Libya mutabakatı, muhtemel sonuçları ve yapılması gerekenler
KKTC, Türkiye’den başka bir ülkenin petrol şirketine arama ve sondaj ruhsatı veremezdi
Prof. Dr. Hasan Ünal Independent Türkçe için yazdı
Prof. Dr. Hasan Ünal Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi @hasanunal1920
Türkiye’nin 27 Kasım 2019 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile yaptığı anlaşma Doğu Akdeniz’de devam etmekte olan güç mücadelesi açısından tarihi öneme sahiptir.
Kıbrıs Rumları, Ankara ile kötü ilişkiler içinde bulunan İsrail ve Mısır ile yaptığı deniz yetki alanlarının belirlenmesine ilişkin anlaşmaların ardından Münhasır Ekonomik Alan (MEB) ilan etmişti.
Rumların Yunanistan ile birlikte ve bölge ülkelerinden alacaklarını varsaydıkları destekle Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den dışlama çabalarına Ankara, 2019 yılında başlattığı doğal gaz arama ve sondaj faaliyetleriyle ilk karşılığı vermişti.
Türkiye’nin yürüttüğü bu arama ve sondaj faaliyetinin Kıbrıs Rumlarının kendi MEB’leri olarak kabul ettikleri bölgelerin bir kısmında icra edilmesi Rumlara açık bir mesaj veriyordu:
Bu bölgelerin size ait olduğu tezini kabul etmiyoruz. Bu bölgelerde hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin hakları vardır ve bu hakların bir takım oldubittilerle gölgelenmesine, ortadan kaldırılmasına izin vermeyeceğiz.
Peki, Rumlar ve Yunanistan Türkiye büyüklüğünde ve Akdeniz’e en uzun kıyısı olan bir ülkenin Doğu Akdeniz’den dışlanabileceğine dair varsayımlarını neye dayandırmışlardı? Nasıl böyle bir dış politik hata yapmışlardı?
Rum-Yunan tarafının varsayımları birkaç temel unsura dayanıyordu. KKTC, Türkiye’den başka bir ülkenin petrol şirketine arama ve sondaj ruhsatı veremezdi; çünkü hiçbir uluslararası petrol şirketi KKTC’nin vereceği ruhsatla bu işe kalkışmazdı.
Oysa kendileri ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla uluslararası şirketlere ruhsat vererek arama ve sondaj çalışmalarını başlatırlar ve oldubittiler yaratabilirlerdi.
Türkiye bu işe tek başına kalkışamazdı; çünkü petrol arama ve sondaj teknolojisine sahip değildi. Bu işleri yapacak gemileri ve hatta eğitimli personeli bile yoktu.
Öte yandan Rumların bu işe başladıkları yıllarda AB süreci hala Tük dış politikası üzerinde ciddi bir etkiye sahipti ve Ankara’nın şimdi atmakta olduğu adımları atması beklenemezdi.
Bütün bunlara ilave olarak konu abartılarak Kıbrıs Türk kamuoyunun önüne konulabilirdi: Biz büyük miktarda doğal gaz bulduk, gelip bize katılırsanız paranın bir kısmını belki sizinle de paylaşırız.
'AB’ye girip zengin olacağız' şeklinde pazarlanan ve Kıbrıs Rumlarının üye olmasından sonraki yıllarda hayal ticareti olduğu anlaşılan psikolojik harekatın ardından kuzeydeki Türk toplumunu belki bu şekilde istedikleri ‘çözüme’ ikna edebilirlerdi.
Ayrıca kabul etmek gerekir ki, o yıllarda Ankara’nın izlediği AB politikaları Rum-Yunan ikilisinin hayal çıtasını epeyce yükseltmişti.
Ama olmadı ve başlattıkları bu tehlikeli girişim giderek kendilerini vuruyor. Rum basını, Türk arama ve sondaj gemileri ile Türk donanmasını kendi egemenlik alanları olduğunu iddia ettikleri sularda gördükleri zaman bunun Atila (1974 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından icra edilen çıkarma harekatının askeri adı)’dan sonraki en büyük ‘işgal’ hareketi olduğunu söylüyorlardı.
Fakat bunu kendilerinin davet ettiklerini, yaratmaya çalıştıkları oldubittilere hiçbir egemen devletin izin vermeyeceğini itiraf etmek istememişlerdi.
Şimdi Türkiye ile Libya arasında imzalanan deniz yetki alanları sınırlaması anlaşması da Rum-Yunan tarafını epeyce şaşırtmış durumda.
Türkiye, Libya ile hakkaniyet esasına dayalı ve coğrafyanın üstünlüğü ilkesi üzerine kurulu bir anlaşma yaptı.
Buna göre, ana kıtaların ortay hattının ters tarafında kalan adaların ana kıtaların yani Türkiye ve Libya’nın denizdeki haklarına mani olmaması ilkesi benimsendi.
Uluslararası Adalet Divanı’nın ve hakemlik mahkemelerinin verdiği pek çok karar emsal alınarak varılan bu uzlaşmaya göre, Türkiye’nin Rodos-Meis hattına sıkıştırılamayacağı ortaya konulurken, Girit Adasının da Libya’nın denize çıkışını kapatmaması prensibi benimsendi.
Ve sonuçta bu anlaşma ile Libya Türkiye tarafında 16 bin 700 kilometrekare deniz alanı kazandı.
Ayrıca aynı prensipler üzerinden Yunanistan ve İtalya ile benzeri bir antlaşma imzalaması halinde 36 bin 500 kilometrekare bir ilave alan elde etmiş olacak.
Aynı kazançlar Mısır ve İsrail için de söz konusu olacaktır.
Dolayısıyla bu ülkelerin Ankara’nın ortaya koyduğu tezler üzerinden Türkiye ile anlaşmaları hem elde edecekleri ilave deniz yetki alanları kazançları açısından kendi lehlerine hem de bölgede bulunacak doğal gazın Avrupa’ya ulaştırılması açısından -tabi güzergah Türkiye olduğu için- faydalı.
Başka bir ifadeyle bu ülkeler çıkaracakları doğal gazı nihai tüketici olan Avrupa’ya ulaştırma konusunda önemli bir sorunu Türkiye sayesinde aşmış olacaklardır; çünkü Kıbrıs Rumlarının Yunanistan ile birlikte Doğu Akdeniz’de çıkarılacak gazı binlerce kilometrelik bir denizaltı doğal gaz hattıyla Avrupa’ya ulaştırma projesi (East-Med) fizibilite açısından pek gerçekçi görünmüyor/du.
Normalde bölgede çıkan/çıkarılacak doğal gazın Avrupa’ya ulaştırılmasındaki en doğal yol, karadan veya denizden Türkiye üzerinden olmasıdır.
Örneğin diğer devletlerin de uzlaşması halinde Mısır’ın hem topraklarında hem de deniz yetki alanlarında çıkarılacak olan gazın İsrail doğalgazı ile birleşerek Suriye’ye geçmesi ve bu ülkenin gazıyla birlikte Türkiye’nin enterkonnekte sistemine dahil edilmesidir.
Fakat real politik açıdan bakıldığında bu, mümkün olmayabilir. Şöyle ki, Suriye’deki savaş sona erse ve bu ülkenin diğer bütün bölge ülkeleri ile ilişkileri normalleşse bile, İsrail ile barış yapması pek de olası görünmemektedir.
İsrail işgali altında bulunan Golan Bölgesini ABD Başkanı Trump’ın İsrail toprağı olarak tanıması ve İsrail’in Suriye’deki savaşta doğrudan Suriye hükümetini karşısına alan bir politika izlemesi dikkate alındığında, böyle bir ihtimal akla yakın görünmemektedir.
Kısacası Suriye, İsrail gazının bir boru hattıyla kendi topraklarından geçmesine izin vermeyebilir.
Bu durumda Mısır, İsrail, KKTC ve Türkiye’nin deniz yetki alanlarından çıkarılacak doğal gaz, kısa bir boru hattıyla deniz altından Türkiye’nin enterkonnekte sistemine bağlanabilir.
Hatta böyle bir durumda KKTC’yi tanıması karşılığında Rumların bulacağı doğal gaz da bu hat vasıtasıyla ekonomik hale getirilebilir.
Aksi takdirde Rumların bulacağı gazın hiçbir ekonomik değeri olmayacaktır.
Buraya kadar anlatılanlar makul ve mantıklı olsa da sonuçta bir senaryodur. Bu senaryonun gerçeğe dönüşmesi büyük ölçüde Türkiye’nin atacağı adımlara bağlı görünmektedir.
Ankara hükümetinin bölge ülkelerinin büyük bir kısmıyla ‘kavgalı’ görünen dış politikası mevcut şartlarda yukarıda özetlenen senaryonun gerçeğe dönüşmesine mani olan en önemli engel gibi görünmektedir; ancak şartlar Ankara’yı bölge ülkeleri ile ilgili politikalarını gözden geçirmeye mecbur edecek gibi görünüyor.
Libya ila imzalanan antlaşmanın ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bunun arkasının geleceğine’ dair açıklamaları cesaret vericidir; çünkü zaten Libya ile imzalanan antlaşmanın sonuç verebilmesi için diğer bölge ülkeleri ile benzeri uzlaşmalara varılması şarttır.
Libya ile imzalanan antlaşmanın hemen sonrasında İsrail’in Rumların kendilerine ait olduğunu ileri sürdükleri Afrodit bölgesinde Rum tarafının verdiği ruhsatlarla arama ve sondaj çalışmalarını sürdüren çok uluslu şirketlere mektup yazarak, bu faaliyetlerine son vermelerini istemesi olumlu bir başlangıç olabilir.
İsrail bu bölgenin Rumlara ait olmadığını iddia etmekten ziyade kendisine ait ve hemen bitişikte yer alan Yishai doğalgaz kuyusu ile Afrodit bölgesi arasında jeolojik bağlantı olduğunu ileri sürmekte ve Afrodit’den çıkarılacak doğal gazda hakkı olduğunu söylemektedir.
Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmek için atacağı adımlar bu ülkeyi Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını belirlemeye yönelik bizimle bir anlaşma imzalamaya itebilir; çünkü böyle bir anlaşmanın ardından East-Med gibi hayali denilebilecek derecede pahalı bir projeyi beklemek yerine kendi doğal gazını Türkiye üzerinden ihraç imkanı bulacaktır.
Fakat bütün bunların önce görüşülebilir olması ve ardından da mantıklı projeler halinde antlaşmalara dönüştürülmesi için Ankara’nın İsrail ile yürüttüğü söz düellosuna son vermesi gerekir.
Pek tabii ki, İsrail de aynı şekilde karşılık vermelidir.
Fevkalade gergin ilişkiler içinde olduğumuz Mısır’a yönelik olarak da benzeri bir strateji izlemek durumundayız. Bu ülkelerle zaten pek çok diğer sebebe ilaveten bu konuda da yakınlaşmamızın gerekli olduğuna hiç şüphe yoktur.
Normalde Mısır, Doğu Akdeniz’de özellikle Camp David Antlaşmalarını imzalamasından itibaren Türkiye ile ilişkilerine önem veren bir devletti ve bazen, bazı konularda anlaşmazlıklar yaşanmışsa da Ankara ile Kahire çoğu zaman ilişkilerini çıkar esaslı olmak üzere dostane bir çizgide yürütebilmeyi hep başarmışlardı. Şimdi de yapabilirler.
Türkiye’nin yapacağı dış politika revizyonu Suriye ile ilişkilerin normalleşmesini de içermelidir.
Bu ülkede devam etmekte olan savaşın sonlandırılması, Suriye’nin bütün toprakları üzerinde tam ve etkili egemenlik tesis etmesi ve iki ülke arasındaki ilişkilerin Adana Mutabakatı esası üzerinde yeniden oluşturulması Türkiye’nin hiç şüphesiz yararınadır.
Kaldı ki, deniz yetki alanlarının belirlenmesi konusunda İsrail ve Mısır ile yapılacak anlaşma kadar belirleyici olmasa da, Suriye ile de yan hat anlaşması yapılması gerekmektedir.
Benzeri bir anlaşmanın Lübnan ile de imzalanması söz konusu olacaktır.
Yukarıda izah edilen politika sayesinde Rum-Yunan ikilisinin bölgede yalnızlaştırılacağı, Yunanistan’ın Türkiye’nin bu hamlelerine karşılık vermekte zorlanacağı, Mısır ile ortay hattın ters tarafında yer alan adaların deniz yetki alanları olmayacağı esaslı bir anlaşma imzalaması durumunda Türkiye’nin tezlerini kabul etmiş olacağı açıktır.
Her halükarda Türkiye, yapacağı bir dış politika revizyonu ve çıkar esaslı yürüteceği müzakerelerle hem Doğu Akdeniz’de hem de Ege’de esas kazanan ülke olabilir; çünkü Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkelerle yapılacak böyle bir anlaşma Ege’de Türkiye’nin tezlerine çok ciddi moral ve hukuki destek sağlamış olacaktır.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin ve sehitlerolmez.com'un editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Prof. Dr. Hasan Ünal / Independent Türkçe