İşgalden önce zaten işgal edilmiş bir ülke. Nedenini biliyor musunuz? İzmir 1910

Trabzon, İstanbul Galata, İzmir Alsancak ve Mersin liman işletmeleri

İşgalden önce zaten işgal edilmiş bir ülke. Nedenini biliyor musunuz? İzmir 1910


İşgalden önce zaten işgal edilmiş bir ülke. Nedenini biliyor musunuz? İzmir 1910

İzmir’de 1910’lu yıllarda çekilen bir fotoğraf
Fotoğrafı çeken Victor Forbin, renklendiren Christos Kaplanis
dönemin en meşhur sokaklarından Frenk Sokağı,
ticaretin kalbi bu sokakta atıyor, en zenginler bu sokakta.
Türk Bayrakları’nın arasında dükkânlara asılan bayraklar dikkat çekiyor ilk bakışta.
Sıralanıyor, Yunanistan, İtalya ve
Avusturya-Macaristan
 bayrakları daha niceleriyle birlikte.
Son dönem Osmanlısının bir özeti adeta bu sokak.
Frenk Sokağı İzmir’de yaşayan hemen tüm azınlıkların ve
elbette Doğu Akdenizli tüccar toplumu olan
Levantenlerin bir numaralı çarşısı ve iş ve de yaşam merkezidir.
Frenk Sokağı’nın zaman içinde oluşup gelişmesine öncelikle
Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlık tüccarlara tanıdığı
kolaylıkların da yol açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu nedenle Batılı tüccarlar dünyanın en verimli topraklarında yetişen
çok değerli ürünleri, dünyaya pazarlamanın kapısı olarak İzmir’i seçmişler.
Gezgin Reynaud, “Frenk Mahallesi’nde tüm ülkelerin tezgâhlarına rastlarsınız” derken,
Deschamps ise sokaktaki konsolosluklardan söz eder:


“Avrupalı güçlerin konsolosluklarının neredeyse tümü
Frenk Mahallesi’nin bir başında toplanmışlar.
Konsolosluk konutlarının çoğu ön cephelerinde
çok fiyakalı tanıtım levhalarını takıp takıştırmışlar.”

İşte o sokakta ticaret yapan Ermeni, Yahudi, İtalyan ve diğer yabancılar,
kendi ülkelerinin bayraklarını sokağına asarak adeta dokunulmazlığını ilan ediyordu.
Tıpkı şu an ülkenin her yerine asılan Arapça tabelalar gibi.
Diğer bir fotoğraf da 1918’lerin İstiklal Caddesi’nden.
Benzeri bir manzara, Amerikan, Yunan ve Fransız bayrakları dalgalanıyor sokakta.
Koltuk ve güç arzusuyla Türk’lerin Saray’dan uzaklaştırıldığı,
Türk’ün sadece basit bir hayat yaşamaya mahkum edildiği,
zenginlik ve şatafatın ise Ermeni, Yahudi ve yabancılara kaldığı bir dönem.
Memleket içinde seyahat etmenin izne bağlı olduğu eski devirlerde,
bir vilâyetten diğerine gidecek olanlar ‘‘mürur tezkeresi’’
yani yurtiçi pasaport almadan yola çıkamazlardı.
Uygulamanın maksadı iç göçü,
özellikle de İstanbul'un nüfusunun artmasını önlemekti.
Denetimler 18. yüzyılın sonlarına kadar sıkı bir şekilde uygulanmış,
uygulama daha sonraları biraz gevşemiş ama ‘‘mürur tezkereleri’’
1908 Meşrutiyet'ine kadar yürürlükte kalmıştı.
Tezkeresiz seyahate kalkışanlar daha kendi şehirlerinin sınırına geldikleri anda geri yollanırlar,
bir yolunu bulup başka bir şehre gidebilmeleri halindeyse
dönmeleri neredeyse imkânsız olurdu.
Düşünün işgal yok, bir şey yok ama yıllarca vize uygulaması yürürlükte kalmış
Türkler, vizeyle şehir bile değiştiremezken bir de yabancılara tanınan haklara bakalım;
Yabancılar kendi din ve mezheplerine ait kiliselerde serbestçe ibadet edebilirlerdi.
Kendi dinsel yöneticilerini rahatlıkla seçtikleri gibi,
bu din adamlarının mabetleri içinde ve dışında dokunulmazlıkları da bulunurdu.
Mevcut kiliseleri onardıkları gibi, yeni kiliseler de inşa edebilirlerdi.
Yabancılar, Osmanlı ülkesinde istedikleri yerde
(Mekke ve Medine hariç) hiçbir kayda bağlı olmadan oturabilirler,
suç işleseler bile sınır dışı edilmezler,
serbestçe ticaret yapıp istedikleri malları alıp satarlardı.
Yabancıların bulundukları ev, iş yeri ve ticarethanelerine
ne olursa olsun konsoloslukların bir tercümanı hazır bulunmadıkça
girilemez ve arama yapılamazdı.
Konsoloslar tercüman ve kavaslarla birlikte
bütün konsoloshane memurları imtiyazlardan yararlanırdı.
Yabancılar kendi okullarını açıp buralarda istedikleri gibi eğitim ve öğretim yapabilir,
ders içeriklerini kendileri belirleyebilirdi.
Bu imtiyazlara kendi sağlık kuruluşlarını kurmaları da dâhildi.
Bu sağlık kuruluşlarında kendi doktorları aracılığıyla da imtiyaz elde edebilmekteydiler.
Osmanlı’daki yabancıların kendi aralarındaki davaların yargısı
konsoloshanelerdeki hâkim ve mahkemelerin yetkisi altındaydı.
Osmanlılarla olan davalar ise mahkemelerde ancak
yabancının bağlı bulunduğu konsolosluğun tercümanı huzurunda görülürdü.
Eğer tercüman gelmemiş veya davayı bırakıp gitmişse dava olduğu gibi kalırdı.
Yabancıları gözetim hakkı konsoloslara ait idi.
Tercüman olmadıkça suçüstü durumunda bile kişi, gözetim altına alınamazdı.
Mahkûm edilen yabancı cezasını,
Osmanlı hapishanelerinde değil konsolosluklarının hapishanelerinde çekerdi.
Yabancıların ticari imtiyazları onların bütün vergilerden muaf tutulmalarıydı.
Sadece gayrimenkul vergileri, ithalat ve ihracat vergilerini
kendi devletlerinin Osmanlı’ya izin verdikleri derecede öderlerdi.
Rahatlıkla ticaret yapabildikleri gibi Osmanlı karasularında gemi işletmeciliği,
yolcu ve eşya naklini de ellerinde bulundururlardı.
Özellikle kıyı bölgelerinde yabancıların postane açma hakkı vardı.
Yabancılara gelen ve giden her türlü mektup, telgraf ve
paketler hükümet ve yerel yönetimler tarafından denetlenemezdi.
18. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Devleti,
Avrupa ülkeleriyle olan ilişkilerinde,
politik amaçlarla cömert imtiyazlar vermeye devam etmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu gücünü kaybettikçe söz konusu ayrıcalıklar,
nitelik ve nicelik açısından artmıştır.
19. yüzyıla gelindiğinde İmparatorluğun birçok bölgesinde
kelimenin tam anlamıyla “kanun üstü” birçok
Avrupalı tüccar topluluklar yerleşmiş bulunuyorlardı.
Ayrıca Osmanlı Devleti, kapitülasyonlar ve Duyun-u Umumiye uygulamaları nedeniyle
kabotaj ve ilgili meslekleri yapma hakkını yabancılara devretmiştir.
Bu nedenle Osmanlı şirketlerine ait gemilerin faaliyetleri çok sınırlı kalmıştır.
Denizcilik endüstrisi, limancılık sektörü ile ilgili geçmişe baktığımızda
Osmanlı döneminde yabancı sermaye tarafından işletilen;
Trabzon, İstanbul Galata, İzmir Alsancak ve Mersin liman işletmeleri,
Cumhuriyet hükümetleri tarafından şirket hisse bedelleri ödenerek
millileştirilmiş ve söz konusu hizmet kamu yönetimiyle işletmeye alınmıştır.
İzmir’de çekilen bu fotoğrafın bir sebebi de limanların işletmelerinin
yabancılara bırakılmış olmasıdır.
Tanıdık geliyor değil mi bu manzara.
Parsel parsel yabancı sermayeye satılan topraklar,
özelleştirilen işletmeler,
yabancı sermayeye satılan kurumlar…
Tarih tekerrürden ibarettir.
Bunu görmemek mümkün mü?

YENİ ÇAĞ