İstikrarlı yönetimin anahtarı kuvvetler ayrılığı

İŞLERİ ÇIĞRINDAN ÇIKARAN ‘GÜÇ ZEHİRLENMESİ’

İstikrarlı yönetimin anahtarı kuvvetler ayrılığı


İstikrarlı yönetimin anahtarı kuvvetler ayrılığı

‘Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca’da Türkiye’nin ilk çok partili siyaset tecrübesini her yönüyle ortaya koyan Taha Akyol “İsmet Paşa mı, Menderes mi? tartışması bizi kutuplaşmaya iter” diyor. Kitabında 1946-1960 dönemine odaklandığını anlatan Akyol ‘demokrasi’ kriterinin altını çiziyor: Dengeli, denetimli, istikrarlı bir yönetim nasıl bir sistemle mümkün olur diye baktım. Kuvvetler ayrılığı olmayınca bir elde dengesiz ve denetimsiz güç toplanıyor. Ardından çok kötü sonuçlara yol açıyor.

KARAR MANŞET | KARAR

‘Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca’ kitabında 27 Mayıs faciasıyla son bulan Türkiye’nin ilk çok partili siyaset tecrübesine odaklanan KARAR yazarı Taha Akyol: “İsmet Paşa mı, Menderes mi? tartışması bizi kutuplaşmaya iter. 1946-1960 dönemine dengeli, denetimli, istikrarlı bir yönetim nasıl bir sistemle mümkün olur diye baktım. Kuvvetler ayrılığı olmayınca bir elde dengesiz ve denetimsiz güç toplanıyor, çok kötü sonuçlara yol açıyor.” 

KARAR yazarı Taha Akyol’un ‘Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca-Otoriter Demokrasi (1946-1960) kitabı Doğan Kitap tarafından okura sunuldu. Arşivlerde yaptığı titiz çalışma neticesinde 100 yıllık Cumhuriyet tarihiminiz önemli bir dönemi olan 1946-1960’lı yıllara odaklanan duayen gazeteci Akyol, 27 Mayıs faciasıyla son bulan bu Türkiye’nin ilk çok partili siyaset dönemine, kim haklı kim haksız kavgaları yerine ‘anayasal sistem sorunu’ açısından ele alarak, yeni bir perspektif sunuyor. Akyol’la kitabına adını veren ‘kuvvetler ayrılığı’ teorisini ve çalışması sırasında döneme dair edindiği gözlemleri KARAR okuyucularımız için konuştuk. 

Kitabınızda Türkiye’nin ilk defa çok partili dönem tecrübesini yaşadığı 1946-1960 dönemini inceliyorsunuz. Yakın tarih tartışmalarında “Andan Menderes mi, İsmet Paşa mı haklı?” sorusu üzerinden tartışılan bu döneme yeniden odaklanma ihtiyacını neden hissettiniz? 

Bu ihtiyacı hissetmemin sebebi, meselenin “Kim?” kim meselesi olmadığı fark etmemdir. Yani İsmet Paşa mı, Menderes mi? Bu soru bizi yaşanmışları anlamaya değil, kutuplaşmaya, boş kavgaya iter; öyle de oluyor. Doğru soru “Nasıl?” sorusudur: Dengeli, denetimli, istikrarlı bir yönetim “Nasıl?” bir sistemle mümkün olur. Tarihi ve siyaset bilimi kitaplarından okuduğum, kuvvetler ayrılığının bu açıdan fevkalade önemli olduğunu gösteriyordu. Ben de 1946-1960 dönemine “Nasıl?” diye baktım. Kuvvetler ayrılığı olmayınca, bir elde dengesiz ve denetimsiz güç toplanıyor, çok kötü sonuçlara yol açıyor. 

İsmet Paşa’nın ‘Atatürk’ten sonra ikinci adam’ olarak anılmasının bu döneme geçişle bir ilgisi var mıdır? 

İlgisi var çünkü Atatürk’ten sonra İnönü devlet başkanıydı. İç ve dış şartları doğru değerlendirdi, 1946’da çok partili hayata geçmeye karar verdi. Partisi içindeki 1930’lar kafasında olanları tasfiye etti. DP muhalefetiyle yapıcı ilişkiler kurarak 1950’de tarihimizdeki ilk hür seçimlerin yapılmasını sağladı. 

1950’ler Türk milletinin ilk kez kendisini yönetecek olanları hür bir iradeyle seçtiği bir dönem evet. Peki, Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, çok partili sistem denemesinin hemen öncesinde 23 Mart 1950’de Polatlı’da yaptığı seçim konuşmasında Demokrat Parti’ye ‘kuvvetler ayrılığına dayalı garp modeli bir siyaset’ önermesinde sizce samimi mi? 

İŞLERİ ÇIĞRINDAN ÇIKARAN ‘GÜÇ ZEHİRLENMESİ’

İlk çok partili siyaset tecrübemiz 27 Mayıs faciasıyla noktalanıyor… İşleri çığırından çıkaran nedir sahi? Türkiye’nin 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren, yüzde 52 oyla iktidar olan DP’yi, Başbakan Adnan Menderes’i bu faciaya sürükleyen ne oldu? 

1944 seçimlerinde DP oyların yüzde 58’ini, Meclis’teki sandalyelerin yüzde 93’ünü kazandı! Bu yetmedi! Celal Bayar “Kırşehir bize oy vermedi, Bölükbaşı’ya oy verdi, gereğini yapın!” diye talimat verdi, Kırşehir’i ilçe yaptılar. İşleri çığırından çıkaran bir faktör bu güç zehirlenmesidir. Ardından basına, üniversiteye, muhalefete baskıları geldi.

Diğer faktör İsmet Paşa’nın daha birkaç aylık DP iktidarına karşı özellikle ‘inkılap ocakları’ vasıtasıyla gençliği kullanan hırçın muhalefetidir. Gidişatı denetleyip dengeleyecek demokratik kurumlar da yoktu. 1948’de kurulan Millet Partisi çift meclis, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, anayasa mahkemesi kurulması ilkelerini savunuyordu ama 1954’te DP iktidarı tarafından ‘irtica’ suçlamasıyla kapatıldı.

Gerçi yerine Cumhuriyetçi Millet Partisi kuruldu ama toplum öyle kutuplaşmıştı ki, geniş bir seçmen kitlesine ulaşamadı. Bu partinin programını Ali Fuat Başgil başkanlığında bir heyet yazmıştı. 

DP’Lİ OLMAK ‘İKTİSADİ AVANTAJ’ DEMEKTİ 

Kitabın sonsözünde İngiliz filozof Lord Acton’un “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” sözünü alıntılıyorsunuz. Kitap üzerine yaptığınız araştırmaların ardından ‘güç yozlaşmasının’ ilk belirtileri olarak neleri gözlemlediniz? Daha doğrusu, yozlaşan güç hangi eylemlerle ilan ediyor sona yaklaştığını? 

1950 yılındaki Türkiye, 1930’lar Türkiye’sinden daha fazla okumuş, şehirleşmiş, hiç olmazsa önemli bir kesimde dünyanın gidişatından haberdar bir Türkiye idi. CHP’li Nihat Erim, “Türkiye artık Tek Parti otoriterliğiyle yönetilemez” diye yazmıştı.

İnönü, tepkilerin ayaklanmaya dönüşmesinde endişe ediyordu, bu yönde konuşmaları var. 1960 Türkiye’si ise çok daha gelişmişti. Dört yeni üniversite açılmış, Batı’yla ilişkiler yoğunlaymış, şehirler büyümüştü. 1950-1960 arasındaki Türkiye ekonomik ve sosyal gelişmede başarılıydı ama artık otoriter metotlarla hiç yönetilemezdi.

DP’deki güç zehirlenmesi, yozlaşmalara da yol açmıştı. DP’li olmak iktisadi avantajlar elde etmek anlamına da geliyordu. DP’nin 1957 seçimlerin oy kaybetmiş olması önemli bir göstergeydi. Köylü çoğunluk Menderes’e sadakatini sürdürüyor fakat DP’nin on yılında gelişmiş olan şehirler ve okumuşlar DP’den soğuyor, muhalefete geçiyordu. 

ÇÖZÜMÜ BASKIDA ARAMAK HATA OLDU 

Şehirler ve aydınlar diye vurguluyorsunuz, neden? 

Şehirler ve aydınlar çok önemli sosyo-politik faktörlerdir. Tek Parti’ye şiddetle karşı çıkmış, DP’yi desteklemişlerdi. Şimdi baskıcı DP iktidarına karşıydılar. 1950’ye kadar demokrasi ve özgürlükler söylemi DP’nin söylemiydi… Özellikle 1957’den sonra CHP’nin ve Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin söylemi oldu.

Bölükbaşı iki defa dokunulmazlığı kaldırıp hapsedildi! İkide bir gazete kapatılıyordu. Muhalefette kuvvetler ayrığını savunan merhum Menderes 1957’den itibaren kuvvetler birliğini savunuyordu! Menderes’in kendisi “ülke yönetilemez halde” diyerek durumu ifade etmişti.

Çözümü uzlaşmada değil, baskıda araması büyük hata oldu; Ali Fuat Başgil yazıyor bunu. Darbe yol kesmeseydi muhtemelen son baharda olacak seçimlerde DP’nin seçim kaybetmesi, normal bir geçiş olması muhtemeldi; oy hareketlerine göre söylüyorum bunu. En azından Meclis’te denetleyebilir, dengeleyebilir bir yelpaze ortaya çıkardı kesinlikle. 

İKTİDARI ÖVMEYEN BASINA BASKI ARTTI 

Kitapta birçok basın kupürüne de yer veriyorsunuz. O dönemin basınını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yakın tarihe dönüp baktığımızda 1922’de Meclis’te muhaliflerin imza attığı Hürriyet-i Şahsiye kanunlarını görüyoruz mesela… Orada sözü geçen ifade hürriyetinin yansıması nasıl olmuş basında? Ya da bugünkü geldiği nokta nedir? Mesafe kat ettik mi? 

Tek Parti devrinde, hele de 1930’larda basın hürriyetinde bahsedilemez. Sözünü ettiğiniz 1922 tarihli ‘Hürriyet-i Şahsiye Kanunu’nu muhalifler çıkarmıştı, hiç uygulanmadı. 1946’da basın hürriyeti gerçekleşmedi fakat başladı.

Basın büyük çapta İnönü ve CHP karşısında yayın yaptı. Sonra DP dönemi. Turhan Feyzioğlu, 1957’deki bir konferansında “Türkiye Meşrutiyet’i takip eden birkaç yıl ve DP iktidarının ilk yılları hariç basın hürriyetine hasret kalmıştır” diye konuşmuştur.

Doğrudur bu. Menderes hep basından övgü bekliyordu, eleştirilere giderek kızmaya başladı. Baskı arttı, basının tepkisi arttı. İktidarın ilan ve reklam kaynaklarını kullanarak basına baskı yapması bu tepkiyi arttırdı.

Menderes’in “bizim gazeteler okunmuyor, muhalefet gazeteleri çok okuyor” diye yakınan konuşmaları vardır. Bütün tarihin verdiği ders şudur: Kuvvetler ayrılığı olmayınca demokrasi sağlıklı yürütülemiyor. Bugünkü durumumuz dünya sıralamalarındaki hazin derecemizden bellidir.

taha-akyol-kitabi.jpg

KARAR