Dünyayı değiştiren adam Hz. Muhammed

Çöküşün sebebi Gazali değil

Dünyayı değiştiren adam Hz. Muhammed




İslam düşüncesi bir solcunun gözünden yazıldı: Çöküşün sebebi Gazali değil

Odatv olarak Sadık Usta ile “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” serisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

  

Yazar Sadık Usta’nın hazırladığı Dünyayı Değiştiren Düşünürler serisinin son kitabı Kafka Kitap tarafından yayımlandı. Sadık Usta 5 kitaplık “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” serisinde felsefe ve uygarlık tarihine ışık tutuyor.

Kafka Kitap’tan çıkan bu seride, Sadık Usta, “tarihte ne yapılmış, ne yapmışlar da dünyayı değiştirmişler” sorusuna cevap arıyor.

Odatv olarak Sadık Usta ile “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” serisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

“SOL GELENEK, İSLAM UYGARLIĞI KONUSUNA ÇOK AZ İLGİ GÖSTERMİŞTİR”

İşte o söyleşi:

-Dünyayı Değiştiren Düşünürler dizisinin beşinci ve son kitabını İslam uygarlığına ayırmayı tercih ettiniz. Sol gelenekten gelen biri olarak İslam uygarlığını incelemek nasıl bir deneyimdi? Nasıl bir araştırma süreci yaşadınız?

Bugüne kadar sol gelenek, İslam uygarlığı konusuna çok az ilgi göstermiştir. Çoğunlukla, bu konuda araştırma yapmış birkaç yerli ve yabancı ismin çalışmaları yeterli görülmüştür. Ne yazık ki bu çalışmalar da doğrudan birincil kaynaklara başvurularak yapılmamıştır. Türkiye’de bu konuda çalışma yapmış ve birincil kaynaklara başvurmuş isimlerse, üzülerek belirteyim ki İslam uygarlığına tarihselliği, yani kendi dönemsel koşulları içinde oynadığı rol açısından yaklaşmamış, aksine o günün uygulamalarını Batı merkezli bir perspektifle veya günümüzün aşırı siyasileştirilmiş (laikliği savunma adı altında) bakış açısıyla değerlendirmeyi gerekli görmüştür. Bu yüzden bu çalışma, en azından benim açımdan “bilinmeyen bir coğrafyaya” ayak basma şeklinde olmuştur.

İlk dört cildin konusu, neredeyse 40 yıldır üzerinde çalıştığım, yıllardır haşır neşir olduğum Batı felsefesini esas alıyordu. Tabii bunu, birinci ciltteki Hint ve Çin felsefesini de dışarıda tutarak söylüyorum. Hint ve Çin felsefesi de sol-laik gelenek tarafından çok incelenmemiştir. Sol esas olarak uygarlık tarihine siyasi açıdan yaklaşmış; bunu tamamladığı ölçüde Yunan kökenli felsefeye veya Marksist felsefeye ilgi göstermiştir.

“HEM LAİK-SOL HEM DE İSLAMCI ÇEVRELERLE ETRAFLICA TARTIŞTIM”

Yeniden İslam uygarlığına dönersek; bu kitabın yazım sürecinde birçok farklı çevreyle çok yoğun bir tartışma süreci yaşadım. Özellikle sosyal medyanın olanaklarını da kullanarak konuyu, hem laik-sol hem de İslamcı çevrelerle etraflıca tartıştım. Kitapta işlediğim tezleri temellendirme çabası, ilk başlarda benim de çok fazla derinlemesine bilmediğim bir alanda yoğun bir araştırma sürecine girmemi gerekli kıldı. Sol-laik kesimle olduğu kadar İslami çevreyle de yaptığım tartışmalar, bu alanda daha da derinleşmemi sağlamıştır. Yazım süresi bir buçuk yılı bulan bu kitap, bir bakıma tartıştığım bu iki kesime hitaben yazılmıştır. Sol çevreler genelde İslam uygarlığına olumsuz yaklaşır; olumlu yaklaştığını ileri sürenlerse yıllar içinde oluşmuş önyargılarının etkisinden kurtulamamıştır. Sol-laik-aydınlanmacı çevrelerin bilinçlerini belirleyen Turan Dursun, İlhan Arsel, Arif Tekin, Cengiz Özakıncı gibi yazar ve düşünürlerin temel tezleri şunlardır: “İslam’ın insanlık kültürüne herhangi bir olumlu katkısı olmamıştır. Aksine İslam, cahiliye döneminin özgürlükçü ortamını yok etmiştir.” Yine bu yazarlar, “özgün bir İslam felsefesinden bahsedilemeyeceğini, bu kapsamda felsefe tarihine herhangi bir katkıda bulunulmadığını, yapılanın sadece Yunan felsefesinin tekrar edilmesi olduğunu ve bunu da Yeni-Platonculuk üzerinden deforme edilmiş şekliyle yaptığını” ileri sürmektedirler. Bazı çevrelerse, “İslam felsefesinin ve düşünürlerinin özgün bir tez geliştiremediklerini, Yunan’dan aldıklarını koruyarak Batı’ya aktardıklarını ve böylece ‘emanete sahip çıktıklarını’ ancak bunlara daha fazla bir misyon yüklemenin anakronizm olduğunu” söylemektedirler. Dikkat edilirse bu tezlerin tamamı esas itibarıyla olumsuzdur.

“İSLAMİ ÇEVRELERSE TAM BİR DÜŞÜNSEL SEFALET İÇİNDEDİRLER”

İslami çevrelerse tam bir düşünsel sefalet içindedirler. Bu çevreler İslam geleneğine, Hz. Muhammed’in uygulamalarına ve Kur’an’a yönelik herhangi bir itirazı anında kâfirlikle itham etmişlerdir. Bunlar, aslı astarı olmayan bilgilerle şişirilmiş, kısmen tahrif edilmiş ve ayrıca hurafelerle bezenmiş bir İslam tarihini yüceltmekten başka bir şey yapmıyorlar. İslami çevredeki akademisyenler ve özellikle de tarih yazarları, yüzyıllardır tekrar edilen ve hiçbir bilimsel temeli olmayan tezleri yinelenemeye devam ediyorlar. Felsefe adına yazılan kitaplarsa, 9.-14. yüzyıllarda yaşamış düşünürlerin eserlerindeki “Allah’ın varlığını kanıtlayan” cümle ve paragraflarla doludur. Bu çalışmaların hiçbir bilimsel değeri yoktur. Hatta bu yazarların büyük bir kısmı, İslam geleneğini ve eserlerini Batılı yazarların ve felsefecilerin çalışmalarından öğrenmekle birlikte kendi çalışmalarına “İslami” bir renk vererek “muazzam bir çalışma” ortaya koyduklarını sanmaktadırlar. Aslında bunların çabası, bir başka açıdan İslam uygarlığının düşünsel birikiminin perdelenmesine yol açmaktadır.

Bu kitabı yazarken esas olarak bu iki kesimi göz önünde bulundurdum. Kullandığım kaynaklarsa, İslami çevrenin itibar ettiği özgün İslami kaynaklardır ki bunlar; Kur’an’ı Kerim, tefsirler, mealler, Hz. Muhammed biyografileri, sahih hadisler ve düşünürlerin kendi özgün eserleridir. Bu açıdan çalışmamın özgün bir karakter taşıdığını düşünüyorum. Bu çalışmada ilk kez başta Hz. Muhammed olmak üzere on bir düşünür kendi özgün eserleri ele alınarak incelenmiştir.

-İslam uygarlığının tarihteki rolü hakkında çok farklı görüşler mevcut. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? İslam uygarlığını tarihte nasıl konumlandırabiliriz?

Az önce de bahsettiğim gibi İslam uygarlığı, insanlık tarihinin en önemli ve en kritik dönemini oluşturur. Gerçek anlamda dünyanın bütün kavimleri (Latin Amerika ve Avusturalya dışarıda tutulursa) her açıdan ilk kez bir potada erimiştir. İnsanlığın bütün kültürel değerlerinin kaynaşması ilk kez o dönemde gerçekleşmiştir. İslam uygarlığı, muazzam bir yetenekle ki birçok yabancı yazar İslam’ın birleştirici yeteneğini teslim eder, bütün mevcut dinlerin, kültürlerin birikimini sentezlemeyi bilmiş ve bu birikimi bilimsel, siyasi ve felsefi eserlere yansıtmıştır. Geçmiş uygarlıklar, bugünden hareketle veya Batı uygarlığının son iki yüzyılda katettiği uygarlık aşamasıyla kıyaslanmamalıdır. İslam uygarlığının tarihsel birikimi, o günün koşulları içinde, bir bakıma o günün Çin’i, Hindistan’ı, Rusya’sı, Orta Avrupa’sı ve Afrika’sıyla kıyaslanarak değerlendirilmelidir. Bu çalışmada Arap-İslam uygarlığının başarıları ve başarısızlıkları (birçok kaynağa başvurarak) söz konusu ülkelerin koşullarıyla kıyaslanarak değerlendirilmiştir. İslam uygarlığının tarihteki rolünü açıklamak için belki tek bir örneğe başvurmak yeterli olacaktır. Fransız tarihçi Maurice Lombard, Batılı ülkelerin, İslam ordularının fetihleri sayesinde yeniden uygarlıkla (ekonomi, bilim, kültür ve felsefe) buluştuğunu; İslam’ın ulaşabildiği yerlerin, 13. yüzyıldan itibaren gelişme gösterebildiğini ulaşamadığı bölgelerinse (Orta ve Kuzey Avrupa, Afrika’nın iç kısımları) uygarlık sürecine çok geç bir süreçte katıldıklarını saptamaktadır. Lombard bir başka yerde şunları söylemektedir: “… [ekonomik ve entelektüel hayatın çekildiği yerde çöküş; canlandığı yerde ise uygarlık yeşerir] ki bu özellikle İslam dünyasının altın çağı olan 8. yüzyılın ortalarından 11. yüzyılın sonralarına kadarki süreç için geçerlidir. İktisadi ve kültürel gelişmenin motoru, o andan itibaren Müslüman Doğu’dur. Batı ise Roma’nın yıkılışından ve barbarların saldırısından sonra, bu bölgelerden çekilmiş olan iktisadi ve entelektüel hayatın yeniden canlandırılmasını bekleyen çölleşmiş bir coğrafyadır.” Bu saptama tamamen doğrudur. Bu sorun kitapta etraflıca tartışılmıştır.

“İSLAM’IN KÜLTÜREL VE UYGARLIK BİRİKİMİNE BİR BİLİM İNSANI TİTİZLİĞİYLE YAKLAŞILMALIDIR”

-Türkiye'de hem muhafazakârların hem de sekülerlerin İslam'ı ideolojik saiklerle yanlış anladığını ifade ediyorsunuz. Bu hakikat krizi nasıl aşılabilir? Günümüz İslam düşüncesine dair neler söylemek istersiniz?

İslam’ın 7.-14. yüzyıllar arasında oynadığı tarihsel rol, az önce de belirttiğim gibi günümüzün siyasi amaçlarına uygun bir anlayışla kavranamaz veya değerlendirilemez. İslam’ın bugün siyasi açıdan oynadığı rolle, geçmişte oynadığı tarihsel rolü birbirine karıştırmamak lazım. Geçmiş düşünsel mirasa, İslam’ın kültürel ve uygarlık birikimine bir bilim insanı titizliğiyle yaklaşılmalıdır. Bilimsel ölçütler, bilimsel ahlak ve gerçek aşkı elden bırakılınca tarihsel hakikat de elde edilemiyor. Onlarca yabancı İslam tarihçisi ve felsefe uzmanı, İslam uygarlığına ilişkin bilimsel ve tarihsel hakikate birincil kaynaklara başvurarak ulaşmışlardır. Bizim yapmamız gereken de budur. Tarihsel hakikatlere kendi özgün kaynakları incelenerek ve yine bu eserlerin meydana gelmesini sağlayan tarihsel süreçler araştırılarak ulaşılabilir. Ne birçok İslami düşünür ve araştırmacının yaptığı gibi, yani aklın süzgecinden geçirilmemiş her bilgiyi Tanrısal hakikatmiş gibi kabul etmeliyiz ne de birçok laik-sol düşünür ve yazarın yaptığı gibi geçmiş olguları bugünün modern bilinci ve gözlüğüyle değerlendirmeliyiz. Bilimsel yaklaşım elden bırakıldığı sürece ne hakikat ortaya çıkarılabilir ne de bu iki kesimin ortak bir paydada buluşması mümkün olabilir. Ne yazık ki kaleme alınan birçok yeni kitap, yıllardır bu iki kesimin arasına örülmüş bariyeri daha da yükseltmekten başka bir amaç taşımıyor.

Bu çalışmayla yapmak istediğimiz, önyargılardan oluşan söz konusu bariyerlerin aşılmasını sağlamaktır. Bakalım okur bu çabamızı nasıl değerlendirecek.

Günümüzün İslam düşüncesine gelince; kuşkusuz birçok akım klasik İslami söylemin ötesine geçmeyi denemektedir. Ancak bu çevrelerde de gerçek anlamda felsefi bir çaba söz konusu değildir; yapılmakta olan iş esas olarak ilahiyattır. Günümüzde artık bilimsel yöntem ve anlayışı esas almadan, yani eleştirel aklın yöntemlerine başvurmadan felsefi alana giriş yapmak mümkün değildir. Yazılan sözüm ona felsefi eserlerse Allah’ın varlığını ve Kur’an’ın doğruluğunu kanıtlama çabasından öteye gitmemektedir. Bu ise ilahiyattır.

-İslam tarihini seküler bir gözle incelediğinizde nasıl bir hikâye çıkıyor ortaya? Hz. Muhammed sizce nasıl biriydi? İslam'ı hangi tarihsel ve toplumsal koşullar yarattı? Bugünkü Müslümanlar ve ilk Müslümanlar aynı dine mi inanıyorlar?

Kitapta da etraflıca değindiğim gibi Hz. Muhammed, dünyayı değiştiren çok az insandan biridir. Onun tarihte oynadığı rol, sadece Arap Yarım Adası’nda yaşayan Arap kavimlerinin değil, aynı zamanda Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının ve hatta bugün medeniyetin merkezi olarak kabul edilen Avrupalı halkların kaderini de kökten değiştirmiştir. Bu saptama, bazılarına çok iddialı gelebilir fakat eğer yıllarca tekrar edilen bazı önyargılar bir kenara bırakılır ve konuya bilimsel, yani olgular temelinde, tarihsel ve hakikatler ışığında bakılırsa durumun farklı olduğu görülecektir. Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonu, siyaset ve devlet adamlığı; özellikle de Kur’an’ın ayetleri üzerinden Araplara ve Müslümanlara tebliğ ettiği dini-toplumsal ilkeleri, insan aklının tahmin edemeyeceği çapta hem uygarlık hem de düşünce tarihini belirlemiştir.

Daha önce yayımlanan dört ciltte de ifade ettiğim gibi, uygarlık tarihini derinden etkilemiş ve insanlık tarihine yön vermiş birçok büyük düşünür vardır. Ki bunlar, bilimsel buluşlarıyla ve ileri sürdükleri siyasi-felsefi tezleriyle hem maddi hem de zihinsel dünyamızı kökten değişikliğe uğratmışlardır; örneğin Platon ve Marx gibi, Kopernik ve Aristoteles gibi; Einstein ve İsa gibi; Darwin ve Konfüçyüs gibi... Ancak bunlardan hiçbiri, başlattığı hareketin ardından insanlık tarihini bilimsel, siyasi, felsefi ve kültürel açıdan bu kadar derin etkilememiştir.

İslam’ı yaratan koşullara gelince: O dönemde dünya, eğer Çin’i saymazsak esas olarak Bizans ve İran imparatorlukları arasında bölüşülmüştü. Sürekli birbiriyle savaşan bu iki imparatorluk, hem milyonlarca insanın emeğini sömürmekteydi, hem savaşlarda yüz binlerce insanın ölümüne yol açmaktaydı hem de bu savaşların yıpratıcı sonuçları nedeniyle uygarlık gelişiminin önünde birer engel haline gelmişlerdi. İslam bu koşullarda, yeni bir uygarlığın bayraktarlığını yaparak onların yarattığı olumsuz koşulları aşmıştır. İslam ilk dönemlerde, kölelere, kent yoksullarına, kadınlara, gelecek beklentisi içindeki gençlere ve Mekkeli aristokratların baskısı altındaki küçük tüccarlara umut ışığı olmuştur. Kuşkusuz sonraki süreçte yoksul kitleler, hayal kırıklığı yaşayacak ve halifelerce yönetilen devletlerin zalimliklerine isyan edecektir. Fakat İslam’ın harekete geçirdiği toplumsal dinamikler, yüzyıllar boyunca sürecek muazzam bir uygarlığın başlatıcıları ve taşıyıcıları olacaklardır.

Bugünkü İslam’la geçmişteki İslam arasında teorik açıdan çok fazla bir fark yoktur fakat o günün tarihsel zorunluluklarından kaynaklanan uygulamaları, olduğu gibi bugüne taşımak toplumsal bir felakete davetiye çıkarmak olur. Geçmiş ve bugün farkı anlaşılamadığı içindir ki İslam ülkeleri toplumsal, siyasi ve ekonomik açıdan yerlerde sürünmektedir. İslam uygarlığı tarihsel bir olgudur ve insanlığa muazzam bir düşünsel miras bırakmıştır fakat o günü bugüne taşımak hem imkânsızdır hem de koyu bir gericiliktir.

-İslam’ın yayılmacı ve ganimete dayalı bir din olması onun temel bir karakteristiği midir?

Sadece İslam’ın değil, Orta çağda ortaya çıkan bütün devletlerin ve özellikle de din-devletlerinin temel karakteristik özelliği yayılmacılıktır ve iktisadi politikaları ganimet ve haraca endekslidir. Tabii bunun yanı sıra tarıma ve zanaata dayalı üretimi ve geniş bir alana yayılmış ticareti de düşünmek gerekir. Hıristiyan toplumlar, 17. yüzyıldan itibaren serbest rekabetçi kapitalizmi geliştirerek ganimet ve haraç toplayan toplumlardan sömürgeleştirme ve yaygın ticari faaliyette bulunan toplumlara yönelmişlerdir. Müslüman toplumlarsa Batılı sömürgeci devletlerin hedefi haline gelerek sürekli gerilemişlerdir.

“DİN VE FELSEFE İKİ SÜT KARDEŞTİR”

-İslam ile felsefe ilk kez ne zaman kesişiyorlar, bunun ne gibi sonuçları oluyor?

İslam ile felsefenin ilk kez kesişmesi, Arapların birbirinden farklı din ve kültürlere mensup kavimleri ortak bir devlet çatısı altında toplamak ve yönetmek durumunda kalmasıyla başlamıştır. Müslümanlar, Hıristiyan, Yahudi, Mecusi ve diğer inançlara mensup halkları yönetmek durumunda kalınca onlara henüz gelişmekte olan bir din olması nedeniyle kendi dinlerini kabul ettirme zorluğuyla karşılaşmış ve bu temelde bir İslam ilahiyatı oluşturma çabasına girişmişlerdir. İslam ilahiyatı oluşturma süreci ister istemez Kur’an ayetlerinin farklı yorumlanmasına yol açmıştır. Farklı görüşler, farklı yorumlar ve farklı anlayışlar yeni düşünsel akım ve mezheplerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Allah’ın varlığını, birliğini, evrenin yaratılışını, cennet ve cehennemi, günah ve sevabı, muhtemel günahların cezasının ne olacağı konusundaki tartışmalar ister istemez akla başvurmayı gerekmiştir ki bu da sorgulama ve her şeyden şüphe duymaya yol açmıştır.

İslam toplumunda önce birbirinden farklı düşünce akımları ortaya çıkmış, sonra bunları mezhep ve ilahiyat akımları takip etmiştir. 8. yüzyılın ortalarından itibaren de Şam, Urfa, Gundişapur ve Halep’te yerleşik olan kilise ve manastırların kütüphanelerindeki antikçağ düşünür ve filozoflarına ait eserler keşfedilmiştir. Bu eserler ilk kez Abbasiler döneminde el-Kindi’nin çabalarıyla çevrilmeye ve özümsenmeye başlamıştır.

Arap-Müslüman düşünürler, birbirinin peşi sıra çevrilen felsefi ve bilimsel eserleri, hızla özümsemiş ve bunların içeriğinin toplumda yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Tabii ki bu eserlerin çevrilmesinin ve yaygınlaşmasının esas nedeni mevcut toplumsal ihtiyaçtır. Yani birbirinden farklı onlarca kavmin yaşadığı coğrafyayı yönetmek zorunda kalan bir imparatorluğun yapacağı ilk iş, geçmiş uygarlıkların düşünsel birikimini (bilimsel, felsefi ve siyasi) incelemek ve bunlara dayanarak kendi özgün başarılarını ortaya koymaktır. Bu ihtiyaçtan doğan felsefi ve bilimsel faaliyet, yüzlerce biliminsanını ve filozofu etkisi altına almıştır.

Farabi başta olmak üzere birçok Müslüman düşünür Meşşailik (Aristotelesçilik) adı altında felsefi bir akım yaratarak Hıristiyan hükümdarların yüzyıllardır lanetleyerek Avrupa ve Anadolu topraklarından kovdukları felsefeye yeniden yaşam alanı sunmuşlardır. Bu tavır felsefe tarihinde tayin edici bir gelişmedir. En sonunda İbn Rüşd, “din ve felsefe iki süt kardeştir” teziyle din ve felsefeyi bir potada eritmiş ve böylece felsefenin Avrupa düşünce hayatında etkin olmasını sağlamıştır. Felsefe, yani Rönesans ve Aydınlanma felsefesi varlığını doğrudan İslam düşünürlerinin girişimlerine ve tezlerine borçludur. Bu yüzden kitabımda iki önemli tezi kanıtlanmak için çaba gösterdim: Birinci tez İslam felsefesinin, felsefe tarihinde tayin edici bir rol oynadığını; ikincisi tez ise İslam felsefesinin, özgün felsefi tezlere sahip olduğunu ve bu tezler sayesinde de önü tıkanmış olan felsefenin yeniden tarih sahnesine çıktığını ileri sürmektedir.

-Kitabınızda belli başlı İslam düşünürlerini öne çıkarıyorsunuz. Bu seçkiyi nasıl yaptınız? Bu isimleri İslam düşüncesi için önemli kılan nedir? Kitaptaki doğuş, yükseliş ve çöküş dönemlerini neye göre belirlediniz?

Kitapta yer alan düşünürler bu çalışmaya İslam uygarlığına ve felsefeye özgün katkıları nedeniyle alınmışlardır. Kuşkusuz bunların başında Hz. Muhammed gelir. İslam uygarlığının ele alındığı bir kitapta Hz. Muhammed’in incelenmemesi bu çalışmayı zayıf kılardı. Bu yüzden kitap Hz. Muhammed’le başlar, felsefeyi Arap ve Müslüman toplumların dikkatine sunan el-Kindi ile devam eder. En sonunda çalışma büyük düşünür İbn Haldun’la son bulur. Kuşkusuz bu eserde Biruni, İbn Tufeyl, İbn Arabi de olmalıydı fakat sonuçta her seçki öznel olması nedeniyle sınırlı ve eksiktir.

İslam coğrafyasında tartışmalı bir isim olan Gazali’ye bu çalışmada özellikle yer verdik. Bu kitapta hem Gazali’nin felsefeye yaklaşımını inceledik hem de onun İslam uygarlığının çöküşündeki rolünü tarihsel gerçekler zemininde masaya yatırdık. Aynı şekilde İbn Rüşd, hem Gazali’ye verdiği yanıt hem de Avrupa’da boy veren felsefi akımları etkilemesi nedeniyle kitapta önemli bir yer edindi. İslam düşünce tarihinde bir zirve olan İbn Haldun hem uygarlıkların yükseliş ve çöküşüne ilişkin özgün tarih teziyle hem de İslam tarihine ilişkin orijinal görüşleri nedeniyle kitapta yer aldı.

Kitap toplam olarak üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm İslam uygarlığının doğuşudur ki bu Hz. Muhammed’in hayatıyla başlar ve el-Kindi’nin tarih sahnesine çıkmasına kadar sürer. Bu sürede İslam ilahiyatını ve felsefesini derinden etkileyen akım (mutezile, İhvan-u Safa) ve mezheplere (Şia, Sünnilik, Batınilik, İsmaililik) de yer veriyoruz. İkinci bölüm İslam uygarlığının yükseliş dönemidir ki bu 8. yüzyılın ortalarından itibaren, bir bakıma Abbasilerle başlar ve Gazali’nin doğuşuna kadar devam eder. Bu dönem büyük filozof (Farabi, İbn Sina, Ömer Hayyam) ve bilimadamlarının tarih sahnesine çıktıkları dönemdir. Üçüncü bölümse İslam uygarlığının çöküş dönemini oluşturur. Bu süreç esas olarak Toledo’nun (1085), Sicilya’nın (1091) ve Kudüs’ün (1098) kaybedilmesiyle başlar ve İbn Haldun’la son bulur.

-Her şeyden Gazali'yi sorumlu tutmak yaygın bir tutum. Bu suçlamanın bir haklılık payı var mı? Yoksa oklar neden Gazali'ye çevriliyor?

Gazali bazı çevreler tarafından (laik ve sol çevre) âdeta İslam uygarlığının çöküşünden ve felsefenin İslam coğrafyasından kovulmasından sorumlu tutulmaktadır. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da modern hurafeler pek fazla önemsenmektedir. Birincisi İslam uygarlığı, Gazali henüz doğmadan çöküşe başlamıştı. 11. yüzyılın başlarından itibaren İslam âleminin üç farklı halifesi vardı; yine İslam âlemi, birbirinin gözünü oyan 10 farklı devlet ve onlarca beylik tarafından yönetiliyordu. Görüldüğü gibi ortak bir ideal kalmamıştı; ekonomi çöküşteydi, bilimsel faaliyetse sekteye uğramıştı; büyük düşün adamlarını yaratan toplumsal dinamizm durulmuş, bilimsel iklim çoktan yok olmuştu. Kuşkusuz Gazali’nin felsefeye bakış açısı olumlu değildi fakat o hiçbir yerde felsefeyi bütünüyle lanetlememişti. O felsefenin yetkin insanların uğraş alanı olduğunu, sıradan halkın felsefeyle ilgilenmesinin imana ilişkin şüpheler doğuracağını söylemiştir. Gazali döneminin en parlak zihinlerinden biriydi ki o Farabi’nin, İbn Sina’nın ve Yunan filozoflarının felsefi açıklarını yakalayacak kadar zeki bir insandı ve aslında felsefenin gelişmesini sağlayan önemli sorular ortaya atmıştı. İbn Rüşd felsefesi, Gazali öğretisinin eleştirisi temelinde yükselebilmişti ki bunun etkileri 13. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’nın seçkin üniversitelerinde ve aydınlar üzerinde görülecektir.

“AKP HÜKÜMETİNİN İLGİSİ GÖSTERMELİK”

-Son dönemde İbn Haldun'a gösterilen ilginin artmasını neye bağlıyorsunuz? 

İbn Haldun, İslam uygarlığının en parlak düşünürlerinden biriydi. Uygarlıkların yükseliş ve çöküşüne ilişkin geliştirdiği özgün düşünceler en az yüz elli yıldır tarih, felsefe ve siyaset bilimi gibi çevrelerce tartışılmaktadır. Ülkemize gelince İbn Haldun ne bir düşünür olarak ne de tarih ve toplum tezleri akademik alanda yeterince incelenmiştir. AKP hükümetinin ilgisi ise göstermelik olmakla birlikte üniversite çevrelerinde kısmi bir ilgiye neden olmuştur. Ancak sol-laik çevrenin Mukaddime gibi muazzam bir esere gösterdiği ilgi ne yazık ki çok yetersizdir. İbn Haldun hem tezleri hem de oynadığı tarihsel rolle sol geleneğin düşünsel mirası sayılır. Ne yazık ki ülkemizde İbn Haldun konusunda henüz katedilmesi gereken büyük bir mesafe vardır. Birçok yabancı ülkede İbn Haldun hakkında yapılan araştırmanın yekunu bizdekinin en az yüz katıdır.

-İslam düşünce geleneği son tahlilde bugünkü sorunlarımızı çözmek adına bize ne verebilir?

Çok önemli bir sorudur bu. İslam düşünce geleneği ne yazık ki sahipsiz kalmıştır. Yunan felsefe külliyatı, bugün felsefe tarihinde hâla etkinse bunun esas nedeni İslam düşünürlerinin Aristoteles’i, Platon’u ve diğer düşünürleri dünya düşünce tarihine taşımış olmalarıdır. İslam düşünce geleneği ise ne yazık ki 16. yüzyıldan sonra unutulmaya terk edilmiştir. Bu geleneği devam ettirmesi gereken Müslüman toplumlar ise Batı düşünce akımlarının etkisi altında kalarak kendi geleneklerine yabancılaşmışlardır.

Bu alan günümüze kadar esas olarak muhafazakâr çevrelerce önemsenmiş fakat onlar da bu işi bilimsel yönetmelerle yapmadıkları için gösterdikleri çabaları, bilimsel çevrelerce ciddiye alınmamıştır. Bu işi layıkıyla yapacak olanlar yine sol-laik çevrelerdir ancak onların da İslam tarihine yönelik önyargılarından kurtulmaları ve İslami külliyatı özgün eserlerinden veya çevirilerinden okumaları gerekmektedir. İslami yazın (felsefe, din ve siyaset) toplumumuzun kültürel geleneklerinden en önemlilerinden birini oluşturur ancak bu alanın analitik yöntemle, aklı esas alan ve sorgulayıcı bir yöntemle incelenmesi şarttır. Kuşkusuz İslami gelenek mevcut toplumsal sorunlarımızı çözemez. Bin yıl önceki toplumsal uygulama ve düzenlemeleri bugüne taşımak hiçbir şekilde mümkün değildir. İslam uygarlığının bir ürünü olan bu düşünce geleneğinin incelenmesi düşünsel alanda birçok yeni düşüncenin ve fikrin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Avrupa düşün tarihini etraflıca incelemiş bir insan olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: 8. 9. 10. ve sonraki yüzyıllarda ortaya konan felsefi, siyasi ve bilimsel tezler, Rönesans ve Aydınlanma düşünürlerini muazzam derecede etkilemiştir ki bunun izlerini tek tek saptamak benim açımdan da şaşırtıcı olmuştur.

Söyleşi: Furkan Karabay

Odatv.com