Maastricht Antlaşması 30 yıl önce, 30 yıl sonra

12 ÜLKEDEN 28’E ÇIKTI, BREXİT İLE 27’YE GERİLEDİ

Maastricht Antlaşması 30 yıl önce, 30 yıl sonra




Maastricht Antlaşması 30 yıl önce, 30 yıl sonra

Dün, Avrupa Birliği’nin bugünkü haliyle varlığına vücut veren, bu yönüyle AB’nin kurumsal yapısını, işlevlerini, işleyişini tanımlayan Maastricht Antlaşması’nın otuzuncu yıldönümüydü.

O günlerde Avrupa’yı kaplayan ruh haline baktığımızda, demokrasi güçleri açısından yüksek zamanlardı. Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorboçav’un birliğin fiilen sona erdiğini resmen ilan ettiği 25 Aralık 1991 tarihindeki açıklamasının üstünden henüz bir buçuk ay geçmişti.

ABD’li siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın liberal demokrasilerin zaferi anlamında “tarihin sona erdiği” yolundaki tezi, o dönemin düşünce iklimini simgeleyen önemli bir referanstı.

12 ÜLKEDEN 28’E ÇIKTI, BREXİT İLE 27’YE GERİLEDİ

 İşte AET’yi AB’ye dönüştürecek ve kurumsal olarak derinleştirecek Maastricht Antlaşması’na imzalar böyle bir atmosferde ve büyük bir özgüven duygusuyla atıldı. Girilen süreçle, AB’nin siyasi birliğe doğru evrilerek dünya sahnesinde yükselen bir güç olarak yerini alacağı yaygın bir beklentiydi.

Gerçekten de sonraki yıllarda AB rüzgârının muazzam bir ivmeyle Avrupa kıtasını kapladığına tanıklık ettik. Önce AET’ye dahil olmayan İsveç, Finlandiya ve Avusturya da bu rüzgârın dışında kalmayarak 1995’te AB’ye katıldılar.

Bunu AB’nin 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’nde kararlaştırdığı genişleme dalgası çerçevesinde 2004 yılında çoğu eski Doğu Bloku mensubu olan 10 ülkenin daha AB’ye katılması izledi. AB, 2007’de Romanya ve Bulgaristan ve en son olarak 2013’te Hırvatistan’ın katılımıyla 28 üyeli bir yapıya dönüştü. Daha sonra Birleşik Krallık’ın Brexit sürecinde 2020 başında birlikten ayrılmasıyla üye sayısı sayı 27’ye düştü. Kuşkusuz, Birleşik Krallık’ın kopması AB açısından büyük bir güç kaybıydı.

EKONOMİK VE PARASAL BİRLİKTE BAŞARI VAR

Geride bıraktığımız 30 yıl içinde Maastricht Antlaşması ile getirilen kurumsal tasarım, öngörülen düzenlemeler ne kadar işleyebildi? Bu antlaşmaya bağlanan umutlar ne kadar hayata geçirilebildi?

Ankara’daki Türkiye Ekonomi Politika Araştırmaları Vakfı’nın (TEPAV) AB Çalışmaları Merkezi Direktörü Nilgün Arısan Eralp’ın önceki gün Hürriyet’in “Pazar Eki” için kaleme aldığı “Maastricht neleri başardı, neleri başaramadı?” başlıklı yazısı, artıları ve eksileriyle gerçekçi bir muhasebeyi önümüze koyuyor.

Arısan, aslında pek çok alanda Maastricht’in pekâlâ başarı sağladığını belirtiyor. “Ekonomik ve Parasal Birlik” (EPB) bunların en başında geliyor. 1999 yılında tek para birimi Avro yaratılmış, 27 ülkeden 19’u bu para sistemine dahil olabilmiştir. EPB, hem 2008 mali krizinden hem de koronavirüs salgını gibi iki önemli stres testinden başarıyla çıkabilmiştir. AB uzmanı, özellikle pandemide ortak borçlanma ile oluşturulan “Kurtarma Fonu” ile salgından ciddi etkilenen ülkelere 750 milyar dolarlık destek sağlanabildiğine dikkat çekiyor.

YA BAŞARISIZ OLDUĞU ALANLAR...

Muhasebenin diğer ayağında ise sorunlu alanlar var. Evet, Maastricht ile başlayan süreçte adalet ve içişleri alanlarında işbirliği AB müktesebatına dahil edilip bunun kurumları tanımlanmıştır. Ancak AB, tam anlamıyla ortak, adil ve işleyen bir göç ve iltica politikası geliştirememiştir. Bu durumda bu alandaki yük, Yunanistan ve İtalya gibi sınır AB ülkeleri ve Türkiye’nin üstüne yüklenmiştir.

AB uzmanına göre, Maastricht sürecinin başarısız olduğu bir diğer alan varsa o da, sonrasında Lizbon Antlaşması ile AB’nin ortak dış ve güvenlik politikasının oluşturulması hedeflenmiş olsa da bunun hayata geçirilememesidir. Üye devletlerin ulusal çıkarlarının ağır basması ve karar almada oybirliği zorunluğu, yarattığı sonuçlar itibarıyla AB’nin ABD ve NATO’ya bağımlılığının sürdüğü bir kısır döngüye yol açıyor.

Kabul edelim ki, AB’nin Maastricht sonrası dönemde oluşturulan bütün kurumsal mekanizmalara rağmen küresel bir aktör haline gelemediği, uluslararası krizlerde ağırlığını koyamadığı tespiti, bugün birlik üzerinde herkesin mutabık olduğu bir başlıktır.

AB’nin bu zafiyetini en çarpıcı bir şekilde gösteren olaylardan birini Batı dünyası ile Rusya arasında patlak veren son Ukrayna krizinde hep birlikte izliyoruz. Daha önce karşılaşılan pek çok sınamada yaşandığı gibi, AB ülkelerinin ortak bir çizgi üzerinde bir araya gelememeleri, AB’nin krizde bir faktör olarak denkleme girebilmesini önlemektedir.

AB üyeleri, aynı pozisyonda buluşmak bir tarafa, zaman zaman bazı krizlerde karşı karşıya gelebiliyorlar. Libya’daki içsavaşın özellikle ilk dönemi AB’nin önde gelen ülkeleri arasında belirgin bölünmelere yol açtı.

Ukrayna krizinde AB üyelerinin yine doğaçlama hareket ettiklerine, çok farklı pozisyonlara savrulabildiklerine tanıklık ediyoruz. Bunun kaçınılmaz sonucu Avrupa kıtasının güvenliğinde ABD’nin ve NATO’nun daha çok söz sahibi olmasıdır. Bu açıdan AB içindeki “stratejik özerklik” tartışmaları bu aşama bir inandırıcılık sorunu ile malul görünüyor.

Birliğin derinleşmesi amaçlansa da, ulusal çıkarlar sıkça her şeyin üstüne çıkınca AB’nin karar alabilme yeteneği ciddi bir şekilde sınırlanıyor. Örneğin AB’nin Türkiye politikası, Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetimi tarafından pekâlâ rehin alınabiliyor. Bu durum, AB’nin Türkiye ile daha yakın bir işbirliğini engelliyor. Kuşkusuz, Türkiye’de insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında yaşanan sorunlar da bu işbirliğinin ilerleyebilmesi açısından bir başka olumsuzluğu yaratıyor.

AB GENİŞLEMEYİ TAM HAZMEDEMEDİ

AB cephesinde karşımızdaki temel meselelerden biri, AB’nin kısa bir zamana sığdırmış olduğu genişleme sürecini tam olarak özümseyememiş olmasıdır. Bu çerçevede yeni katılan ülkelerin önemli bir bölümünün, özellikle demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi AB değerlerini, birliğin siyasi kriterlerini tam olarak içselleştirebildikleri söylenemez.

AB, geçen süre içinde bünyesine kattığı Doğu Avrupa ülkelerinin bir bölümünde hukuk çizgisinden uzaklaşabilen otoriterleşme eğilimlerinin kuvveden fiile çıkmasına, yerleşmesine seyirci kalmıştır. Macaristan ve Polonya örnekleri bu bakımdan çok düşündürücüdür.

Bu yönüyle bakıldığında söz konusu örnekler, AB’nin demokratik genetiğini başkalaştırmakta, ölçülerini aşağı çekmektedir. AB, en azından demokrasi değerlerini yücelten bir çekim merkezi olma cazibesini koruyamamaktadır. AB’nin Maastricht sonrası genişleme süreci değerlendirilirken buradaki sapmanın altı özellikle çizilmelidir.

Maastricht Antlaşması 30 yıl önce, 30 yıl sonra | Sedat ERGİN | Köşe Yazıları (hurriyet.com.tr)

SEDAT ERGİN / HÜRRİYET