İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi yakınıyordu, şimdi Anayasa Mahkemesi yakınıyor.

Adaletsizliğin adaleti: Yargı nereye?

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi yakınıyordu, şimdi Anayasa Mahkemesi yakınıyor.




Adaletsizliğin adaleti: Yargı nereye?

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi yakınıyordu, şimdi Anayasa Mahkemesi yakınıyor. Asıl olarak da eşitsizlik ve adaletsizlik içinde yoksullaşarak yaşamak zorunda kalan, hak ve özgürlükleri zorla alınan halk yakınıyor.

Heyecanla, umut dağıtılarak, övünülerek başladı Türkiye’de bireysel başvuru kurumu. Hak ve özgürlüklerden birinin kamu gücü tarafından bozulduğu savıyla AYM’ye bireysel başvuru yapılabilecekti. 2010 Anayasa değişikliğinde yargının yeniden biçimlendirilmesi demokratikleşme olarak anlatılırken bireysel başvuru daha çok öne çıkarıldı, reform olarak sunuldu.

Artık İHAM’ye gitmeden içeride çözülecekti hak ihlalleri. Yargılama her yönüyle adil ve ekonomik olacak, hak bozmalarının önü kesilecekti.

İHAM Türkiye başvurularından hem ağır iş yükü hem de ağırlığı adil yargılama ihlali olan yinelemelerden bıkmıştı. Ne kadar “ihlal kararı” verirse versin, denetim amacına ulaşmıyor, başvurular artarak sürüyordu. Çözüm, Türkiye’de bir baraj oluşturmaktı, başvurular Türkiye’de tutulacak, İHAM’ye başvuru azalacaktı.

AYM’nin sınırlı sayıdaki “ihlal kararı” işe yaramadı. Ağır iş yükünün ilk incelemelerde usulden geri çevirmelerle karşılanması denendi. Bu biçimsel formül de işe yaramadı. AYM denetimi de amacına ulaşmadı, hak bozmaları azalmak yerine artarak sürdü, sürmeye devam ediyor, AYM’nin iş yükü artıyor.

Yargıda yanılsamalar çok, analize ihtiyaç var.

Birincisi, hukuksuzluğun, keyfiliğin, talanın, hırsızlığın, cinayetlerin, rantın, güvencesizliğin, esnekliğin, eşitsiz gelişmenin, adaletsizliğin, çifte standartların, sömürünün düzeni sürecek; sınıfsal yapı ve onun içinde sermaye sınıfının egemenliği ve denetimi sürecek; hukuk düzeni güvence altına alacak… Uzlaşmazlıklar, suçlar, hak ve özgürlük bozmaları, hukuksuzluklar ortaya çıktığında yargı yerel, bölgesel ve üst mahkemeleriyle, olmadı bireysel başvurularla bunları çözecek. Bu liberalizmin “özel mülkiyet, girişim, sözleşme ve piyasa özgürlüğünde her şey serbest, hukuk bu serbestliğe kılıf olarak üstün, sorun olursa yargı çözer” yaklaşımı.

İkincisi, üstün denilen kapitalist hukuk egemen sermaye sınıfı ve onun siyasal iktidarı yararına söz ve karar sahipliğini belgeleyen, toplumsal üretim araçlarının ve ilişkilerinin sermayenin elinde toplanmasını güvence altına alan, emekçi halkı da sermaye sınıfı adına denetim ve baskı altında tutan kurallar bütünü. Bu kurallara düzenin ihtiyacına göre sürekli el atılıyor. Yargı da o hukuka göre karar veriyor.

Üçüncüsü, yargının bağımsızlığı… Hukuk nasıl sınıfsalsa, yargı da sınıfsal. Bağımsızlık nitelendirmesi bu sınıfsallığın perdesi. Hukuka hangi nedenlerle el atılıyorsa, yargıya da aynı nedenlerle el atılıyor; yargının örgütleme, kadrolaşma, yönetim ve denetimiyle oynanıyor. Yargı her geçen gün alabildiğince sermaye sınıfı ve iktidarının yargısı oldu, gericileşti. Bu gericiliğe bir de laikliğin terk edilmesi eklendi.

Dördüncüsü, emekçilerin hak ve özgürlükleri kapitalist düzenin ve bu düzene destek veren dinsel gericiliğin varlığı için engelleniyor ya da verilmiyor.

Sömürü düzeninde, hukuksuzluğun, suçların, hırsızlıkların, cinayetlerin, katliamların, talanın, hak bozmalarının yargı yoluyla azalması beklenebilir mi?

Kapitalizmin/emperyalizmin güvencesi olarak çalışan yargının yerel, bölgesel ve üst mahkemeleriyle adaletsizliğe çözüm bulması olanaksızken ulusal düzeyde AYM, uluslararası düzeyde İHAM, hem de bireysel başvuru yoluyla mı çözecek sömürünün bitmeyen fırtınasını?

Üretim ilişkilerinin ve toplumsal ilişkilerin ürünü olan hukuk kapitalizmin/ emperyalizmin ihtiyaç ve çıkarlarına uğruna biçimlenirken o hukuka dayanarak karar veren yargının nereye gittiği açık seçik belli. Kapitalizm hangi batağa gömülüyorsa, düzen hukuku ve yargısının gittiği yer de orası.

Örgütlenmeden yargılamaya, yönetimden denetime, iş yükünden çelişkili kararlara, ödüllerden cezalara, siyasi iktidarın dayattığı sözde yargı reformlarıyla biçimden biçime sokulan, her durumuyla kendi varlık savaşımını bile veremeyen, emekçilerini ve hakkını koruyamayan, düzenle özdeşleşen yargının adaletsizliğin baskı aracı olmasından kurtulması olası mı?

Kendisini dinsel damarlardan koruyamayan, dinselliğin kadrolarına ve kararlarına sızıp yerleşmesine engel olamayan, son olarak din özgürlüğü diyerek bir dinin bir kitabının kurslarını mahkemelerin içine sokan yargının paranın saltanatı yanında dinselliğin saltanatı altında eriyip gitmemesi nasıl önlenecek?

Sömürü düzenine teslim olan yargı toplumsal kaynakları, emekçilerin hak ve özgürlüklerini nasıl koruyacak; sömürüyü, yoksullaşmayı, doğa ve canlı katliamlarını nasıl engelleyecek? Düzenin yargısından sömürülenlere adalet nasıl çıkacak?

Adaletsizlik sömürücü düzenin kaçınılmaz sonucu, yargı da bu yapıyı hukuk kılıfıyla koruma görevinde. Düzen yargısının kapitalizmin özündeki adaletsizliği, eşitsizliği yıkması olanaksız.

Yalnızca AKP dönemiyle sınırlı tartışma yetmez. Yargıyı denetçisi ve güvencesi olarak örgütleyen kapitalizm. Kapitalizmden kurtuluşun savaşına girişmeden yargı ve adalet üzerine konuşmak, tartışmak, yargı denetiminin amacına ulaşamadığını söylemek soyut, amaçsız kalıyor.

Emekçiler yönünden sömürünün derinleşmesi o kadar yaygın ki yargı bu açık saldırıyı durduramıyor, eksiltemiyor; hatta çeşitli kararlarıyla onaylıyor.

Ara sıra şurada burada “yargıçlar var” demek bireysel ayakta tedavi, o da sınırlı alanda ve sayıda; toplumsal yaşamın eşitsizlik ve adaletsizliğinde işe yaramıyor. Kapitalizm neredeyse yargısı orada. Burjuva ideolojisinin ürününe bağımsızlık anlamı yüklenemez.


Yargı, kapitalizmin hukuk olarak görünen yüzünde yaşamakla adaletsizliğin içindeki kısmi bireysel adalet arayışıyla değil, emekçilerin sınıfsal savaşımlarına katkısıyla konuşulduğu ve nitelendirildiği zaman sömürücülere bağımlılıktan kurtulma yoluna adım atacak, nereye gitmesi gerekeceğini görecektir.

SOL  HABER