"Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” tabiri tüm partilerin gündeminde.
Nasıl bir sistem
Nasıl bir sistem
"Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” tabiri tüm partilerin gündeminde.
Hatta partisinden uzaklaştırıldıktan sonra internet medyasına yaptığı açıklamalarla gündem olan MHP’li vekil Cemal Enginyurt’un iddialarına bakılırsa, yüzde 50.1’den gün geçtikçe daha bir uzaklaşan Cumhur İttifakı’nın da parlamenter sisteme dönüşten başka bir seçeneği kalmadı. Tabii söz konusu iddiayı ciddiye alsak bile, Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı ve diğer kesimlerin parlamenter sistemden ne anladıklarıyla ilgili şüpheleri giderebilecek bir duruma tekabül etmiyor bu öngörü.
Konunun özünde/temelinde yer aldığını düşündüğümüz ve sistemin ıslahında başat rol oynayacağına inandığımız bazı noktalara değinmeden önce etkili bir yönetim yapısı oluşturmak için teknik olarak öne çıkan yönlerini kısaca özetlemeye çalışalım:
Cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırılıp, sembolik hale getirilmesi ve sorumluluklarının siyaseten ve hukuken başbakan, bakanlar kurulu ve meclis içi denetim mekanizmalarına dağıtılması. Türkiye’nin siyasi şartları, toplumsal fay hatları vb. gözetilerek hakem rolünü oynayacağı, dolayısıyla Partili Cumhurbaşkanlığının da terkedilip partiler üstü konuma oturtulacağı bir formül.
Gensoru, güven oylaması gibi hükümete karşı parlamentoda oluşturulan denetim araçlarının farklı tecrübelere dayalı olarak geliştirilmesi.
Bu siyasal-hukuki denge mekanizmalarının ve temsililik-sorumsuzluk boyutunun oluşumuyla birlikte, cumhurbaşkanını halkın ya da Meclis’in seçmesinin önemsizleşmesi. (Ancak bizim gibi sosyo-kültürel çeşitliliğin olduğu ülkeler açısından bakıldığında TBMM’ce seçimin tercih edilmesi; bu seçimin şartlarının da sistemi krize sokmayacak şekilde kolaylaştırılması.)
***
Yapıcı (Kurucu) Güvensizlik Oyu: Siyasi krizleri ve kutuplaşmaları engelleyeceği düşünülen, çeşitli Avrupa ülkelerinde denenmiş ve yürürlükte olup yeni Başbakan üzerinde uzlaşmadan mevcudun düşmesini engelleyen, bunu da üye tam sayısının salt çoğunluğuna bağlayan sistemin getirilmesi.
Daha üzerinde çokça konuşulacak olan mezkûr sistemle ilgili “Hesap Verilebilirlik, Öngörülebilirlik ve Şeffaflık” ilkelerini sağlam işletecek olan kurum ve mekanizmalara işlerlik kazandıracak anayasal ve hukuki düzenlemeler de hiç şüphesiz teknik olarak tartışılacak. Lakin bu sistemin üçüncü sacayağı olan Yargı da, hem yeni bir anayasa yapımının konusu, hem de tarafsızlık ve bağımsızlık ilkelerinin garanti altına alınması kadar, aynı zamanda ne tür bir hukuk zihniyetin inşasına yönelmemiz gerektiğine ilişkin de üzerinde düşünmemiz gereken bir alanı oluşturmaktadır.
Aslında tartışmaya açmak istediğimiz zihniyet alanı sadece yargıyı değil, hiç şüphesiz yürütme ve yasamayı da yakından ilgilendirmekle kalmayıp, bu alanlara da etki eden siyasi kültürümüzün sosyo-politik kodlarını içermektedir. Daha önce yukarıdan aşağı başlamış olan süreç, sosyo-politik beklentiler olarak artık aşağıdan yukarıya bir baskı alanını da kapsamaktadır. Nitekim, on yıllardır yargının sadece yürütme ve yasama karşısındaki bağımsızlığını değil, yargıçların kendi vicdanlarına dönük tarafsızlıklarını da içeren bir meseleyle karşı karşıyayız.
Dolayısıyla “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e geçişten daha önemli olan husus, evrensel normlarla vicdanlarımız arasında kurduğumuz bağ ve hukukun pozitif yönünden ziyade kendisini referans aldığımız alandır. Pozitif hukuk-doğal hukuk tartışmalarında da karşımıza çıkan bu mesele, aslında sadece hâkim, savcı gibi yargı mensuplarının değil, bütün bir toplum kesimlerinin sosyo-kültürel ve sosyo-politik sorunudur. Kimliklerin siyasi kültüre etkisi, siyasi kültürün hukuk ve adalet algılarımıza tesiri, içinden çıkamadığımız “tarafgirlik” ve “otoriterleşme” gibi sarmalların da kaynağını oluşturmaktadır.
***
Bugün hemen her gün yaşadığımız, konusu siyasi olan dosyaların raflarda tutulup konjonktüre uygun zaman dilimlerinde yargı mekanizması eliyle raftan indirilip hedeflenen politikalara ilişkin araçsallaştırılması; muhalifleri sindirmeye dönük sopa kılınıp siyasi karar vericilerin insafına terkedilmiş görüntüsüne mahkum edilmeleri; hukuku referans kılmayı zaaf olarak algılayan Yürütme’nin hukuki denetimden kaçabileceği sistemik düzenlemelere gitme gayreti, tam da bahsini ettiğimiz siyasi kültür ve sosyo-politik kodlarla ilgilidir.
Filmi geriye doğru sarıp somutlaştırmak gerekirse; mesela bir yargı mensubunun tarafsızlığı, hukuk normlarını hadiseye uygularken dünya görüşünden sıyrılması anlamına gelmektedir. Ancak hukukçu, bir insan olarak yorum yapmaya kalkıştığında gerek hukukun kaynağı gerekse amacı ve işlevine dünya görüşüne hizmet ettiği ölçüde yaklaşmakta beis görmemektedir.
Bu sahnenin bir önceki karesi, toplumu dönüştürmeyi amaçlayan Kemalist İnkılabı/Devrimleri korumaya dönük verilen hukuk eğitimidir. Yani o günlerin hukuk reformunun amacı, o zamanki devlet ricalinin ideolojik olarak yorumladığı pozitivist “laiklik” ve “ulusal egemenlik” ilkelerinin korunması amaçlı, hukuk terminolojisiyle söylersek bir hukuki pozitivizmdir. Yani toplumda kim yasa koyma yetkisiyle donatılmışsa, egemenliğin kaynağı kimse/hangi iradeyse (soyut şekilde “ulus” olarak nitelense de, somut olarak “kadroların iradesi”dir) hukukun kaynağı da odur. Oysa doğal hukuk felsefesinde; hukukun ‘yasa koyucunun iradesi dışında’ o iradeyi aşan bir özü/kaynağı olduğu düşünülür, varsayılır. Mesela konuya İslam hukuku açısından yaklaştığımızda “İsmet Ademiyetledir” ilkesi, vahyin indiği ilk dönemlerden itibaren bütün bir insanlığa, insanın doğuştan sahip olduğu dokunulmazlıkların/ismetlerin (makasıduşşeria) etnik, dini, ideolojik sebeplerden değil “adem olması” yani insan olması hasebiyle var olduğunu ortaya koymuş; Maide 8, Nisa 58 ve Nisa 135. ayetlerle de bu çağrıyı somutlaştırmış, adaletin kendi nefsimiz/benliğimiz/kişiliğimiz başta olmak üzere “yakınlarımız” ve hatta “ötekiler” için aynı ölçülere/mizana eşitlikçi ve ayrım gözetmeksizin tabi kılınması gerektiğinin altını kalınca çizmiştir.
***
Buradaki amacımız bir hukuk felsefesi ya da insan hakları felsefesi tartışması yapmak değil ama kültürel ve sosyo-politik kodlarımız bu ilkelerle terbiye edilmezse dün hukuki pozitivizm adına ideolojik şekilde “meşrulaştırılmaya” çalışılan vesayetçi yapılar, darbeler, darbe anayasaları ve “hukukçu pratikleri” bugün de aynıyla vaki olmak kaydıyla kendini tekrar eder ve toplumdan da destek görür. Bu defa tanımı kendinden menkul “yerlilik-millilik, beka” söylemleri ve “muhafazakarlık” olarak belirginleşen ortak fayda(!) adına hem evrensel hukuk ilkeleri rahatlıkla çiğnenir, hem de bu olumsuz tablo “tarafgirlik” adına meşrulaştırılır! Siyasetin, çoğunluğun sahip olduğu kültürel kodlar, farklı bir hukuki pozitivizm yoluyla bu defa farklı kesimlere yönelik olarak işletilir. Rövanşizm ve kutuplaşma, tüm teorik hukuk devleti çağrılarına galebe çalar. Günümüzde de maalesef yaşayageldiğimiz sosyo-politik hadiselerin arka planında bu sahada terbiye olmamışlığımız yatmaktadır.
Yasama-Yürütme-Yargı erklerinin Batılı kurumsal tecrübeler ışığında, teknik olarak doğru yorumlanıp, sisteme dahil edilmesi, doğru orantılı olarak en fazla faydayı “Genişletilmiş Parlamenter Sistem”den alabileceğimizin varsayılması, sözünü ettiğimiz insan unsuru/toplum yapısının dönüşümünü de hedefleyen bir çerçevede olmalıdır. Milli eğitimden hukuk fakültelerine kadar bu insan hakları temelli felsefi-ahlaki nosyonu kazandıracak, ideolojik/kabilevi/aşiretsel/örgütsel/etnik/milliyetçi çerçevelerden arındırılmış bir eğitim kadar, her türlü kişi ve ideoloji kültü içeren yaklaşımlardan arındırılmış bir anayasa da sarmaldan çıkmamızda önemli işlevler görecektir. Gerçek bir demokratik hukuk devleti olmazdan evvel, bir demokratik toplum ve birarada yaşamın koşullarını terbiye edilmiş/medenileştirilmiş vicdan ilkelerinden alan bir hukuk toplumu olabilmeyi gerektirir. Siyasetçilerimizin de, bürokrasimizin de, hukukçularımızın da bu toplumdan çıkacağı gerçeği, aşılması gereken engellerin kaynağını göstermesi açısından öğreticidir.
Çağdaş sistemlerin bugünkü temel dayanağı “oy çokluğu” olsa da, kadimde de örnekleri olduğu üzere yegane meşruiyetinin “insan hakları temelli bir yönetişim” olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Ne mutlu ikisini birden aynı bünyede eritebilen toplumlara!
BAHADIR KURBANOĞLU KİMDİR?
İzmir Saint-Joseph Koleji, Galatasaray Lisesi, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 1991 yılından itibaren uzun yıllar Haksöz dergisi ve Haksözhaber sitelerinde yazarlık, Ekin Yayınlarında editörlük yaptı. ‘İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemelerinin Tarihi Misyonu ve Şapka İnkılabı’, ‘Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi’, ‘Adalet, Hukuk, Merhamet’ başlıklı üç kitabı yayımlandı. Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği’nde (Özgür-Der) insan hakları ve sivil toplumsal faaliyetlere ilişkin çalışmalarda bulundu. 20162019 yılları arasında HilalTV’de yayınlanan ‘Sözü Esirgemeden’ adlı siyasi analiz programının yapım ve yönetimini üstlendi.
https://www.karar.com/nasil-bir-sistem-1588088