İdlib en tehlikeli hava sahası

"Türk Hava Kuvvetleri’ni devreye sokmak da sokmamak da ciddi risk..."

İdlib en tehlikeli hava sahası


Taha Akyol

[email protected]

İdlib en tehlikeli hava sahası

Dr. CAN KASAPOĞLU, güvenlik ve savunma konularında EDAM Direktörü. Taha Akyol’un sorularını cevapladı...

*Suriye hava sahası, mevcut durumda dünyanın en tehlikelisi... Böyle bir tabloda kara harekatı icra edilemez. Rusya’nın hava sahasını kapattığı dönemde yapılan Zeytin Dalı Harekatı’nda hava görevleri ciddi şekilde aksadı. 

*Türk Hava Kuvvetleri’ni devreye sokmak da sokmamak da ciddi risk...
İdlib’de hem siyasi hem askeri olarak iyi seçenek yok. Kara birliklerinin, mobil hava savunma sistemleri olmadan bombardıman alanına konuşlanması çok riskli. 

*Gürcistan ve Kırım’ın işgali, Esad diktatörlüğünün iktidarı, Dağlık Karabağ konusu ve Rusya’nın Ermenistan’a SS-26 gelişmiş silah satışları ortada...  Bu konuların hiçbirinde Türkiye ile Rusya’nın diplomasi esasları örtüşmüyor.

Şubat gecesi İdlib’de Suriye uçakları 34 askerimizi şehit etti. Rusya’nın desteği olmadan yapılabilirler miydi?

Öncelikle hatıraları her şeyden daha kıymetli şehitlerimizi rahmetle anıyorum. Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri, bir süredir zaten İdlib’de bir genel taarruz icra etmekte idi. 

Bu genel taarruzun en kritik niteliği, İdlib’i yerel halktan arındıracak şekilde icra ediliyor olması. Baas’ın mezhepçi diktatörlüğü ve Rusların tutumları yanında, sözü edilen niteliğin askeri matematiksel modeller ile de ilintisi var. Rejimin, 3,5 – 4 milyonluk Sünni ve muhalefetin yıllarca hakimiyetinde kalmış bir bölgeyi, muharip kapasitesi çok yüksek birliklerini sürekli Şam’dan uzak tutarak kontrol etmesi olası değil. Bunu yapabilmek için onbinlerce kişilik bir gücü, ülkenin kuzeydoğu ucunda sürekli konuşlandırması gerekiyor. Dolayısıyla gördüğü en ‘kestirme’ yol, Sünni popülasyonun Türkiye’ye göçünü tetiklemek. Bu da Ankara açısından kabul edilemez bir durum. Bir yandan da, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’nin son dönemde Türk gözlem noktalarını muhasara altına alarak fiili durumlar oluşturma eğilimini gözlemliyoruz.

Türk Silahlı Kuvvetleri işte bu koşullarda bölgeye büyük bir yığınak yaptı. Temel amacın da, rejim güçleri ile tırmandırmaya giderek, Rusları araya girmeye zorlamak olduğunu değerlendiriyorum. Oysa, Rusların tarafsız bir arabuluculuğa zorlanması birçok nedenden ötürü mümkün değildi. Türk kara birlikleri de yeterli yakın hava desteği ya da hava savunma şemsiyesi olmadan, Rusların kontrolünde olan hava sahasının altında bir bölgede konuşlandırılmak zorunda kaldı.

Menfur saldırıya neden olan uçaklar ve pilotlar hangi kuvvete mensup olursa olsun, hava sahası Rusların kontrolünde ve Rusya’nın Hmeymim Üssü’nün onayı olmaksızın böyle bir provokasyon gerçekleştirilmesi olası değil.

RUSYA’NIN  SURİYE PROJESİ

 İdlib konusunda Rusya ile görüşmelerden neden bir sonuç çıkmıyor? Biz ne istiyoruz, Ruslar ne vermiyor? 

İdlib, gerek Türkiye’ye yönelik kontrolsüz bir sığınmacı akımının önlenmesi, gerek Türk Devleti’nin Suriye’nin kuzeyinde, özellikle iç savaştan sonra ülkenin yeniden inşa edilmesi sürecinde, Türk Devleti’nin stratejik çıkarları açısından kritik bir bölge. Dolayısıyla Ankara’nın ilgisi ve ağırlığını koyma çabaları da gayet doğal. Öte yandan yürütülmesi planlanan siyasanın, yani Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’yle tırmanmaya giderek Rusları ateşkese ve arabuluculuğa zorlama hedefinin önünde jeopolitik istihbarat analizi ve askeri-stratejik istihbarat analizi boşlukları olduğunu belirtmeliyiz. 

Sözünü ettim jeopolitik istihbarat analizi boşluğu, Rusya Federasyonu’nun Suriye’deki hedefinin, ülkenin toprak bütünlüğünü tam olarak, halihazırda uydusu ve Soğuk Savaş yıllarından beri yakın müttefiki Baas rejimi altında sağlamak olduğunu görememekten kaynaklanıyor. Moskova’nın çıkarları ve vizyonu, bu çerçevede, Suriye’den ikinci bir Lübnan, çeşitli milis kuvvetlerden de ikinci bir Lübnan Hizbullahı (ya da Suriye Hizbullahı) çıkarmaya çalışan Tahran ve Devrim Muhafızları Kudüs Güçleri’yle de uyuşmuyor. Kremlin’in gelecek tasarımında, Suriye’deki tek silahlı güç, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri… Dolayısıyla, İdlib’de ya da Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’ye müzahir Sünni bir yapı ve müstakil silahlı güçlere yönelik tavrı da çok sert. Ruslar bu tavrı, rejime müzahir iş adamlarının teşkil ettiği Esad destekçisi ama kontrol dışına çıkmaya müsait milis güçlerine dahi gösterdi.

‘ARAPÇA KONUŞAN KIZIL ORDU’

Vurguladığım askeri-stratejik istihbarat analizi boşluğunun temelinde ise Rusya Federasyonu Silahlı Kuvvetleri ile Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri arasındaki ilişkinin doğru analiz edilememesi yer alıyor. Bu iki ordu arasındaki ilişkiler konjonktürel bir güvenlik işbirliğine değil, Soğuk Savaş döneminde Arap – İsrail harplerine kadar uzanan köklü, kültürel, doktrinel bağlara dayanmaktadır. Bilhassa belirttiğimiz dönemde Baas rejiminin silahlı kuvvetleri için ‘Arapça konuşan Kızıl Ordu’ tanımı yapılabilir. Bugün güneyde İdlib harekatını yürüten iki temel birlik, 25. Tümen ve 5. Kolordu, bizzat Ruslar tarafından, iç savaş sırasında kurulmuştur. 25. Tümen Komutanı General Suheyl el-Hassan, Rus Genelkurmay Başkanı General Valery Gerasimov tarafından birçok kez madalyalarla taltif edilmiş, Putin’in Hmeymim Üssü’ne ziyaretinde, Rus devlet başkanı tarafından şahsen övülmüştür. Moskova’nın, Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri ve Türkiye arasında, hem de temel bir jeopolitik hedefe yürür iken, tarafsız bir arabulucu olacağını düşünmek herhalde pek de gerçekçi değil. 

‘EN TEHLİKELİ HAVA SAHASI’

 Türkiye İdlib’de askeri yığınak yapıyor ancak hava sahası Rusların elinde, Türkiye karadan ne yapabilir? Türk Hava Kuvvetlerini devreye sokmak düşünülebilir mi?

Açıkçası, Suriye’ye ilişkin haritalar toprağa odaklansa da, hava sahasının çok daha kritik olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı Baltık hava sahası gibi, Suriye’de Rus ve ABD uçakları arasında yaşanan gerilimler bunun açık örneği. Sadece birkaç yıl içinde, Rus, Türk, İsrail, Suriye ve İran’a ait çeşitli insanlı ve insansız, döner ve sabit kanatlı uçaklar belirtilen hava sahasında ya da civarında düşürüldü. Hatta, bir İsrail hava taarruzu sırasında ateşlenen S-200 hava savunma sistemine ait füze, KKTC topraklarına dahi düştü. F-35’ler ilk muharip görevlerini Suriye hava sahasında yaptı; Ruslar kendi Tomahawk’ları diyebileceğimiz Kalibr seyir füzelerini önce Hazar’dan sonra da Akdeniz’den ateşleyerek Suriye’de denediler. İranlılar ilk kez İran – Irak savaşından beri, başka bir ülke topraklarına kendi topraklarından balistik füze ateşledi, Deyr ez-Zor’da IŞİD hedeflerini vurdu… Bu arada tabii, personel tarafından kullanılan hava savunma sistemleri (MANPADS) Suriye’de birçok grubun elinde ve alçak irtifa için daha önce bir yazımda, ‘mayın tarlasında uçmak’ ifadesini kullanmıştım. Son olarak tabloya, rejimin ve Rusların elindeki, S-400, S-300VM, SA-22 gibi karadan havaya füze (SAM) sistemlerini ve yoğun elektronik harp unsurlarını da ekleyin… Özetle, Suriye hava sahası, mevcut durumda dünyanın en karmaşık, en tehlikeli hava sahası…

Peki mayın tarlasında uçmadan ya da kara birliklerine yeterli koruma ve yakın hava desteği sağlamadan, Suriye harp sahası gibi karmaşık bir ortamda kara harekatı icra edilebilir mi? Hayır. Kısaca Orta Doğu harp tarihine geçen üç örneğe bakalım. Yıl 1967, Altı Gün Savaşı… İsrail Hava Kuvvetleri baskın tarzında bir meydan taarruzuyla, harbin daha ilk gününde Mısır Arap Hava Kuvvetleri’ne ait uçakların neredeyse yüzde 85’ini imha etti, pistleri de kullanılmaz hale getirdi. Sonuç ortada… Yıl 1973, bir diğer Arap – İsrail Savaşı… Mısırlılar bu kez akıllı davrandı ve hava üstünlüğü sağlamayı bir kenara bırakıp, kara birliklerini hava savunma sistemleri şemsiyesi altında tutarak ilerlediler. İsrail Hava Kuvvetleri kayıplar verdi. Ta ki, Golan Tepeleri’ne dayanarak, kuzey cephesinde Suriye’ye karşı taarruza geçene ve Mısır’ı bir şeyler yapmaya zorlayana dek… Bu andan sonra Mısır birlikleri hava savunma şemsiyesi dışına çıktı ve çok ağır kayıplar verdi. Son örnek de Zeytin Dalı Harekatı’ndan. Ruslar Şubat 2018’de HTŞ’nin MANPADS ateşiyle bir Su-25 taarruz uçağı kaybetti. Pilot atlamayı başardı, yerde çatışmaya girdi ve canlı ele geçmemek için bir el bombasıyla kendini havaya uçurdu. Ruslar, daha sonra yaklaşık bir hafta boyunca hava sahasını insanlı uçuşlara kapattı ve o dönemde Zeytin Dalı Harekatı’nın hava görevleri ciddi şekilde aksadı…

Türk Hava Kuvvetleri’ni devreye sokmak da sokmamak da ciddi riskler barındırıyor. İdlib’de iyi seçenek maalesef yok, bu durum, siyasi olduğu gibi askeri olarak da geçerli. Öte yandan, şu da belirtilmeli, kara birliklerinin, yanlarında kendileriyle birlike hareket eden alçak irtifa, mobil hava savunma sistemleri olmadan ağır bombardıman yapılan alanlarda konuşlandırılması son derece riskli ve dünyanın hemen her yerinde, her harekat tasarısı ve doktrininde bu böyle. Ruslardan ve Baas rejiminden yaralıların tahliyesi gibi temel normlara riayet beklemek de maalesef aynı riskleri barındırıyor... 

STRATEJİK ORTAK MI?

 Ankara’nın Moskova’yı ‘stratejik ortak’ olarak tanımlaması, nükleer santral, enerji bağımlılığı ve S-400 alımı doğru muydu, bunlar bir ‘eksen kayması’ mıydı, bir hata olarak yorumlanabilir mi?

Açıkçası eldeki veriler ve stratejik emarelerle, Türkiye’nin yarım yüzyıldan fazla içinde yer aldığı Avrupa – Atlantik ittifakını terk etmek gibi bir düşüncenin Ankara’da genel kabul gördüğünü düşünmüyorum. Türkiye’nin NATO’ya katkıları ortada ve bu konuda Ankara’ya birçok örnekte haksızlık da yapılıyor. Öte yandan, özellikle son dönemde birçok kritik milli güvenlik meselesinde, örneğin PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantıları hususunda, Batı’yla ters düşülmesi; Batı kamuoylarında ise Türkiye’ye ilişkin algının hızla kötüleşmesi, karşılıklı gerginlikleri beraberinde getirdi. Moskova ise, tam da bu dönemde konjonktürel koşulları çok iyi kullandı. 

Rusya’yla ilişkileri tanımlar iken, ‘Stratejik Ortaklık’ konseptinin bu kadar kolay kullanılmasını doğru bulmuyorum. Zira, stratejik ortak, en temel siyasi-askeri meselelere yönelik bir birliktelik vizyonu gerektirir. Gürcistan’ın 2008 yılında işgali, Kırım’ın işgali ve uluslararası hukuka aykırı ilhakı, Şam’da Baas rejiminin ve Esad diktatörlüğünün iktidarı, Dağlık Karabağ konusu ve Rusya Federasyonu’nun Ermenistan’a SS-26 İskender füzeleri de dahil olmak üzere gelişmiş silah satışları ortada… Bu konuların hiçbirinde Türk Devleti’nin resmi tavrı ve diplomasi esasları da Moskova ile örtüşmüyor… Bu koşullarda hangi stratejik ortaklıktan söz edebilirsiniz? İyi komşuluk ve ikili ticari ilişkiler elbette gereklidir. Ancak ikili ilişkilere jeopolitik temeli olmayan anlamlar yüklenmesi ciddi hayal kırıklıklarını da beraberinde getirecektir. Stratejik ortaklık, Batı’ya duyulan tepkiler üzerine kurulamaz, jeopolitik vizyon örtüşmesi üzerine kurulur. Ankara ile Moskova arasında böyle bir vizyon örtüşmesi yok...

ABD NEDEN YPG’Yİ DESTEKLİYOR?

 ABD niye YPG’yi kuvvetle destekliyor? NATO Savunma Koleji tarafından yayımlanan son raporunuzda, “Türkiye’nin milli güvenliği için NATO’nun önemi ve NATO için Türkiye’nin değeri Suriye sorunundan büyüktür” diye yazdınız, neden?

İlk sorunuzun iki yanıtı var ve yanıtlardan ilki için 2016 yılında, ABD Kongresi’nde, Senatör Lindsey Graham ile Savunma Bakanı Ashton Carter arasındaki diyaloğa geri gitmek gerekiyor, okurlara da mutlaka izlemelerini tavsiye ederim.

Senatör Graham, Bakan Carter ve Obama yönetimini, PKK terör örgütüyle kuvvetli bağları olan gruplara destek vermekle suçluyordu. Carter ise, verilen desteğin geçici ve DEAŞ’a karşı yürütülen harekatla sınırlı olduğunu söylemekte idi. Nitekim, 2014 sonrasında DEAŞ, 10 milyona yakın bir nüfusu ve dünyada birçok devletin ülke toprağından daha büyük bir alanı kontrol eden bir hal almıştı. Obama yönetimi ise, birçok güvenlik sorununda olduğu gibi, Bush dönemini bir saplantı haline getirmiş ve paniklemiş durumda idi. Washington DEAŞ tehdidi karşısında konvansiyonel kara birlikleri konuşlandırmayı kabul eden tek NATO ülkesi olan Türkiye’yle değil, PKK’ya müzahir gruplarla kara harekatlarını yürütmeyi tercih etti. Bu büyük bir hata... Suriye siyasasında Adana Mutabakatı en kıymetli kazanımı olan bir NATO ülkesinin hemen yanı başında, PKK’yla doğrudan militan geçirgenliği olan gruplara, bir geri alım takvimi de olmaksızın, güdümlü anti-tank füzeleri gibi yetenekler kazandırmak, bunu da bir diğer terör örgütünü imha etmek için yapmak, dikkatsizce yapılan bir kortizon tedavisine benziyordu, anlık olarak semptomatik rahatlama sağlayıp, karşılığında uzun dönem komplikasyonlara neden oldu – esasen Obama döneminde İran’la nükleer anlaşmadan Suriye’nin kimyasal silahsızlanmasına kadar birçok güvenlik konusunun, sözünü ettiğim ‘amatörce yapılan kortizon tedavisine’ benzediğini düşünüyorum –. 

Ankara’yı haklı olarak daha çok endişelendiren ikinci boyut ise, Washington’un, PYD / YPG’ye, DEAŞ karşıtı harekatın ötesinde, iç savaş sonrası otonomiye gidecek kabiliyetler kazandırmaya başlaması. Bunun nedenleriyle ilgili birçok spekülasyon yapıldı. Ancak, burada nedenden çok sonuç önemli… 

TÜRKİYE VE NATO

 Türkiye ve NATO’nun birbirine gerekliliği Suriye sorundan önemli demiştiniz…

Bakın, Suriye’de bölgesel askeri müdahaleyi tetikleyecek iki trend var. Güneyde, sınıra yakın bölgelerde İran Kudüs Güçleri ve Lübnan Hizbullahı varlığı, ayrıca Hizbullah’a yönelik oyun-değiştirici silah transferleri… Bu trend, kaçınılmaz olarak, İsrail müdahalesini tetikler. İkincisi ise kuzeyde, PKK terör örgütü ve müzahir gruplara yönelik oyun-değiştirici silah transferi ve bu grupların siyasi otonomi kazanması. Bu trend de kaçınılmaz olarak Türk müdahalesini tetikler. NATO müttefiklerimizin, ilk trendi iyi anlarken, bu ikinci trendi kavrayamamaları kabul edilebilir değil.

İlginç bir örnek, S-400 ve F-35 kıyaslamaları gündeme geldiğinde, EDAM raporlarında, objektif parametrelerle bakıldığında F-35’ten (mahrum) olma pahasına S-400 alımının Türkiye’nin milli çıkarlarını karşılamayacağını vurgulamıştık. Türkiye’nin envanterinde S-400 yerine F-35 olsa idi, İdlib’deki hain saldırıya, Suriye hava sahasının derinliklerinde mukabele etme imkanımız da olabilecekti. Bu vesileyle, benzer bir analojiyi Türkiye ve ABD’nin desteklediği gruplara ilişkin yapabiliriz. Obama döneminin iflas etmiş güvenlik politikalarının esiri olmak ve karşılığında İran, Irak ve Suriye’ye komşu bir NATO müttefikini kaybetmek akıllıca değil. Tüm ittifakın, Batı ve Türkiye, rasyonel olmasında büyük fayda var.Dünya tehlikeli bir yer…

KİMDİR?

Dr. Can Kasapoğlu, Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Derneği’nin (EDAM) güvenlik ve savunma programı direktörüdür. Ayrıca, Berlin›de bulunan Alman düşünce kuruluşu SWP’de araştırmacı olarak görev yapıyor . Doktora derecesini Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden, yüksek lisans derecesini Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü’nden aldı. Roma’da NATO Savunma Koleji’nde, Tallinn’de NATO Siber Savunma Mükemmeliyet Merkezi’nde akademik çalışmalarda bulundu. İsrail›de BESA Center’da, Fransa’da FRS bünyesinde görev yaptı. Askeri bilimler ve stratejik meselelere ilişkin birçok yayını bulunmaktadır.

 

TAHA AKYOL / KARAR