KASIRGA daha bir süre devam edecek

Daha kötü günler olabilir öyle mi?

KASIRGA daha bir süre devam edecek


Dün başlayan Bekir Ağırdır röportajı bugün de devam ediyor. Ağırdır, daha henüz dibe vurmadığımızı, kasırganın daha bir süre devam edeceğini anlatıyor. Gerisini röportajdan okuyun…

“Türk insanın yüzde 16’sı, haberleri televizyondan takip etmiyor” diyorsunuz. Hayattan ve olup bitenlerden nasıl haberdar oluyorlar? Sadece kendi dar çevrelerindeki dedikodularla mı yaşıyorlar?
-E tabii, böyle bir risk var. “Yankı odaları” diyoruz buna. Ama şöyle de bir şey var: Hepimiz aslında, bireysel hayatlarımızda çok özgürlükçü ve hayalciyiz. Kendi çocuklarımız ve kendi hayatlarımız için son derece umutluyuz. Sorun çözücüyüz. Hiçbir şeyden vazgeçmiyoruz. Ama camdan öbür tarafa ya da sokağa bakınca, son derece kaygılı, tedirgin ve umutsuzuz. Türki insanı, bireysel hayatıyla, bu ortak hayatı ayırarak, kendince bir “savunma alanı” oluşturdu. O sokaktaki kutuplaşmaları, şunları-bunları kendi içine almıyor. Şunu demek istiyorum: İnsanlar camdan dışarı bakıyor ve mesela bütün dindarları, “şeriatçı” sanıyor. Bütün Kürtleri, “bölücü” sanıyor. Bütün solcuları, “ahlaksız” sanıyor. Oysa onların bir kısmı da bizim gibi “modern kentli.” Zaten kendi hayatı içinde olan için, “O solcu ama o başka… O, samimi solcu!” diyor. “O, Kürt, ama iyi niyetli Kürt!” diyor. “O, benim teyzem, samimi inançlı teyzem!” diyor. O nedenle, bunca manipülasyona ve kutuplaşmaya rağmen, Türkiye’de henüz kimse ne evliliklerini ne camilerini ne bakkallarını ayırdı. Ama bu hep böyle süremez. Bir yandan su kaynıyor çünkü!

Daha kötü günler olabilir öyle mi?
-Aynen öyle! O yüzden bütün bu çığlığı görüp, bir an önce bir “ortak yaşam” inşa etmemiz lazım.

Ne yani… daha dibe vurmadık mı?
-Hayır, vurmadık! Dip, daha bu değil. İnsanlar git gide, fakirleşiyor. Bakkala gittiği zaman, yoğurda ödediği bir para var. O, git gide artıyor. Sofrasına oturduğunda, sofrasındaki gıdanın azaldığını görüyor. Size bir rakam vereyim: Türkiye’de çalışma hayatına dahil 100 insan varsa, bunların 53’ü çalışmıyor zaten. Emekli, ev kadını veya öğrenci vs. 47 insan istihdama dahil. Bu 47’nin 9’u şu an işsiz. Sadece 38 kişi çalışıyor. Bu 38 kişinin de 30’u, her akşam yatağa yattığında, işini kaybederse ertesi gün iş bulamayacağı korkusuyla yaşıyor. Dolayısıyla, bu korku nedeniyle verimlilikleri düşük. Bu korku nedeniyle, özgürce içlerindekileri söyleyemiyorlar. O yüzden sadece işgören robotlara dönüştüler. Umutlarını kendi evlerinin içine gömüyorlar, sokağa taşımıyorlar. Türkiye’nin bir başka problemi de bu aslında, sokaktaki tartışma zeminlerinin yok edilmiş olması. Böyle bir alan kalmadı insanlar için. İktidar da bilinçli bir biçimde bu alanı daraltıyor. İnsanlar siyasetten iyice kopsun diye. Ama ne oluyor? İnsanların, ekonomik krizin etkisiyle, bu korkularla yaşadıkları bir hayat var, bir de televizyonda izledikleri ya da gazetelerde gördükleri, “Dünyanın süper gücüyüz! Dünyaya kafa tuttuk!” diyen hikayeler var. “Siyaset sahiciliğini yitirdi” derken aslında bunu kastediyorum.

Bu keşmekeş ne kadar sürer? Ve nereye varır sizce…
-Valla ya siyasi alanda var olan partilerden birisi adam gibi bir şeye dönüşecek. “Şu parti, bu parti” ayrımı yapmaksızın söylüyorum, ama hepsinin beslenme damarları tıkandı. Ne yeni bilgilerden besleniyorlar ne de yeni insanlardan. Sizin kızınız ya da benim kızlarım hiçbir partiye üye olmuyor. Bakıyorlar, değişmez kurumlar var karşılarında, ama buna karşılık gidip sivil toplum örgütlerine üye oluyorlar. Denizli’nin içme suyu ya da Kaz Dağları’nın savunulması gibi reel sorunlarla mücadele etmek istiyorlar. Ama iktidar, bunu da istemiyor. Kaz Dağlarını kurtardığınız zaman Çanakkale’deki veya bütün Marmara’daki Türk veya Kürt, Ak Partili veya CHP’li veya Sünni ya da Alevi, kadın ya da erkek herkesin hayatına değen bir şey yapıyorsunuz. İktidar hoşlanmıyor olabilir ama “yeni siyaset” de işte o dağlardaki “çoban ateşleri” dediğim bu hareketlerden çıkacak.

Sivil toplum gibi bir yapılanma sözünü ettiğiniz…
-Aynen! “Onurlu yaşam hakkı hareketi”nden, insan hakları hareketinden, bütün dünyada çevre ve kadın meseleleri özünde olmak üzere yeni bir siyaset biçimlenecek. Ama o güne kadar biraz daha gidilecek yerimiz ve mesafemiz var. O yüzden ben bütün şirketlere ve siyasetçilere şunu söylüyorum: Kasırga, bir süre daha devam edecek! Moral kapasitenizi buna ayarlayın! Ama ucu, karanlık değil. Çünkü insanlık, tarihi boyunca bu karanlık dönemlerden geçmiş ve aydınlığa çıkmış. İnsan, geriye doğru gitmiyor hiçbir zaman. O yüzden geleceğin, “öcü” gibi anlatılmasına itirazım var. O nedenle de şu anda, “Geleceğin hikayesi yok” diye bir kitap hazırlıyorum. İnşallah Nisan’da çıkacak.

Bütün araştırmalarımızda “dini ibadet ritimleri”nin giderek azaldığı dikkati çekiyor

“Dindar gençlik” projesinin işe yaramadığı açıkladınız. Kendilerini “geleneksel muhafazakarlar” olarak tanımlayanların oranı, yüzde 45’ten, 43’e inmiş. “Dindar muhafazakarlar” olarak tanımlayanlar ise, yüzde 25’ten, 15’e düşmüş. Bütün bunlar ne anlama geliyor? Artık “modern muhafazakarlar”ın dönemi mi?
-Evet öyle. Onlar, yeni bir sentez üretiyorlar. Kentleştikçe, metropolleştikçe, evet, kendilerini hala “dindar” diye tanımlıyorlar, ama bir yandan da aynen bizim gibi Kanyon’da yemek istiyorlar, Zorlu Center’da caz konserine gitmek istiyorlar vs.

Ya da kadınlar botoks yaptırıyor, dudaklarına dolgu yaptırıyor…
-Evet. Dini inancımıza göre, Allah’ın yarattığı bedene müdahale “günah” değil mi? Ama Türkiye’de şu anda insanların yarısı, “Estetik ameliyat normal!” diyor. Türban takıyor ama botoks da yaptırıyor. Ya da Zorlu’da caz konserine gidiyor, oradan çıkıp bir kafeye geçiyor. Türban takmayanlar da o kafeye gidiyor. Tek fark, bir masada içki içiliyor, diğerinde içilmiyor. Bu gençler çoklu bir hayatın içine doğdular. Bense mesela, monolitik bir kasabada doğup, büyüdüm. Herkes Sünni ve Türk’tü. Benim kasabamda, sarışın insan yoktu. Benim kasabamda, herkes aynı koşullarda yaşıyordu. Herkes “ayıp” deyince, “günah” deyince ya da “güzel- doğru” deyince aynı şeyleri anlıyordu. Şimdi öyle değil. Ben 18 yaşında üniversiteye geldiğimde caz veya klasik müzik duydum. Ama dediğim gibi bu gençler her şeyin içine doğdu. Dolayısıyla, benim kızıma, “Kaç tane türbanlı arkadaşın var? Kaç Kürt arkadaşın var?” deyince, boş boş suratıma bakıyor, o hiç öyle düşünmemiş ki, kafasında öyle ayrımlar yok… İlk 7 yaş kimliklerinin biçimlendiği yıllar. O dönemi metropolde geçiren çocuklar yüzde 15. On yıl içinde, Türkiye giderek metropolleştiği için, yüzde 35 olacaklar. O şirketlerde karşımızda gördüğümüz bütün yöneticiler de o çocuklar, o gençler olacak. İşte o gün değişecek bütün şirketler ve markalar! Ve Türkiye…

Deminki meseleye dönersek, “Aynı hayatları yaşıyorlar aynı mekanlara gidiyorlar” diyorsunuz… Peki kahve içen, şarap içeni yargılamıyor mu? Ya da tersi…
-Önemli bir kısmı yargılamıyor. Gençlerde bu yargı yok. Tabii ki içinde yargılayanlar var ama ana akım, bir arada yaşamaktan yana. Yani onların, “modernlik” kavramına yükledikleri anlam, bizim yüklediğimiz siyasi anlamdan farklı. Onlar “yapabilmek”, “o imkana kavuşabilmek” diye bakıyor. Örneğin Bodrum’a tatile gitmek istiyor, yurtdışına tatile gitmek istiyor…

Peki ne kadar dindarlar? Şeklen mi baş örtüsü takıyor bir kısmı mesela…
-Bir inanç dünyaları elbette var. Ama metropolde ibadet kuralları da değişti. Örneğin öğle namazına gidemiyorlar. Metropolde çalışan bir insan, günde ortalama 4 saat yollarda vaktini geçirirken, akşam eve koştur koştur geldiğinde, “Akşam namazını artık kazaya bırakayım!” diyor. Bütün araştırmalarımızda, dini ibadet ritimlerinin giderek azaldığı dikkati çekiyor!

https://www.armanayse.com/kasirga-daha-bir-sure-devam-edecek/

AYŞE ARMAN