Melzer: İnsan haklarındaki erozyon endişe verici
Melzer, İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü vesilesiyle DW’ye konuştu.
BM İşkence Özel Raportörü Melzer, ABD’den Çin’e dünyanın dört bir yanında insan haklarının erozyona uğradığı görüşünde. Melzer, İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü vesilesiyle DW’ye konuştu.
DW: Sayın Melzer, yaklaşık dört yıldır Birleşmiş Milletler (BM) İşkence Özel Raportörlüğü görevini yürütüyorsunuz. İşkenceye ilişkin sizi en çok endişelendiren gelişmeler neler?
Nils Melzer: Beni en çok dünya genelinde insan haklarında yaşanan erozyon endişelendiriyor. Bu, Çin’de Hong Kong ve Uygurlar konusunda yaşananlardan, Rusya’ya; ABD’de polis şiddetinden, ABD'nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne saldırılarına; Suriye’den Brezilya’ya dünya çapında görülüyor… Dünyada göç krizinden etkilenen tüm bölgelerde gözlenen ciddi problemler var. Dünyanın her yerinde insan hakları tasfiye ediliyor, bu konuda uzunca bir liste yapılabilir. Bu beni çok endişelendiriyor, zira günümüzün dünya düzeninin temellerini sarsıyor.
Suriye'den söz ettiniz. Dünyada ilk kez Almanya'nın Koblenz kentinde Suriye’de devlet adına işkence yapmak suçlamasıyla iki kişi yargılanıyor. Bu mahkeme süreciyle hangi mesaj veriliyor ve bu mesaj gitmesi gereken yere ulaşıyor mu?
Bu davanın görülmesi son derece önemli. Suriye’nin herkesçe bilinen bir işkence sistemi var. 20 yıl önce bölgede görevliyken Suriye cezaevlerinden mahkumlarla çalıştım ve (bu sistem) beni o zamanlar da şoke etmişti. Ancak raporlar o zamandan bu yana daha da kötüye gitti. Bu korkunç sistemi, şahıslara yöneltilen suçlamalardan bağımsız olarak gün yüzüne çıkartmak çok önemli. Zira, Esad rejiminin bir işkence sistemi olduğu ve korkunç yöntemler kullandığı kuşku götürmez bir gerçek ve kamuoyuna duyurulmalı. Bu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarihinin en utanç verici dönemlerinden biri. Bu şoke edici kıyımı durdurma konusunda uluslararası toplum ne yazık ki tamamen başarısız oldu.
Dünyada bu yönde başka sinyaller de alıyoruz. ABD’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni yaptırımla tehdit etmesi gibi. Bu yaptırımlara ilişkin bir kararname yaklaşık iki hafta kadar önce ABD Başkanı Donald Trump tarafından imzalandı. Buradan çıkan mesaj ne?
Bu elbette felaket bir mesaj, özellikle de ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri açıdan dünyanın en nüfuzlu ülkesi olduğu düşünülürse. ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg ve Tokyo Mahkemeleri’nin kurulmasına ön ayak olmuştu. Savaş Hukuku’nun ve Uluslararası Ceza Hukuku’nun öncülerindendi. Ve şimdi bu ülkenin kendisi, kanıtları bulunan ve sorgulanmaya dahi açık olmayan savaş suçlarının sonuçlarına yönelik sorumluluk almayı reddediyorsa, büyük bir sorunumuz var demektir! Bunu bizzat kendi senatosu inceleyip onayladığı halde, Washington’ın CIA’in işkence uygulamalarını soruşturmayı reddetmesinde de görüyoruz. Amerikan savaş suçlarının gerekli görülmesi halinde uluslararası kurumlar tarafından incelenmesinin reddinde de görüyoruz. Bu oldukça kötü bir örnek etkisi yaratıyor; İsrail ya da Birleşik Krallık gibi ABD’nin geleneksel müttefiklerinin de derhal aynı yöne giderek, kendi ordu mensuplarını işkence suçlarının hukuki sonuçlarına karşı korumaya almaya çalıştığına şahit oluyoruz.
ABD’nin savaş suçlarından bahsedildiğinde akıllara hemen Julian Assange ve kurucusu olduğu WikiLeaks geliyor. WikiLeaks'in "Collateral Murder” videosunu yayınlamasından bu yana tam 10 sene geçti. Bu videoda, Bağdat’ta bir Amerikan helikopterinin silahsız yaralıları ve acil yardım görevlilerini nasıl vurduğu görülüyordu; vurulanlar arasında iki Reuters muhabiri de vardı. Failler, onları koruyanlar ve üslerine yönelik şu ana kadar bir yaptırım olmadı. Ancak Julian Assange için oldu. Bu ne anlama geliyor?
Düşünün, kendi savaş suçlarını soruşturmayan bir devletin etik meşruiyeti ne ifade eder? Üstelik bu savaş suçu kayıt altına alınmışsa. Videoda katledilen yaralıları görüyoruz ve askerlerin bilinçli olarak yaralıları vurduklarına ilişkin diyaloglarına şahit oluyoruz. Bu hiçbir şüpheye mahal vermeyen bir savaş suçu! Elimizde bunun kayıtları varsa ve devletler bunu soruşturmayıp, bu savaş suçunu kamuoyuyla paylaşanları gaddarca cezalandırıyorsa -175 yıla varan grotesk hapis cezalarından bahsediyoruz- esaslı bir problemimiz var demektir. Bu durumda, ABD’yi hâlâ bir hukuk devleti kabul edip edemeyeceğimizi sorgulamak gerekir.
Bu arada hukuk devleti demişken: Şubat’tan bu yana Julian Assange’ın (ABD’ye) iadesine ilişkin dava Londra Mahkemesi’nde devam ediyor. Bu mahkeme, hep gururlandığımız o hukuk devleti ilkelerini karşılıyor mu?
Maalesef, hayır! Bu beni özellikle şoke ediyor, zira ben kendim de Glasgow’daki bir üniversitede profesörüm ve İngiliz hukuk sistemine karşı büyük saygım var. Ancak Julian Assange davasında hukuk devletinin altı oyuluyor. Assange’a kendi savunmasını hazırlama imkanı verilmedi. Koblenz’de ya da Lahey’de olduğu gibi en kötü savaş suçlarını işleyenlere bile tanınan imkanlar Assange’a tanınmadı. Amerikan avukatlarıyla iletişimi yok, İngiliz avukatlarıyla iletişimi ise son derece sınırlı ve hukuki belgelerine erişimi neredeyse yok. Bunlar hiçbir şekilde gereklilik taşımayan, meşruiyeti bulunmayan, oldukça ağır yargı ihlalleri.
ABD'nin savaş suçlarını ifşa etmiş olması Assange'a 175 yıla varan hapis cezaları verilmesine neden olabilir.
Assange olayında işkenceden de bahsettiniz. Tam olarak nasıl bir işkence söz konusu sizce?
Elbette Suriye'deki bir hapishaneyi İngiltere'deki bir hapishane ile karşılaştıramazsınız. Bunun net biçimde altını çizmek lazım. Ancak işkence yalnızca fiziki işkence metotlarından oluşmuyor; işkence psikolojik işkenceyi de kapsayan geniş bir kavram. Julian Assange’ı işkence mağdurları konusunda uzman iki doktorla birlikte muayene ettik ve uzun süreli bir psikolojik işkencenin bütün tipik semptomlarını gösterdiği sonucuna vardık.Tecrit, devamlı bir despotluğa maruz kalma, aşağılanma ve tehdit kombinasyonun yol açtığı bilişsel ve nörolojik sonuçlar. Şunu unutmamak lazım: ABD’li siyasiler onu “terörist’’ olarak sınıflandırdı ve bir açıdan öldürülmesini de teşvik ettiler. Assange haklı olarak dünyada korkunç ve aşağılayıcı olarak nam salmış olan yüksek güvenlikli Amerikan hapishanelerinden de korkuyor. Bu adamın üzerindeki büyük baskı, tecrit ve kendisine karşı her hukuki sürecin -ister İsveç’te olsun, ister Birleşik Krallık’ta, Ekvador’da ya da ABD’de- keyfi bir biçimde yürütülmesi psikolojik işkencenin tüm semptomlarını beraberinde getiriyor.
Julian Assange’a yapılan en kötü muamelenin dahi, örneğin Suriye’de yeraltındaki bir işkence odasında olanların yanından bile geçemeyeceğini kendiniz söylediniz. Peki, dünyanın birçok yerinde çok daha kötü şeyler olurken neden Assange’ın şahsı için bu kadar çaba harcıyorsunuz?
Elbette her yıl yüzlerce işkence mağduru için mücadele veriyorum. Ve elbette Assange’ın şahsı için de mücadele veriyorum. Ancak Assange olayında mesele, Julian Assange’ın şahsıyla alakalı değil. Mesele, her şeyden önce onun hakkında kovuşturma başlatanlarla, yani devletlerle ilgili. Hukuk devleti kurumlarının altını oymaları, savaş suçluları ve işkencecilerinin sorumlu tutulmalarını engellemeleri ve kamuoyunu devletlerin işlediği savaş suçları konusunda bilgilendiren herkesin bir casus olarak yargılanabileceğine ilişkin tüm dünyaya bir emsal teşkil etmeleriyle ilintili. Assange hakkındaki kovuşturma gösteriyor ki devletlerin kendi suçlarını neye göre bir sır olarak saklayabileceği ve bunun için sorumlu tutulmayacaklarına ilişkin bir standarda ulaşmalıyız. Bu bir kez norm haline gelirse hukuk devletinden despotizme uzanan yolun çok da uzun olmayacağının bilincinde olmalıyız.
İsviçreli uluslararası ceza hukukçusu Nils Melzer, 2016’dan bu yana Birleşmiş Milletler İşkence Özel Raportörlüğü görevini yürütüyor. Bu göreve gelmeden önce 12 yıl boyunca Kızılhaç Uluslararası Komitesi’nde olan Melzer, çok sayıda kriz bölgesinde görev aldı.
Söyleşi: Matthias von Hein
Deutsche Welle Türkçe