Köylü anarşizmi mi; yoksa zulme yakılan bir isyan ateşi miydi: Eşkıyalık
Resmi kayıtlarda ve Türk edebiyatında eşkıyalara dair kanaatler
Resneli Niyazi’den “Muğla canavarı” Eşref Atan’a; “İnce Memed”ten “Eşkıya” Baran’a… Resmi kayıtlarda ve Türk edebiyatında eşkıyalara dair kanaatler
Aslen bir Arnavut olan Resneli Niyazi’nin ciddi bir politik birikimi yoktu. Osmanlı ordusu içinde kıdemli yüzbaşı rütbesine denk gelen kolağası bir askerdi yalnızca.
İddialara göre Sultan Abdülhamid’den Yıldız Sarayı’na yaver olma teklifi almasına rağmen “hürriyet, müsavat ve uhuvvet” taleplerinin büyüsüne kapıldı.
Resneli Niyazi gemileri yakarak etrafına topladığı yaklaşık 700 kişilik askeri birlikle dağa çıktı.
Resneli Niyazi’nin dağa çıkması ve sonrasında Yıldız Sarayı’na gönderdiği telgraflar Sultan Abdülhamid’i rahatsız etmişti; fakat Sultan Abdülhamid, bu olayın kanlı bir biçimde bastırılmasını istemiyordu.
Bu sebeple Ferik Şemsi Paşa’yı bölgeye gönderdi; oysa Yıldız Sarayı, Rumeli dağlarında gerçekleşen isyanı doğru okuyamamıştı.
Yıldız Sarayı, dağa çıkan askerleri geleneksel eşkıyalık faaliyetlerine girişmiş bir grup kaçak, yani eşkıya olarak görüyordu.
Osmanlı siyaset geleneğinde bu tür durumlar karşısında, o sırada tahtta oturan sultanın mizacına göre, eşkıyalarla ya anlaşma yapılır ve rütbe verilir ya da silahlı çatışmaya girilirdi.
Çatışma sonrasında sağ ele geçirilen eşkıyalar ise ya sürgün edilir ya da idam cezasına çarptırılırdı.
Oysa Resneli Niyazi her ne kadar geleneksel yöntemleri kullanarak dağa çıkmışsa da amacı alışılagelmiş eşkıyalarınkinden farklıydı.
Resneli Niyazi / Fotoğraf: Twitter
O, herhangi bir makam beklentisi ya da şahsi bir dava gütmeden bir takım siyasi taleplerle dağa çıkmıştı.
Bu yüzden Resneli Niyazi ve eşkıyaları dağda saklanmak ya da yağmalar yerine askeri saldırılar gerçekleştiriyor, daha önemlisi politik isimleri siyasi amaçlarla katlediyordu.
Yıldız Sarayı’nın olayları mümkünse barışçıl yollarla çözmesi için bölgeye gönderdiği Ferik Şemsi Paşa isyancılarla masaya dahi oturamadan Atıf Bey tarafından vurularak öldürülmüştü.
Bu haber Yıldız Sarayı’na ulaştığında adeta bomba etkisi yaratmıştı. Olayların çığırından çıkmasını istemeyen Sultan Abdülhamid, bu kez Müşir Osman Paşa’yı bölgeye gönderdi.
Yıldız Sarayı’na ulaşan haber en az ilki kadar korkunçtu; çünkü eşkıyalar bu kez Yıldız Sarayı’nın temsilcisi Osman Paşa’yı kaçırarak dağa çıkarmışlardı.
Osman Paşa’yı kaçırma operasyonunun başında Resneli Niyazi bu kez bizzat vardı.
Bu gelişmelerden sonra Resneli Niyazi kısa sürede büyük bir şöhrete kavuştu.
Meşrutiyet talebinde bulunan aydın kesimi için o, bir Köroğlu veya Dadaloğlu misali zulme karşı isyan ateşini yakmış; ama bu efsanevi isimlerin aksine şahsi bir husumet yerine bütün bir topluma mal olan özgürlük davasını gütmüştü.
Resneli Niyazi ve geyiği / Fotoğraf: Indigo
Resneli Niyazi dağda evcilleştirdiği yabani geyiği, sakalı ve ateşli nutuklarıyla meşrutiyet talebinin sembolü haline gelmişti.
Mısraları içinde Resneli Niyazi’nin isminin de vurgulandığı “Neşîde-i Hürriyet” Marşı devrimin milli eseri olurken 1908 yılı sonrası Resneli Niyazi yanına geyiğini de alarak İstanbul’a geldi.
“Ne şehittir ne gazi, hiç uğruna gitti Niyazi”
1908 Devrimi sonrası “Meral” ismiyle anılan geyik, Resneli Niyazi ile İstanbul’a halkın ilgi odağı haline gelmişti, öyle ki Veliaht Reşat Efendi bizzat Gülhane Parkı’na gelerek geyiği görmek istedi.
Resneli Niyazi ve “Meral” isimli geyiği / Fotoğraf: Twitter
Oysa dağların koca yürekli eşkıyası Resneli Niyazi için kader ağlarını örmeye başlamıştı.
Meşrutiyetin sembol ismiydi; fakat devrimi birlikte gerçekleştirdiği yol arkadaşlarının aksine o, amacı farklı da olsa, bir eşkıya idi.
Bu yüzden şehir siyaseti ve entrikalarına ayak uyduramadı, nihayetinde politik mecrada herhangi bir makam elde edemeden sahnenin dışında kaldı.
Yaptığı sitemli konuşmalar, Mahmut Şevket Paşa’yı rahatsız etmesi üzerine emekliliğe ayrılarak memleketine döndü ve çiftçilik yapmaya başladı.
Balkan Savaşları sonrası döndüyse de tamamen kurgu olduğu düşünülen bir kavganın ortasında kaldığı bir sırada vurularak öldürüldü.
Kimin vurduğu hiçbir zaman bilinemedi. Halk onun ölümünden sonra “Ne şehittir ne gazi, hiç uğruna gitti Niyazi” sözünü diline pelesenk kıldı.
Resneli Niyazi’nin amacı farklı olsa da sırtını binlerce yıllık eşkıya geleneğine yaslamıştı.
Devrimin gözü pek kahramanına Abide-i Hürriyet’e defnedilmek de layık görülmedi.
Enver Paşa ve diğerleri de dağa çıkmıştı; ama aralarındaki belki de tek eşkıya Resneli Niyazi idi. Bu sebeple akıbetinin bu şekilde olması şaşırtıcı değildi.
O da çoğu eşkıya gibi sıcak yatağında huzur içerisinde ölememişti. Bunu anlayabilmek için eşkıyaların tarihine, geleneklerine ve akıbetlerine bakmamız gerekir.
Eşkıyalar sosyal adaletin mi peşindeydi?
Yavuz Turgul’un yönettiği, Şener Şen ve Uğur Yücel’in başrollerini paylaştığı 1996 yapımı “Eşkıya” filminin hemen başında dikkat çekici bir diyalog vardır.
Fotoğraf: YouTube
Şener Şen’in canlandırdığı Baran karakteriyle konuşan yaşlı kadın, Eşkıya Baran’a şu nasihatte bulunur;
Sen mahpusa gittikten sonra düzen bozuldu eşkıya. Kötüler bu işte galip geldi. Ezilenler ezildi.
“Şak” kökünden türetilen eşkıya kelimesi şaki sıfatının çoğuludur. Haydut, yol kesen anlamlarıyla kullanılsa da yüzlerce yıllık sözlü geleneğimizde eşkıyalara biçilen rol her zaman menfi bir anlamda kullanılmaz.
Dadaloğlu, Köroğlu ve Koçero gibi sözlü geleneğe mal olmuş eşkıyalar köylüyü ağaya karşı koruması veya bir zulme başkaldırması sebebiyle halk, eşkıyaları şiir ve hikayelerinde müspet bir biçimde ele almıştır.
Şener Şen’in canlandırdığı Baran karakteri de bu geleneğin son temsilcilerinden biri olarak canlandırılır.
Kelime anlamı itibariyle haydut manasına gelen eşkıya sözcüğü, burada ezenlerin karşısında konumlandırılmıştır.
Yani eşkıya Baran, Köroğlu’nun modern zamanların heyulası arasına sıkışmış nostaljik bir karakterdir.
Bu durum Yılmaz Güney’in eşkıyaları konu alan filmlerinde de tespit edilebilmektedir.
Eşkıyalığı modern yazılı literatürde köylü sınıfının yozlaşmış düzene karşı bir başkaldırısı olarak resmeden Yaşar Kemal ise eşkıyalığa dair sözlü geleneği yazılı kültüre taşımıştır.
“İnce Memed” romanında “Memed” karakteri Abdi Ağa isimli zalim bir köy ağasının haksızlıklarına daha fazla dayanamayarak silah çatmaya başlar.
“İnce Memed” romanında “Memed” karakteri çizimi / Görsel: Twitter
Eşkıya olarak dağa çıkan İnce Memed, zulüm nereden ve kimden gelirse gelsin karşısında durur.
Bu uğurda gerekirse devlet otoritesi sayılan jandarmaya dahi karşı koymaktan çekinmez.
Köylünün İnce Memed isimli eşkıyayı kısa sürede mitleştirmesini ise edebiyat eleştirmeni Fethi Naci şöyle açıklar;
Köylüler, kendi yapamadıklarını İnce Memed yapınca, başkaldırınca, İnce Memed’i evliya yerine koyuyorlar, başlarına taç yapıyorlar.
Yaşar Kemal’in bir başka romanı olan “Yer Demir Gök Bakır” isimli eserinde ise halkın zulüm karşısında yarattığı efsane direnişi şöyle bir diyalogla aktarır;
İşte şimdi de başında Taşbaşoğlu olayı. Köylü adamı yavaş yavaş, gün
geçtikçe ermişliğe itiyor. Bunun bir tek müsebbibi Adil.
Köylü böyle anlarda sarılacak dal arar. Türlü türlü dala sarılır, bırakır. En sonuncu
sağlam sandığı bir dala sarılır, sarıldıkça sarılır, her bir şeyini dalın
gücüne verir, daha sığınır.
Bir dal bulamazsa, kendisi dalı yaratır, sonra da sarılır. Köylü dalsız edemez.
Öte taraftan, Yaşar Kemal’in yarattığı ve sözlü geleneğe dayanan adalet dağıtıcısı eşkıya mitine Kemal Tahir “Rahmet Yolları Kesti” romanıyla karşı çıkar.
Halkın sözlü geleneğini romanlarında büyük bir ustalıkla kullanan Kemal Tahir devlet otoritesini sarsan eşkıyaları kesin bir biçimde reddederek onları birer haydut olduğunu anlatır.
Andre Mouris’in “Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncuları ile başa çıkamayan bir toplum –ruhunda arta kalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla – soyguncularına karşı hayranlık duyar” alıntısıyla kitabına giriş yapan Kemal Tahir’in nazarında eşkıyalar yalnızca birer hayduttan ibarettir.
Kemal Tahir / Fotoğraf: Düşünce Mektebi
Kemal Bozdağ’ın “Kemal Tahir Sohbetleri” isimli kitaptan aktardığına göre Tahir, eşkıyalığı devletin zayıflığı olarak görür ve şu ifadeleri kullanır;
Batı’da ve Doğu’da farklı devletlerin ortaya çıkması, toplumların farklı olmasından ileri geliyor. Batı toplumu sınıflıdır. Doğu toplumunda sınıf yoktur.
Batı toplumu sınıflı olduğu için, orada devlet sınıflar arasında bir tarafsızlık dengesi kurabildiği veya eşit ölçüde güven verebildiği zaman ayakta kalır. Müesseselere dayalı demokrasinin kaynağı budur.
Doğu toplumunda devlet sınıflar olmadığı için, sadece adalete dayanır. ‘Adalet mülkün temelidir’ denmesinin nedeni budur.
Toplumun bazı çıkarları var ki, bunu devlet sağlar ve topluma verir. O, çıkarları daha iyi korursa, millet ondan yanadır.
Eşkıyalara dair bilgilerin güvensiz olması onlar hakkında geliştirilen kanaatlerin de ifrat ve tefrit arasında kalmasına sebep oluyor.
Resmi kayıtlarda eşkıyalar
Tarihi kayıtlarda eşkıyalara dair tutulan notların büyük bir bölümünün resmi evraklar olması onlar hakkında sağlıklı bir kanaat geliştirmenin önündeki en büyük engellerden birisini teşkil ediyor.
Sabri Yetkin, “Ege’de Eşkıyalar” isimli kitabında bu zorluğu şöyle ifade ediyor;
Eşkıyalık veya başkaldırı gibi sosyal tarih çalışmaları yaparken oldukça dikkatli olmak zorundayız.
Tarih araştırmalarını yaparken, çalıştığımız malzeme, öncelikle arşiv malzemesi olduğundan, ‘resmi görüşü’ savunurlar; bunun için de bu tür malzemelerin içerdiği bilgiler, eşkıyalık, başkaldırı ve ayaklanma gibi sosyal hareketler karşısında tarafsız değildir.
Oysa sağlıklı değerlendirmelere ulaşabilmek için, halkın görüşünü ve değerlendirmelerini yansıtan eşkıya türkü ve destanlarından yararlanmak zorundayız…
Halk arasında bu kadar yaygın olan, kamu vicdanında geniş ölçüde yer kaplayan eşkıya türkülerinin ve destanlarının, eşkıyalık tarihinin yazılmasında büyük önem taşıdığına inanmaktayız.
Kayıtlara bakıldığında çoğunlukla asker kökenli olan eşkıyalar savaş veya olağanüstü durumlar sonucunda vazifelerinden kaçarak dağa çıkmış kişilerden oluşuyordu.
Şeriat hükümleri dağa çıkmalarından dolayı onlara ölüm cezası vermezdi; fakat dağa çıktıktan sonra işledikleri suçlara göre idam, kol kesme, bacak kesme ve sürgün gibi cezalara çarptırılmışlardı.
Osmanlı döneminde “Celali İsyanları” olarak bilinen isyanların pek çoğu eşkıyalık faaliyetlerine dayanırdı.
Kadınlar eşkıyalık faaliyeti içerisinde bulunmamaları sebebiyle bu hukukun dışında değerlendirilmişlerdi.
Eşkıyalığa bulaşmış kişiler eğer ki devlet adamı ise “huruc ale’s-sultan ve sai bi’l-fesad” fetvası çerçevesinde idama mahkum edilirdi; çünkü onlar devletin içinde bir ifsada sebep oldukları kabul edilirdi.
Bu türden eşkıyalık faaliyetleri savaş dönemlerinin yoğun olduğu yıllarda veya mevcut ordunun modernizasyonu sürecinde karşılaşılıyordu.
Celali isyanlarını resmeden bir çizim / Görsel: kokturk.org
Eşkıyalık faaliyetleri, Celali İsyanlarından sonra Balkanlar, Ege, Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Arap Yarımadası gibi bölgelerde yoğun bir biçimde karşılaşılan bir sorun olarak devlet kayıtlarına geçmişti; çünkü bu Celali İsyanları bu faaliyetleri bir usul ve geleneğe oturtmuştu.
Ege’de efeler, doğu bölgelerinde Kürt ve Arap aşiretleri genellikle eşkıyalık yoluna gitmeleri ile bilinmekteydi.
Balkanlar bölgesi ve Doğu Anadolu’da eşkıyalık yapan çeteler ise ideolojik bagajlara sahip hareketlenmelerdi. Bulgar ve Ermeni eşkıyaları bu grupların başında gelmekteydi.
Eşkıyalık faaliyetleri bilindiğinin aksine Osmanlı tarihi ile bitmiş bir mesele değildi, örneğin Ege bölgesinde efe kıyafetleri giyerek dağa çıkmış son eşkıya 1970’li yıllarda yakalanmıştı.
“Muğla canavarı” olarak tanınan eşkıya Eşref Atan’ın hikayesi ise oldukça korkunç bir örnekti.
İlk eşini öldüren Atan, aftan yararlanarak serbest kalmıştı. Sonrasında aşık olduğu sevgilisini başka bir erkekle yakaladı ve ikisini de hunharca katletti.
“Muğla canavarı” kinci bir aftan yararlanarak yine hapishaneden çıkmış ve bu kez Neşet isimli bir vatandaşın kendisi hakkında dedikodu yaptığı gerekçesiyle ağzını dikerek dağa çıkmıştı.
“Muğla canavarı” Eşref Atan / Fotoğraf: tarihvemedeniyet.org
Kısa sürede jandarma tarafından yakalanmışsa da dağa çıkması sebebiyle Ege’de büyük bir şöhrete kavuşmuştu.
2006 yılında geçirdiği felç sonrasını hayatını kaybeden “Muğla canavarı” Eşref Atan ölümüne kadar sessiz ve gözlerden uzak bir hayat yaşadı.
“Muğla canavarı” ve diğer kötü örnekleri bir kenara bıraktığımızda Mehmet Berk Yaltırık’ın Tarih ve Medeniyet Dergisinde kaleme aldığı “Töreleri ve Tarihleri ile Eşkıyalar” isimli yazısında eşkıyaların yaşam biçimi ve geleneklerini şu şekilde nakletmektedir;
Öldürdüklerinin silahlarını almazlar, başkasının silahının kendilerine uğursuzluk getireceğine inanırlardı.
…
Kendi aralarında bir tür mahkeme usulü vardı. Yapılacakları, idam edecekleri, cezalandıracakları kendi aralarında konuşulur, öyle karara bağlanırdı.
Bir yerde konakladıklarında çevreye gözcüler bırakırlardı. Gözcüsüz, tedbirsiz konaklayan eşkıya ya çok toy ve deneyimsiz sayılırdı, ya da kendine aşırı güvenen biri olduğuna yorulurdu.
Karşı karşıya kaldıkları çete veya kolcunun etnik özelliklerine ve bağlantılarına dikkat ederlerdi. Mesela Laz, Arnavut, Çerkes gibi kabile toplumundan gelen insanların bağlantılarına, kan davası gütmeleri gibi özelliklere, nişancılık ve savaşçılık gibi özelliklerine dikkat ederler, düşman seçerken buna göre davranırlardı. Mesela bu hususta romanda Balçıklı Ethem bir çeteyi kıstırdığında adamların silahlarını tamamen bırakmalarını emreder.
Sonra da diğerlerine dönerek: 'Ben Lazları bilirim, bir tabanca ile alayımızı haklarlar' diye uyarır. Benzeri durum tarihte bahsi geçen efelerden olan Alabardalı Kabakçı Salih Efe’nin hikâyesinde de vardır. Savaş yıllarında Çerkes asıllı bir çeteyle vuruşmuş, bunun kan davasını güden bir Çerkes yüzbaşıda onu birkaç yıl sonra bir pusuya düşürerek öldürmüştür.
Kendileri ve tasarıları hakkında ağızlarından laf kaçırmamaya dikkat ederlerdi.
…
Silahlarını boşa atmaz, mermiye kıymet biçerler.
Eşkıyalığın kendi aralarında bir rütbe sistemi vardır. En başta çete lideri bulunur. Onun altında sağ kolu veya baş kurmayı bulunur. Kurmayların sayısı birkaç tanedir, onların da altında kızanlar vardır. Kızanların da altında acemiler bulunur. Acemilere erzak ve cephane taşıtırlar, silah vermezler.
Kendi tabiriyle 'Müsademeye (çatışmaya) girilince ilk önce kertenkele gibi kayalara yapışıp mermilerden saklanmasını öğrenirler. Mermi vızıltısına alışıp kayalara yapışmayı öğrenene tüfek verirler. Tek atışlık hakkı vardır. O atışta başarılı oldumu kızanlardan sayılır. Tabi bu efeler felan eski dönem çetelerinde varmış. Bizim zamanımızda kaçaklar vardı, çatışmaya girmezler, bu kadar da kalabalık gezemezlerdi.' Hatta 'Deve gibi ayağa kalkmak' deyişini acemilik olarak görüp çatışmada bu şekilde vurulanları alaya alırlardı.
İstihbarata önem verirler, iki tür adam beslerlerdi. Birinci türü her köyde bulunur, köye inen kervan, kolcu ve yörenin derebeyi, ağası hakkında bilgi verirdi. İkinci tür adamı ise duruma göre devşirirlerdi. Bu adam yardımıyla hasım oldukları çete ya da ağanın adam sayılarını, faaliyet bölgelerini, bağlantılarını araştırırlardı. Bu ikinci tür casus günü gününe haber getirir. Bilgileri olmadan hasım çeteyle vuruşmaya girmezlerdi. 'Korku dağları bekler' sözüne inanırlar, rehber ve öncü çıkarmaya önem verirlerdi.
…
Eşkıyalar takip müfrezelerinden çok, çete içerisine dedikodu, şüphe, anlaşmazlık girmelerinden çekinirlerdi. Aralarına bir kez bir husumet girdi mi günden güne büyüyen şüpheleri aralarında çatışmaya neden olurdu. Her sorunu öldürerek hallettiklerinden dolayı bu tip çeteler kurt oyununa çıkmış kurt sürüsüne benzerlerdi. Ölüm korkusu nedeniyle uykusuzluk ve daimi tetikte olma hali sinirlerini gerer, çarpışmaya girdiklerinde yanındakinin kurşunuyla ölme ihtimalini düşünmeye başlarlardı.
Eşkıyaların en temel kanunu ırza mala göz dikmemek ise ikinci kanunu düşmüşe, âcize el uzatmak yani yardım etmekti. Adi suçlar işleyenler haricinde bu şekilde davrananlar toplumsal hafızada kabul görmüş, türkülerde bahsi geçen kişiler olmuşlardır. Bu nedenle genelde fakir fukaraya çeyiz armağan edip evlendirmeleri, düğün kurdurmaları söz konusudur.
Eşkıyalar yaptıkları baskın ya da tahribattan sonra etkileri hafifleyinceye kadar ortalıktan çekilirler.
Padişah deviren bir celali eşkıyası: Yeğen Osman Paşa
Osmanlı tarihinde sayısız eşkıya tipolojisi ve örneği mevcuttur; fakat eşkıya ile devlet arasındaki münasebetleri en iyi biçimde anlaşılmasını sağlayacak örnek “Yeğen Osman Paşa” hadisesidir.
Sadrazam Kara İbrahim Paşa’nın bölükbaşı olan Yeğen Osman, Macaristan Seferi sırasında askerden kaçarak Anadolu’ya geçmişti.
Burada yanına topladığı çoğu asker kaçağı asilerle beraber dağa çıkmıştı. Osmanlı Devleti, bu asi ile silah çatmak yerine ona Afyonkarahisar Beyliği’ni vererek ondan yararlanmayı tercih etti.
20 Ağustos 1685’te Osmanlı Devleti, Yeğen Osman Paşa’dan emrindeki askerlerle beraber Avusturya seferine katılmasını emretti.
Bu sefer sonrası artık Paşa mertebesine yükselmiş olan Yeğen Osman Paşa’ya Rumeli Beylerbeyliği de verilecekti.
Sefer sırasında karşılaşılan olumsuz koşullar ve ordunun hazırlıksızlığı ordu içinde rahatsızlığa neden olmuştu. Bu rahatsızlığı bir isyan ateşine çeviren kişi ise bir eşkıya olan Yeğen Osman Paşa’dan başkası değildi.
İsyan kısa sürede tüm orduya yayıldı ve önce sadrazamı devirerek yerine kendi adamları olan Halep Valisi Siyavüş Paşa’yı getirdiler. Eşkıya Yeğen Osman Paşa asilere daha da ileriye gitmeleri gerektiğini telkin ederek isyan ateşini İstanbul’a kadar taşıdı.
Bu isyan sonucu Dördüncü Mehmet tahttan indirilerek yerine İkinci Süleyman getirilmişti. Yeğen Osman Paşa’ya Macaristan serdarlığının yanında Halep Valiliği de verilmişti; fakat bu eşkıya devlet adamı yurdun birçok bölgesini haraca bağlamıştı.
Osmanlı Devleti bu eşkıyadan ancak 3 Mart 1689 yılında Vezir Arap Recep Paşa’nın başını vurdurarak idam etmesiyle kurtulabilmişti.
The Independentturkish