Dünya liderliğinde ABD’nin alternatifi yok

Dennis Ross'a göre Obama ve Trump'ın ortak yönü savaş maliyetlerinden kaçınmak istemeleri

Dünya liderliğinde ABD’nin alternatifi yok


Bill Clinton ve George Bush'un eski kıdemli danışmanı Dennis Ross'a göre Obama ve Trump'ın ortak yönü savaş maliyetlerinden kaçınmak istemeleri

ABD Başkanı Donald Trump, dünyayla iş yapıyor ancak uluslararası kurumlardan pek haz etmiyor. Trump’ın Birleşmiş Milletler konuşmalarında uluslararası örgütlerin erdemlerinden bahsettiğine şahit olmak mümkün değil, genelde ABD’nin bakış açısını vurgulamayı tercih ederek, her ülkenin kendi menfaatlerini gözettiği mesajını vermiş oluyor. Savaş kimsenin yararına değilse dünyaya barışın egemen olması gerekmez mi?

Keşke dünyada işler bu şekilde yürüse, maalesef farklı görüş açıları menfaat çatışmalarını doğuruyor. Bazı ülkeler ve aktörler ötekinin hakkını teslim etmeyi reddediyor. Rusya, Ukrayna’nın reformlarını ve Avrupa Birliği’ne katılma hakkını kabul ediyor mu? Hizbullah, İsrail'in var olma hakkını kabul eder mi? İranlılar Orta Doğu’yu kontrol etme hakkına sahip olmadıklarına inanır mı?

Trump’ın bakış açısındaki asıl sorun; ilkelere dayanmaksızın, kural ve sınır tanımaz olmasında yatıyor. Bu sayede, her ülkenin kendisinden sorumlu olduğu görüşü uyarınca, etkin olduğu yerlerden çekilme kararı alıyor. ABD’nin ayrıldığı bölgelerde ortaya çıkan yönetim boşluğunu da çoğu zaman en kötü güçler dolduruyor. 

Ortadoğu’ya baktığımızda, Bush yönetimi, yerine ikame edeceği yönetimi planlamadan Saddam Hüseyin rejimini devirdiğinde Irak’ta bir boşluk yaratmıştı. Sonuç Sünni başkaldırı, kaos ve korkunç bir iç savaş oldu. Obama yönetimi Suriye meselesine (ikinci bir Irak olması kaygısıyla) doğrudan müdahale etmemeyi tercih etti. Bu tercihin ortaya çıkardığı boşluğu dolduran güçler, yüzbinlerce insanın ölmesine, milyonlarca mültecinin komşu ülkelere ve Avrupa’ya sığınmasına yol açtılar. Trump’ın Suriye’nin kuzey doğusundan çekilme kararı da,  şu anda Rusya, İran, Esad rejimi ve Türkiye tarafından doldurulmakta olan yeni bir boşluk yarattı. Çok sayıda Suriyeli Arap mülteci Türkiye'den ayrılarak, Suriye'de yabancısı oldukları ve sınırlı kapasiteye sahip bir bölgeye yerleşmeye zorlandı.

Başkan Obama, bizi yeni savaşlara sokmak için değil, Ortadoğu’daki savaşlardan kurtarmak için seçildiğini açıklamıştı. Başkan Trump da "sonu olmayan" savaşları bitirmek istediğini vurguluyor.

 

Her iki başkanın tutumu da Amerikan halkının isteklerini anladıklarını yansıtıyor, iki lider de ağır maliyetleri olan ve meseleleri daha da kötü yapan bu tür savaşlardan çekinmenin makul olduğunu düşünüyor.

Obama ve Trump'ın diğer ülkelerle olan ilişkilerine yönelik motivasyonları taban tabana zıt. Başkan Obama küresel bir bakış açısına sahipti, Amerika Birleşik Devletleri'nin uluslararası düzeni oluşturması ve diğer ülkeler için öncü bir konumda olmasını planlıyordu. Ancak (terörle mücadelede sınırlı amaçlar dışında) güç kullanımı konusunda kararsızdı. Müdahale taleplerinde bulunanların yirmi birinci yüzyılda bunun ne anlama geldiğini anlamadıklarını savunarak güç kullanımında isteksiz bir tutum takınmıştı. Obama'nın bakış açısının etkin olabilmesi için bu görüşün diğer güçler tarafından da kabul görmesi gerekirdi ki durumun öyle olmadığı açık.

Trump’tan farklı olarak Obama, ABD’nin uluslararası sorumluluklara sahip olduğunu kabul ediyor. İklim değişikliği, salgınlar ve terörizm gibi zorlukların üstesinden gelmek için diğer ülkelerle çalışmanın zorunluluğuna inanıyordu. Trump ise ancak ABD’ye bir maliyeti söz konusu değilse diğer ülkelerle çalışma taraftarı gibi görünüyor.

ABD Başkanı Trump ittifakları sevmiyor, çünkü ittifak demek sorumluluk demektir. Bu yönüyle ABD tarihindeki güce dayalı  ‘değerli yalnızlığı’ temsil ediyor. Karşılıklı saygı çerçevesinde ittifaklar kurmanın özgürlüğü kısıtladığına inanan Trump, 1930'larda Senatör William Borah'ın görüşünü benimsiyor. Bu şahsiyetlere göre, yeterince çaba göstermeyen ülkelerle yapılan ittifakların doğurduğu sorumluluklar çalışma özgürlüğümüzü sınırlar. Trump'ın NATO üyesi olan Karadağ'ı neden savunmak istediğimize dair sorgulamalarını hatırlamak yerindedir.

Elizabeth Warren gibi demokratik başkan adayları ise ittifakların önemini vurgulamakla birlikte, ABD güçlerinin tümünün Ortadoğu'dan çekilmesi gerektiğine inanıyorlar. Bölgede bir varlığımız yoksa İngilizler ve Fransızlar kuvvetlerini Ortadoğu’da aleni bir şekilde tutmaya devam eder mi? Eğer ortak tehditlere karşı mücadele etmek ve istikrarı korumaları için başka ülkelere destek vermemiz menfaatimize ise, bize güvenebilmeleri gerekir. Ancak bu ABD kuvvetlerinin bilinçsizce farklı ülkelere konumlanması anlamına gelmez.

Buna karşılık, Amerikan liderleri attıkları adımların sonuçlarını ve etkilerini derinlemesine incelemekle mükelleftir. Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, yerel ortaklara yardım etmek, ihtilafları çözmek ve diplomasiyi desteklemek için ülkelerde az sayıda etkin kuvvet bulundurmakla, devletleri yeniden yapılandırmak için on binlerce askeri savaşa sürmek arasında ciddi farklar bulunmaktadır.

Amerikan yönetiminin dünyaya ve iç kamuoyuna, bakış açımızı doğru yansıtmak için bir konsepte ihtiyacı var. Trump’un yaklaşımlarını reddederken ABD’nin rolünü anlaşılır bir şekilde dünyaya açıklamaları gerekir.

Yurt içinde ve yurt dışında tepkiyle karşılanacağını bilsem de kişisel önerim şu yöndedir;  ABD’nin, ekonomik ve askeri gücü nedeniyle dünyadaki diğer ülkelerden daha fazla sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluk her savaşa katılmasını, her sorunu çözmesini gerektirmez ancak her ülkenin sağlıklı gelişim gösterebileceği, daha güvenli,  daha temiz ve daha az çatışmalı bir dünyanın kurulmasına olanak sağlar. Bu durum aynı zamanda bizim yararımıza olur, nitekim sınırların saydamlaştığı küresel dünyada terörizm, iklim değişikliği, salgınlar ve ekonomik çöküşlerin etkisinden kendimizi yalıtamayız. Bu riskleri de tek başımıza azaltamayacağımız düşünülürse, diğer ülkelerle ve taraflarla ortak çalışmamız zorunludur.

Kendi başımıza yapamayacağımız bir diğer husus ise, yönetim boşluklarının oluşmasını önlemektir. Bu boşlukların oluşmasını engellemezsek er ya da geç onları dolduran güçlerle karşı karşıya gelmemiz söz konusudur.  O zaman daha az seçeneğe sahip olacağımızı ve bu tehditlerle mücadele etmenin maliyetinin daha yüksek olacağını bilmemizde fayda var.

Dünyanın koruyucusu olmadığımızı biliyoruz, istikrarın sağlanması ve yönetim boşluklarının engellenmesi için, bizimle birlikte mücadele verecek kendilerini koruyan yerel ortaklarla çalışmak için müttefiklere ihtiyacımız var. Fakat müttefiklerimizi dikkate almadan bu partnerlerimize ihanet etmemiz durumunda hiçbirine sahip olamayız. Örneğin; IŞİD güçlerini hava saldırılarıyla asla sonlandıramazdık. Karadan bir savaş verilmesi gerekiyordu ve Kürtlerin öncülük ettiği ‘Suriye Demokratik Güçleri’, 11.000'den fazla insanı kaybederek şiddetli kara savaşları yaptı. ABD ise bu güçlere,  lojistik, silah, istihbarat ve iletişim desteği sağladı. Bu sayede ABD, topçu ateşi ve hava saldırılarıyla girdiği çatışmalarda çok hafif kayıplar verdi. Bu örnek, şimdilik uzak gözüken ama kısa sürede kıyılarımıza yaklaşabilecek tehditlerle karşı karşıya kaldığımızda gelecek için bir model teşkil eder. ABD ileride bu modeli uygulamak istiyorsa güvenilir olmak zorundadır.

Bu mantıklı mesaj uyarınca, dünyada öncül rolü üstlenmek için Amerika Birleşik Devletleri'nin alternatifi yoktur. ABD er ya da geç ilkelerini yansıtan bu rolü oynayacaktır. Bu, 2021'de mi yoksa 2025'de mi olur? onu zaman gösterecek.

 

*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Dennis Ross   Şarku'l Avsat