Haysiyet mücadelesi olarak hınç duymak

'Hrant Dink Umut Konuşması'nın ilk konuğu Umut Tümay Arslan 'hınç'ı anlattı.

Haysiyet mücadelesi olarak hınç duymak


Türklük ethosu ve suçluluk sorunu üzerine çalışan akademisyen, yazar Umut Tümay Arslan,  “Diyalogu sanki karşılıklı hoşgörü, bir tür eşitleme gibi düşünüyoruz. Egemen olanın kendine biçtiği imgenin yıkılmadığı bir barıştan ya da diyalogdan söz edemeyiz” diyor. Buradan hareketle hıncın, (Ressentiment), alt edilmiş olanın haysiyet mücadelesi olarak yeniden tanımlanmaya muhtaç olduğunu dile getiriyor.

'Hrant Dink Umut Konuşması'nın ilk konuğu Umut Tümay Arslan 'hınç'ı anlattı.

Filiz Gazi  [email protected]

İSTANBUL – Her 19 Ocak’ta Sebat Apartmanı önünde biriken sessiz kalabalığa karıştığımda hissettiğim şey rutine dönen bu anmanın kötü niyetli olmayan bir yanlış olduğuyla ilgiliydi. Anlamsız diyecek kadar kabalaşmak istemediğim ama ruhlarda taşınan yaralara, izlere faydası olmadığını düşündüğüm bu kalabalık birlikteliğin, yüzleşmenin bir parçası olmadığı sürece Ermeni toplumu için anlamı neydi?

 

İnkâr, Ermeni olmayan bizler için sadece devlet politikasıyla sınırlı tutulduğu için belki de bu anmanın zahmetsizce yapılan görevlerden biri olduğunu da söyleyebilirim. En azından kendi adıma itiraf edebilirim. Sonuçta, failin büyük büyük babalarımızın olma ihtimali olsa dahi vebalini biz çekmemeliydik. Fakat diğer yandan soykırım, suç devam etmeseydi bugün Hrant Dink yaşıyordu.

Her yıl 19 Ocak haftasında yapılacak olan ‘Hrant Dink Umut Konuşması’nın ilk konuğu soykırım ve felaketin temsili, Türklük ethosu ve suçluluk sorunu üzerine çalışan akademisyen, yazar Umut Tümay Arslan’dı. “Jean Améry, Hınç ve Umut- Anlatmaya ve Dinlemeye Sadakat” başlıklı konuşmasına başladığında Sebat Apartmanı önünde hissettiğim ama sözcüklere dökemediğim düşüncelerin sözcükleriyle karşılaştım. Hal tavır olarak sakin bir kadın, dupduru bir muhakeme ile “hıncı” anlatacaktı biz salondakilere.

Umut Tümay Arslan. (Fotoğraf: İşhan Erdinç – AGOS)

‘ALT EDİLMİŞ OLANIN HAYSİYET MÜCADELESİ OLARAK HINÇ’

‘Hınç’ duygusunun ezilenlere yasaklanmış olması aslında çoğumuzun farkında olduğu ama başka şekilde görmeye çalıştığı bir ezber ve hatta kaçış da diyebilirim. “Şiddetle diyaloğu birlikte düşünmeyi çok önemsiyorum. Egemen olanın kendine biçtiği imgenin yıkılmadığı bir barıştan ya da diyalogdan söz edemeyiz” diyen Arslan muhatabını arayan ‘hınç’ duygusunu anlatırken sözcüğün ilk anda akla gelen anlamını kast etmiyordu.

Arslan, Jean Améry’in sözcükleriyle salondaydı ve buna göre ezilenin, alt edilenin, mazlumun, güçlü olan karşısındaki patolojik intikam arzusu olarak tanımlanan hınç (Ressentiment), alt edilmiş olanın haysiyet mücadelesi olarak yeniden tanımlanmaya, anlatılmaya muhtaçtı.

Umut Tümay Arslan, hıncı şöyle tarif ediyordu: “Diyaloğu sanki karşılıklı hoşgörü, bir tür eşitleme gibi düşünüyoruz. Hıncı içeren diyaloğun egemen kimlikte yol açacağı yıkıma hazır olarak düşünmek siyasetin yolunu açabilir. Güney Afrika’daki Hakikat ve Adalet komisyonları üzerine çalışan bir kişinin anlatımıyla: ‘Hınç, siyah bir kadının oğlunu öldüren polislerin mahkemedeki gevşekliklerini gördüğün an ortaya çıkan şeydir. Özgürleşmeci hareketin ‘terörist’ saldırısında arkadaşlarını kaybeden birinin duyduğu öfke ile tam olarak aynı değil. Farklı politik öznelliklere sahipler.’ Bu düşünce çok sert gelebilir. Sistematik bir biçimde şiddete uğrayan ve o şiddetin hiç bir zaman ceza görmediği, adalet talebinin karşılanmadığı bir politik öznellikle karşımıza çıkan öfkeye başka bir ad vermeliyiz. Mazlumun öfkesini herhangi hınçla aynı şekilde düşünmemeliyiz.”

Bahsedilen ruhlardaki izlere iyi gelecek, içinde umut barındıran ve yüzleşmeyi sağlayacak türden hınçtı.

‘DİNK KAMUSAL YÜZLEŞMEYİ BAŞLATMIŞTI’

Nazilerin Belçika’yı işgaline karşı direnişe katılan Améry, Gestapo tarafından yakalanarak 1945 yılına kadar Auschwitz, Buchenwald ve Bergen-Bersen toplama kamplarında kalmıştı. Améry’e göre holokostu, Alman toplumunun ortak istek ve davranış iradesine sahip olmasıyla açıklamak düpedüz saçmalıktı. “Kolektif suçu mistik ve mitik bir içerikle dolduran tanımlamadır bu. Oysa Alman bireylerin tekil suçları eylem, ihmal, konuşma, susma, bir halkın toplam suçu haline gelmiştir.” Haliyle soruyordu: “Etraflarında ne olup bittiğini kavrayan, yakınlarındaki imha kampından gelen kokuları almamışlar mıdır? Bir gün önce kurbanların sırtlarından alınmış kıyafetleri giyen kimlerdir?”

Améry, artık var olmayan kurbanları yeniden kurulan yaşamın içine dahil edebilmenin yolunu hınç duygusuna sahip çıkmakta buluyordu. Normalleşmiş bir toplum yanılsamasına karşı duruyordu. “Hiç bir çatışma uzlaşmaya bağlanmadı. Hatırlamak, saf bir hatıraya dönüşmedi. Olan oldu ama bunun olmuş olması öyle kolay kabullenilemez. Onları bir zamanın kötülükleri olarak ele almak, topyekün kendi zamanlarına gömülü bir biçimde düşünmek normalleştirmenin önünü açıyor.”

Umut Tümay Aslan’a göre Jean Améry ve Hrant Dink kamusal yüzleşmeyi başlatmak istemişlerdi. “Her ikisi de nedenini dilde gördüğü eşitsizliği sessizleştirmeyi, şiddeti yine dil aracılığıyla çözmeyi deniyorlardı.”

‘BURADAKİ İNKAR HAYATIMIZI KUŞATIYOR’

Arslan’ın konuşmasından sonra dinleyenlerin de söz aldığı yerde Nora Tataryan hatırlattı. Anlatılan hınç, Arat Dink’in “Ben bu dünyanın bütün camını çerçevesini indirmek istiyorum” sözlerini hatırlatmıştı kendisine. Almanya’da resmi olarak kabul edilen Yahudi soykırımı ve Türkiye’deki inkar karşılaştırıldığında, burada bahsedilen anlamıyla hınç duymanın imkansızlığı vardı sözlerinde.

Etkinlik bittiğinde Rober Koptaş’la konuştuk. “İnkarın da çeşitleri var” diyor Koptaş. “Az önce dinledik. 12 yıllık Nazi geçmişi Alman tarihinin dışına çıkarılıyor. Olağanüstü bir durummuş gibi… O tarihin bir parçası değilmiş gibi… Buraki inkarda ise bütün o geçmiş; İttihat Terakki, 1915 ve sonrası, Abdülhamit dönemi olduğu gibi sahipleniliyor ve şanlı bir geçmişin parçası olarak yeniden üretiliyor. Kendime de baktım. Buradaki inkarın hayatımızı kuşatan bir şey olduğunu düşündüm. Diyalog yolunu kapatıcı öfke, hınç gibi ‘negatif” addedilmiş duyguları kendimize yasaklıyoruz. Diyaloğu sürdürme yükü hep omuzlarımızda. Marjinalize edileceğimizi düşündüğümüz için diyalog kanadını kaybetmemek için kendimize yasakladığımız duygular aslında belki de bazı Türkler için en azından gerçek bir yüzleşmeyi sağlayabilir, sarsıcı olabilir. ‘Yüzleştik işte daha ne’ gibi bir yaklaşım da var. Erdoğan’ın 2014 yılı, 24 Nisan’da yaptığı taziye açıklamasında olduğu gibi… Soykırımdan miras alınmış avantajlar terk ediliyor mu? Hayır, asla.”

Rober Koptaş’ın “Diyaloğu sürdürme yükü hep omuzlarımızda” dediği görünmeyen şiddetti.

Jean Améry intihar ederek hayatına son verdi. Hrant Dink öldürüldü. Umut ilkesini çiğnemek istemem. Yazıyı böyle bitirip bitirmemekte tereddüt ettiğimi bilhassa belirteyim. Her 19 Ocak’ta Sebat Apartmanı önünde hissettiğim huzursuzluğun bir sebebi ise kamusal yüzleşmeyi sağlamak için adım atmanın zorluğu.

DUVAR