı tarihinden geri kalan dünyaya yayıldığını görüyoruz -elbette önemli istisnalar var (örneğin bütün bir “kolonyalizm” tarihi)- ama işin bu yanını da unutmamak gerek.  Tarih, olumlu ile olumsuzun kolay kolay ayrılmaz bir şekilde iç içe geçtiği bir karmaşa.

Türkiye intelicensiyasının Batı ile ilişkisinin genel karakterine baktığımızda orta yerde bir “hınç” durumunun etkili olduğunu söylemek mümkün. Burada somut tarihin şöyle bir örüntü getirdiğini söylemek gerekli sanıyorum.  İntelicensiya açısından bakıldığında Batı’nın çekiciliği oldukça belirgin. “Biz de böyle olmalıyız” dedirtecek bir yığın etken var. Ne var ki, özendiğin bu dünya ile aynı zamanda da savaş halindesin. Birinci Dünya Savaşı, hele üstüne üstlük “Kurtuluş Savaşı” koşulları Batı dünyasını senin “düşman”ın haline getiriyor. Sen bir Türk aydını olarak onun değerlerine saygılısın. O seni bir gasıp olarak görüyor. 

Zaten bir genel çaresizlik içindesin ve bir vakitler bu dünyada doldurduğun yeri artık dolduramıyorsun.  Bunun hıncı da var bir yandan.  En azından toplumun bir kesimi için (örneğin bugün “Ayasofya Cami oldu” diye sevinenlerin dedeleri diyelim) bu güç kaybı önemli bir şey. Futbol maçına gidip de “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi” diye bağırmayı sineye çekmek (bunun “sineye çekmek” olduğunu anlamadan) az şey değil.

Bir toplumun intelicensiyasının belirli bir konuda duyguları böyle biçimleniyorsa “halk” dediğimiz kesimin tarihi daha doğru ve dengeli bir şekilde değerlendirmesini beklemek pek gerçekçi olmaz.  Ayrıca bizim tarihimizde birçok olay ve bunların popüler zihne mal olma biçimi zenofobik bir kalıba girmeye epey yatkındır; ama buna başka bir yazıda girelim.  

Böyle olunca, “intelicensiyanın bir kesiminin hemen benimsediği “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” bilgeliği baş köşeye geçip oturabilir elbet.  Bunu söyleyip duranlar acaba bunun “Ben kimseye dost gözüyle bakmıyorum ve bakmayacağım” mesajı da verebileceğini düşünmüş olabilirler mi? 

Yani, sonuç olarak, bizim tarihimizde Doğulu ve Batılı sıfatlarıyla (ya da benzerleriyle) ikiye ayırabileceğimiz bir ayrışma olduğu gibi “mikrokozmos” düzeyinde de aynı ayrımın daha birey ölçekli benzerinin etkili olduğunu söyleyebiliriz, diye düşünüyorum. 

Peki, bu toplumun “batılı” olmayı seçmiş kesiminin aslında net bir seçme yapamadığını ya da aldığını söylediği tavrın gereklerini ikirciksiz yerine getirmediğini söylemiş oluyorum. Bir de öbür uca bakalım. Nedir “öbür uç”? Dinine, geleneğine bağlı, muhafazakâr değerlere sahip olan ya da olduğunu söyleyen kesimdir. Peki böyle aceleyle tanımladığım bu kesim iddiasının gereğini yerine getiriyor mu? Muhafazakârlar muhafazakâr mı? Neyi muhafaza ederek muhafazakâr oluyorlar?

Burada da işler söylendiği ya da sanıldığı kadar “kuralına uygun” yürümüyor sanırım. O halde neyin kavgasını ediyoruz?

Bakalım. Anlamaya çalışacağız, yazacağız.

MURAT BELGE / T24