İktidar hukuku ayak bağı olarak görüyor

“Anayasasızlaştırma ve Demokrasi Umudu”

İktidar hukuku ayak bağı olarak görüyor


AKP’nin her geçen gün hukuku katleden söylemleri ve icraatleri birçok kesim tarafından eleştirilirken CHP İstanbul Milletvekili, Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu bu süreci anlatan “Anayasasızlaştırma ve Demokrasi Umudu” isimli kitabı kaleme aldı. AKP’nin ülkeye yaptığı en büyük kötülüğün “hukuku ayak bağı olarak” görmesi olduğuna değinen Prof. Dr. Kaboğlu ile “Asmayalım da besleyelim mi?” diyen Kenan Evren ve “ağaç kabuğu yesinler” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki benzerlikleri de konuştuk.

 

Kitabınızdan AKP’nin ülkeye yaptığı kötülüklerden bahsetmişsiniz. Sizce AKP’nin ülkemize yaptığı en büyük kötülük nedir?

En başta hukuk geliyor. Toplumsal barış ve birliktelik için olduğu kadar, iktisadi gelişme için de gerekli olan hukuk, genellikle ayakbağı olarak görüldüğünden hukuk ve politika arasındaki ilişki tersine çevrildi. Şöyle ki, hukuk kuralları, demokratik mekanizmalar işletilerek halkın temsilcileri tarafından konulur. Ancak, kuralın kamu yararı ereğinde konulması kadar, kuralı koyanlarca saygı görmesi de gereklidir. Her iki koşulun da ikinci plana atılması, hukukun etkililiğini azalttı; hukuk inancını zayıflattı, hatta ortadan kaldırdı. Hukukun araçsallaştırılması, demokrasinin sandık yoluyla araçsallaştırılmasını beraberinde getirdi; dinin politikaya alet edilmesi, yine anayasadaki yasakların ihlali yoluyla yapıldı. Çağdaş ve bilimsel eğitimden uzaklaşılması da, yine Anayasa ve hukuk ihlali yoluyla uzaklaşıldı. Anayasa ve hukuk dışı uygulamalar ile iktisadi bunalım arasında da doğrudan ilişki var. Özetle, hukuktan uzaklaşma süreci, “demokratik, laik ve sosyal hukuk Devleti” tanımına dayanan (md.2) Anayasa bütünü ihlal ettiği gibi, Devlet’in, “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünl”üğü (md.3) ilkesini de zedelemiş bulunuyor.

Kenan Evren ve Erdoğan benzerliğinden bahsetmişsiniz. Aralarındaki benzerlikler nelerdir?

Cumhurbaşkanlığını doğrudan seçim yoluyla meşrulaştırma ötesinde, Anayasa halkoylamasının meşrulaştırma işlevini de uygulama sırasında kullanmak, öncelikle belirtilebilir. Anayasa oylaması ile kendilerini veya politikalarını oylatmak şeklinde “plebisiter referandum”, ikinci benzerlik olarak kaydedilebilir. Açık sözlülük ise, 3.'sü: “Darbe için ortamın olgunlaşmasını bekledik” (Evren) ve “Ne istediler de vermedik?” (Erdoğan) sözleri, en başta belirtilebilir.

Kitabınızda “Kuşkusuz, Erdoğan’ın partisi üzerinde ‘fiili hâkimiyeti’, anayasal düzenleme ile sağlanamayacak derecede güçlü. Öyle ki, mesajı bile ayakta dinleniliyor. Lider fetişizmi, çok yüksek bağlılık duygusu ile mi, yoksa çok yoğun korku ile mi açıklanabilir?” demişsiniz...
Kuşkusuz bağlılık duygusunun payı gözardı edilemez, ancak, ikinci etkenin ağır bastığını tanık olduğumuz olgular ile gözleyebiliyoruz:TBMM Genel kurulunda söz alan milletvekillerinin, çok kısa konuşmalarını bile, gündem konusundan çok lider övgüsüne özgülemesi, sadece bağlılık duygusu ile açıklanabilir mi? Liderin kişisel projesi olarak savunulan Anayasa değişikliği sırasında oy pusulasını sallayan ve oyunu Anayasa’ya rağmen belli eden milletvekillerinin tavrı, bağlılık duygusu ne ölçüde haklı kılınabilir? Parti kurma çalışmaları yürüten eski Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların güncel konuşma ve itirafları, korkunun ağır bastığını gözler önüne sermiyor mu?

Türkiye’de laiklik ve demokrasi ne kadar tehlikede?

Anayasa’nın amir hükümlerine rağmen, eğitim ve öğretim programlarını din ve mezhep eksenine dayandırma çabaları en üst yönetim düzeyinde devam ettiği, dinsel cemaatlerin siyasal tercih ve karar alma süreçlerindeki etkisine son verilmediği ve genel olarak dini politikaya alet etme yasağı sürdüğü müddetçe laiklik tehlikede demektir. Unutmayalım: 15 Temmuz kanlı darbe girişimine giden yol, Anayasa’nın en başta “dini politikaya alet etme” yasağına ve “kamu hizmetlerinde liyakat” ilkesinin ihlali ile döşendi. Belli aralıklarla seçimlerin yapılması, demokrasinin temel ve vazgeçilmez öğesi olmakla birlikte; tersine, sandık fetişizmi, seçimin araçsallaştırılması sonucu demokrasinin sönümlenmesine yol açabilir. Eğer sandık, son yirmi yıldır yapıldığı gibi, ne pahasına olursa olsun iktidar olmak için kullanılırsa, siyasal iktidarın eldeğiştirme yolu tıkanır. Bu nedenle, siyasal münavebe yollarını açık tutmak için demokratik toplumun temel gereklerine saygı gösterilmeli. Bu bakımdan, 23 Haziran İstanbul BBB seçim sonuçları, siyasal münavebe umudunu yaratmış olsa da, kayyum uygulamaları ve anayasal özgürlüklerin Devlet görevlileri eliyle sistematik bir şekilde ihlali, demokratik toplum ve rejim için uyanık olmayı gerekli kılıyor.

Kitabın başında ve sonunda da “Biz kazanamayız onlar hile yapar” cümlesini vurgulamışsınız. Sizce bu algı yıkıldı mı?

Bu algı, YSK yoluyla yapılan 6 Mayıs darbesine rağmen seçimlerin büyük bir farkla kazanılmış olmasıyla büyük ölçüde yıkıldı. Fakat bu sonuç, demokrasi mücadelesi veren yurttaşları kesinlikle rahatlatmamalı; çünkü seçimi kaybeden adayın, Başbakanlık döneminde, OHAL KHK’ler yoluyla neden olduğu büyük mağduriyetler dikkate alınırsa, oy oranının hayli yüksek oy olduğu söylenebilir. Algının yıkılması için, “seçimleri meşru yollardan kazanma” ortam ve koşullarını hep canlı tutmak gerekir.

 

KUTU
Yargı reformunda ohal mağdurları yer almalı

KHK ile ihraç edilen ve sivil ölümlere mahkum edilen insanlara da değinmişsiniz. Onlara umuda dair birşeyler söylemek ister misiniz?

Ben şöyle tanımlıyorum: adlarına KHK ek listelerinde yer verilmekle zaman ve mekan bakımından sınır tanımayan yaptırımlara tabi tutulan kişiler. Bir kamu görevlisinin ek çizelgede adının yer alması, onu (yurt dışına çıkış yasağı nedeniyle) dünyanın hiçbir yerinde çalışamaz konuma soktuğu gibi, çizelge yasalaştırıldığı için kuşaklar boyu sürecek bir lekelenmeme hakkı ihlali sözkonusu. Bu bakımdan, sırf barışa rıza gösterdikleri için, “sivil ölüm ötesi” yaptırımlara tabi tutulan Barış Akademisyenlere ilişkin Anayasa Mahkemesi kararı olumlu bir adım. Mahkemelerin mağdurlara ilişkin verdikleri kararları, “beraat kararı” olarak adlandırmak da sorunlu, çünkü onlar herhangi bir biçimde suç işlemedi. “Aklanma”sı gerekenler, listelerin altında imzası olanlar ve kurgu davaları yürütenler.
Bu nedenle, OHAL dönemi mağduriyetleri dikkate almayan bir yargı reformu, kesinlikle “adil yargılanma hakkı”nı güvenceleyemez... Kitabın, toplum ve geleceği için, “yediğimiz yemek, içtiğimiz su ve soluduğumuz hava” kadar önemli olan Anayasa üzerine yurttaşların bilgilenme hakkı”na katkıda bulunması, en içten dileğim.

 

Zehra Özdilek  /  CUMHURİYET