Mehmet Akif Ersoy: Milli Mücadele’nin Şairi ve Özgürlük Savaşçısı
Milli şair Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı ve özgürlük mücadelesiyle Türk milletinin kalbinde ölümsüzleşmiştir. Bugün, Akif’i doğumunun 151. ve vefatının 88. yılında anıyoruz.
Mehmet Akif Ersoy: Milli Mücadele’nin Şairi ve Özgürlük Savaşçısı
YEREL GÜNDEM / TÜRKİYE
Milli Şairin Anısına: 151. Doğum Yılı, 88. Vefat Yıldönümü
Bugün, edebiyat ve milli mücadele tarihimizin en büyük isimlerinden biri olan Mehmet Akif Ersoy’un doğumunun 151’inci, vefatının ise 88’inci yıldönümünü anıyoruz. Mehmet Akif, yalnızca edebi dehası ile değil, aynı zamanda karakteri, özgürlük tutkusu ve milli mücadeleye olan katkıları ile Türk milletinin kalbinde ölümsüzleşmiştir.
İstiklal Marşı ve Akif’in Ruhundaki Derinlik
İstiklal Marşı, yalnızca bir şairlik başarısı değil, Akif’in milli mücadele ruhunu kalbine ve zihnine kazımış olmasının bir sonucudur. Onun bu derin inancı ve karakteri olmadan, İstiklal Marşı’nın o mükemmel ifadeleri ortaya çıkamazdı. Milli Mücadele yıllarında Akif’in şiirleri, cephelerde en çok okunan ve askerlere moral veren eserlerdi.
Karakter ve Özgürlük Savaşı
Mehmet Akif’in kişiliğini anlatan en önemli özelliklerden biri, onun hiçbir dönemde muktedirlere boyun eğmemesi ve özgürlük mücadelesinden asla taviz vermemesidir. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem” dizeleri, onun yaşam felsefesini en iyi şekilde özetler.
Eleştiri ve Bağımsızlık Tutkusu
Akif, sadece şair değil, aynı zamanda despotizme karşı direnişin bir simgesidir. “Ey mülevves istibdat” gibi cesur ifadeleri, onun despotizme karşı duruşunu açıkça ortaya koyar. Onun özgürlük haykırışları, hala bağımsızlık ve insan hakları mücadelesi veren nesillere ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.
Tarihin Haksızlığı ve Akif’in Mirası
Akif, ne yazık ki yaşadığı dönemin siyasi çekişmeleri ve ön yargıları nedeniyle hak ettiği değeri yeterince görmemiştir. Cenazesine devlet erkanından kimsenin katılmaması, o dönemin hazin bir gerçeğidir. Ancak halk ve gençlik, onu başlarının üzerinde taşıyarak ebedileştirmiştir.
Özgürlük ve Fikirlerin Önemi
Mehmet Akif, yalnızca bir sanat insanı değil, aynı zamanda bağımsız düşüncenin ve ahlakın temsilcisiydi. Bugün onu anarken, siyaset ve günlük çekişmelerin ötesinde daha büyük değerlere yönelmemiz gerektiğini hatırlıyoruz.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.