İç tehdit, dış tehdit, full tehdit!
“Türkiye’de darbe tehlikesi var” demek “iş başındaki iktidar ülkeyi yönetemiyor” demekle aynı kapıya çıkar
Hiçbir yönetim bir dış tehditle karşı karşıya olduğu zamanlarda ülkedeki toplumsal kutuplaşmanın, ihtilafların ve çatışmaların büyümesini, keskinleşmesini istemez.
Siz eğer içerideki kavgaları bitirmek şöyle dursun daha da alevlendirmek için uğraşıyorsanız dışarıda ciddiye aldığınız bir tehdit yok demektir. Bir yönetim içerideki toplumsal ayrışmanın keskinleşmesini tek bir sebeple isteyebilir: Kendi tabanını bir arada ve mobilize halde tutmak için.
İktidar kanadının “iç tehdit, dış tehdit” laflarını ciddiye almayanlara verdiği cevap ise standart: “15 Temmuz’da darbe girişimi yaşanmadı mı? O zaman olduğuna göre yine olabilir.” Bu cevabı ikna edici bulmak için zihninizin mantık yetisini devreden çıkarması gerekir. 15 Temmuz’dan bugüne kadar dört koca yıl geçti. Bunca zaman boyunca siyasi iktidarın yetkilerini çoğaltmak, güçlerini artırmak için yapılabilecek her şey yapıldı. “Devletin çok daha kolay yönetilmesini sağlayacağı” vaadiyle halka sunulan Başkanlık rejimine geçmek dahil. Buna rağmen hâlâ darbe tehlikesi ortadan kaldırılamadıysa bu kimin kabahati?
***
Kimse kusura bakmasın, “Türkiye’de darbe tehlikesi var” demek “iş başındaki iktidar ülkeyi yönetemiyor” demekle aynı kapıya çıkar.
Haddizatında 15 Temmuz kalkışmasına hazırlıksız yakalanmış olmamız da devletin iyi yönetilmemesi sorunuyla doğrudan ilgiliydi. FETÖ’nün dershanelerinde çocuğunu okutanlar, bankalarında hesabı bulunanlar, gazetelerine abone olanlar birer birer tespit edilip cezalandırılırken bu habis örgütün ordu içindeki uzantılarına dokunulmaması yönetim zaafı değilse neydi? Fetullahçı hakimler, savcılar, polisler, öğretmenler mesleklerinden uzaklaştırılırken ordu mensupları için harekete geçmek için darbe girişiminin gerçekleşmesini beklemek başka nasıl açıklanabilir?
Hiç değilse 7 Şubat’tan, hadi olmadı 17-25 Aralık sürecinden itibaren devletin radarına girdiği muhakkak olan söz konusu örgütün TSK içindeki kripto unsurlarının varlığı meçhul değildi. Devlet kurumlarını bırakın, sağır sultan bile FETÖ’nün öncelikli hedefinin orduya sızmak olduğunu, yaklaşık kırk yıldır bunun için uğraştığını biliyordu. Hatta bunların Hava Kuvvetlerindeki mevcudiyetlerinin oranının yüzde 90’lara ulaştığı, Genelkurmay’daki personel ve istihbarat dairelerinin tamamen bunların elinde olduğu gibi detaylar neredeyse kahvehane sohbetlerinde konuşuluyordu.
Bütün bunlara rağmen 17-25 Aralık’tan sonra bütün kurumlar hallaç pamuğu gibi atılırken TSK’ya dokunulmadı. KARAR 15 Temmuz’dan iki hafta kadar önce bu soruları gündeme getiren bir manşetle çıkmıştı. Üzerine alınan olmadı.
Bütün bu tuhaflıkları birtakım komplo teorileriyle izah etmeye kalkışanlar var. Oysa Ankara’da hiç değilse son zamanlarda işlerin nasıl yürüdüğünü bilenler açısından “yönetim zaafı” dışında bir açıklamaya itibar etmek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Unutmayın ki hem parti yönetiminde hem devlet idaresinde bütün yetkilerin tek bir kişinin elinde toplandığı, istişare ve ortak akıl gibi değerlerin liderliğe tehdit görülüp ortadan kaldırıldığı, devlet tecrübesine sahip kadroların tamamen yönetim kademelerinden uzaklaştırıldığı bir süreçte yaşandı 15 Temmuz kalkışması.
Muhtemelen TSK’nın birçok noktasına sızmış olan FETÖ’nün bir darbe girişimini deneyebileceği hesap edilememişti. Ama bu konudaki adımlar istişareyle, ortak akılla, devlet kurumlarının görüşleri dikkate alınarak atılabilmiş olsaydı söz konusu felaket yaşanmayabilirdi. Şimdi birtakım akla mantığa uymayan hususlara bakıp FETÖ’nün “15 Temmuz tiyatro” propagandasına kananların gözden kaçırdıkları nokta işte burası. Evet, 15 Temmuz’da “bile bile lades” durumu vardı ama bu bilinçli tercihlerin değil, yönetme zaafının neticesiydi. Darbe girişiminin ardından oluşan şartları siyasi faydaya dönüştürme çabalarını ise politika mesleğinin oportünist karakterinden başka bir izaha bağlamak gereksiz.
***
Nitekim bugünlerde Gelecek Partisi lideri Davutoğlu’nun gündeme getirdiği Mehmet Dişli olayını da bu açıdan yorumlamak daha mantıklı. Tümgeneral Dişli’nin örgüt üyesi olduğu, hatta örgütün ordudaki en faal unsuru olduğu herkesçe biliniyordu. Yani “kripto” bile sayılmazdı. Buna rağmen 2015 YAŞ’ında -yani 15 Temmuz’dan bir yıl önce- gündeme getirilen emekliye sevk edilme talebinin kabul görmemesi öngörü eksikliğiyle açıklanmalı. Muhtemelen akrabalarından dolayı parti içi dengeler vs. düşünülerek “şimdilik dokunmayalım” denmiştir.
Davutoğlu’nun fazla detaya girmeyen açıklamasından anlıyoruz ki 15 Temmuz’a giden yolda AK Parti içinde, hatta hükümet kanadında ve devlet kurumlarında tehlikenin farkında olanların yaptıkları uyarılar da dinlenmemiş. Böylesi bir konuda başbakanın ve MİT müsteşarının ısrarlı uyarılarının ve taleplerinin karşılıksız kalmış olması belirli bir süreç içinde giderek devlet yönetimine hâkim hale gelen “yönetme zaafı”nın kanıtı. Başka bir şey değil.
Meselenin yalnızca “yönetme zaafı”ndan kaynaklandığını söylemeyi o süreçteki hatalara bahane bulma çabası olarak değerlendirenler olabilir. Oysa söz konusu “yönetme zaafı”nın başka birçok alandaki yansımalarını da görmüş olmanın ulaştıracağı sonuçtur bu. Özelikle son on yılda iktidar partisinin yönetimindeki değişimin seyrini dikkatle izlemiş birinin aklına yatabilecek açıklama budur.
İktidar partisinin taraftarları da bu analize itiraz edemezler. Çünkü zaten AK Parti de darbe girişiminin ardından bu konuda ortaya çıkan zaafı parlamenter sistemle ülkenin yönetilmesinin zorluğuna bağladı ve MHP’nin sürpriz desteğiyle Başkanlık sistemi önerisini halkın önüne getirdi. İnsanlar da buna inandılar, referandumda yüzde 52 evet dedi.
Ama vaadedilen “daha iyi yönetim” gelmedi, aksine yönetim zaafı daha da derinleşti. Çözülmesini vadettikleri sorunlar çözülmedi, hatta yeni yeni sorunlar eklendi eskilerinin üstüne. Çünkü gerçekleştirilen değişimle iş başındakilerin yönetme kabiliyeti değil, yönetme zaafı güçlendi. Bu gerçeği kabul edemeyecekleri için şimdi darbe tehdidi laflarıyla, dış güçler retoriğiyle tabanı ikna etmeye çalışıyorlar.
İBRAHİM KİRAS / KARAR