Mısır'ın Put kırıcı Lideri Akneton
“Amon değil Aton mutlu olmalıdır.”
Sadık Usta yazdı...
Put kırıcı Akneton
Geçen haftaki yazımıza şöyle son vermiştik: “Tanrıların hiyerarşik ve karmaşık dünyası, büyümekte ve merkezileşmekte olan devlet yapılanmasının ruhuna aykırıydı. Birçok farklı inanca sahip kavimleri bir çatı altında birleştiren lider kavimler, büyük ve merkezi devletler kurarken, diğer halkların karmaşık ve nispeten 'demokratik' tanrılar sistemini de basitleştirmek ve merkezileştirmek zorundalardı. Bunun ilk ifadesi ise tanrılar diyarının basitleştirilerek tekelleştirilmesidir ki bu olgu tarihte muazzam bir gelişmeydi.
İnsanlığın tek tanrılı dinlere ilk kez nerede ve neden geçtiği ve sonra Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın nasıl ortaya çıktığı ve bu dinlerin hangi tarihsel rolleri icra ettikleri konusu ise gelecek yazımızın konusudur…”
PUT KIRICI AKNETON
Bilim insanları arasında hala tam bir mutabakat sağlanamamış olmakla birlikte tek tanrılı dinin ilk kurucusunun Mısır’dan geldiğine ilişkin kayıtlar vardır.
Gerçi ilk tanrılı dinler denince akla ilk önce Yahudilik, ardından da Hıristiyanlık ve İslam gelir fakat yine de bu yazıda yaygın olarak bilinmeyen Mısır’daki ilk tek tanrılı din girişimine yoğunlaşmayı gerekli gördük.
Mısır’da MÖ 4000’li yıllarda başlayan devletleşme süreci, yüz binlerce kölenin ve kentli yoksulun; birçok yabancı kavmin maddi birikiminin ve emeğinin sömürülmesi sayesinde yürümüştü. Aslında Mısır tarihi bir bakıma yoksul kentli nüfusun ve kölelerin sömürü ve isyan tarihidir. Mısır aristokratları açısından çalışmak kirlenmekti. İş ve çalışma sadece kölelere müstahaktır.
18. Hanedanın (MÖ. 14. yy.) fetihlerinin ardından Mısır, bir dünya imparatorluğu durumuna gelmişti. MÖ 1350’li yılların başlarında tahta çıkan IV. Amenophis (Akneton), Mısır’da siyasi ve ideolojik alanda bir devrim başlatmıştı. Din adamları, ülkenin uhrevi hayatında çok önemli rol oynamakla kalmıyor aynı zamanda siyasi iktidar üzerinde de yoğun bir etkide bulunuyorlardı. Din adamlarının en büyük destekçileri ise aristokratlardı. Bu sayede onlar da yönetime ortak olabiliyorlardı. IV. Amenophis, hem din adamlarının ve aristokratların etkisini kırmak hem de Mısır’a kattığı bütün kavimleri bir çatı altında toparlamak için tek tanrılı yeni bir din kurmaya karar vermişti. O, Güneş Tanrısı Re Harakte’yi tanrıların tanrısı ilan etmişti. Amenophis, bununla da kalmamış kısa bir süre sonra diğer bütün tanrıların meydanlarda ve mabetlerde yer alan putlarını da kırdırmıştı. Onların adlarını mezar taşlarından bile sildirmekle kalmamış mabetlerini de kapattırmıştı. Kesin kanıtlar olmamakla birlikte manastırlarda tutulan hazineye de el koymuş ve bunu kamu yararına devlet kasasına aktarmıştı. Hatta adında “Amon” terimi bulunan babasının adını bile yazılı metinlerden sildirmişti. Öyle ki Bereket Tanrısı olan Osiris’in adı bile hiçbir yerde görülmez olmuştu.
Ona göre bütün insanların secde edecekleri tek bir tanrısı olmalıdır ki o da Güneş Tanrısıdır. O güne kadar kartal başlı bir insan olarak betimlenen Güneş Tanrısının artık insani sıfatlarından arındırılması gerekir. Tanrı formsuz, dokunulamayan ve sadece etkisiyle algılanabilecek soyut bir tanrı olmalıdır. Bu yüzden Amenophis onu, güneş gibi parlayan bir daire şeklinde tasvir ettirmişti. Ona uzanan iki el ise hükümdarın elleri olmalıydı çünkü o Güneş Tanrısının elçisiydi. Eskiden hükümdarlar tanrı yerine geçebiliyorlardı. Bu artık mümkün olmayacaktı.
TARİHİN İLK SOYUT TANRISI ATON
Ardından adını Akneton olarak, yani Tanrının elçisi olarak değiştiren IV. Amenophis’e göre “Amon değil Aton mutlu olmalıdır.” Yani kralın değil soyut imgelerle tasvir edilen tanrının mutluluğu esastır. Yeni kozmolojiye göre evreni ve Dünyayı Güneş Tanrısı Aton yaratmıştı. Şaşırtıcı bir şekilde Akneton, bundan 3.500 yıl önce her şeye hayat verenin güneş ışınları olduğunu ileri sürmüştü. İnsanlara hayat bahşeden, doğayı, denizleri, ormanları ve bütün canlıları var eden oydu. Dünyayı gökyüzünden kutsayan da oydu.
Diğer tanrıların putlarını kırdırdıktan sonra Akneton, bununla da kalmamış, eski tanrıları çağrıştıracağı gerekçesiyle lügatten “tanrılar” yani tanrı teriminin çoğul halini de yasaklamıştı. Akneton’a göre insanlar Tanrılarını duyumsama yoluyla değil, zihinsel algıyla bilmelidirler. Bu yüzden Tanrı Aton, soyut ve gökte parlayan bir dairedir.
Akneton’a göre her şey basit ve anlaşılır olmalıdır. O yeni dini kabul ettirmek için eski tanrıların ibadet merkezi Thebes’i bile terk etmişti. Sonra da Güneş Tanrısına bahşedilen ve adı Aknet-Aton, yani “Aton’un Ufku” anlamına gelen bir başkent kurdurmuştu. Ardından da biri Nübye’de diğeri ise Suriye’de olan iki kent daha inşa ettirmişti.
Tanrıdan aldığını ileri sürdüğü ayetleri ise Ekneton şöyle ifade etmişti:
“Muhteşemdir ufukta yükselen ışınların; canlı Güneş, yaşamın kaynağı! Doğudan yükselirken bahşediyorsun cihana parlaklığını; çekilirken de batıda istirahate, gömülmektedir dünya kendi karanlık mezarında yatan bir ölü gibi.
İnsanlar da uyumaktadırlar konutlarında, başları kapalı. Fakat çalınmaktadır varları yokları bu esnada; aslanlar çıkmaktadır inlerinden, yılanlar sokmaktadır avlarını. Ancak, yükselirken sen, yeniden göğün ufkunda, uyanmaktadır her şey sana secde edercesine ve iş güçlerine başlamaktadır insanlar. Uçmaktadır bataklıklar üzerinde kuşlar, sana biat edercesine kanatlarıyla. Takalar gitmekte ve gelmektedir Nil boyunca bir aşağı bir yukarı. Işınların kendine çekmektedir balıkları. Yumurtadaki civciv, senin nefesinle canlanmakta ve kırmaktadır geliştikçe kabuğunu. Ve sonra çıkmaktadır meydana ötmek için ötebildiği kadar… Gökten düşen Nil (yağmur) yabancı ülkeler içindir, bizim Nil’imiz var ama Mısır’ın Nil’i yerden çıkmaktadır.”
Şiirde dikkat çeken şey yabancı ülkelerin de zikredilmiş olmasıdır. Yabancı kavimlere saygınlıkları verilmekte ve evrensel bir dinin gereği yerine getirilmiş olmaktadır.
En sonunda Akneton şunları söyler: “Seni benden, yani oğlun Akneton’dan başka bilen [senden vahiy alan] yok. Neticede dünyayı, hakikatle beslenen [doğru öğreti-din] hükümdar oğlun Akneton için yarattın.”
TEK TANRILI DİNLER NEDEN İLERİCİYDİ
Akneton siyasi reformunu hayata geçirmek için toplumun orta kesimlerine dayanmayı önemsemişti. Ne var ki 30 yıl sonra, Akneton’un ölümünün ardından tahta oturan damatları, rahiplerin ve aristokratların baskılarına dayanamayarak yeniden restorasyon süreci başlatmışlardı. Fakat tek tanrılı din anlayışının yok edilemediği, tek tanrı fikrinin çağlar boyunca zihinlerde diri kalarak yeni kuşakları etkilediği, bir sonraki tek tanrılı dinin, yani Yahudiliğin Mısır’dan çıkmış olması da kanıtlamaktadır.
Çoğunlukla çok tanrılı dinlerin daha demokratik olduğu düşünülür fakat aslında durum farklıdır. Çok tanrılı din kavimler arası rekabet, çatışma ve savaş demektir. Kuşkusuz tek tanrılı dinler, hükmedilen kavimleri bir merkezde birleştirebilmek için despotik yöntemlere cevaz verirler fakat düzen tesis edildikten sonra tarihte daha ileri bir aşama olduğu uygulamalarla kanıtlanmıştır. Tek tanrılı dinler nezdinde bütün inananlar eşittir. Herkesin tanrısı ortaktır. Bunun etkisini sonradan Hıristiyanlıkta ve özellikle İslam’da göreceğiz. İslami devirde alınan ilk tedbir, Müslümanların birbirinden faiz almasını ve köleleştirmesini yasaklamak olmuştur.
Bundan birkaç yüzyıl sonra yeni bir tek tanrılı din girişiminin ilk nüvelerini İran’da (Zerdüşt) görüyoruz. Ardından yeniden Mısır’da Yahudilik adı altında yeni bir tek tanrılı din tarih sahnesine çıkmış ve Mısır firavunlarının ezerek köleleştirdiği yoksulları bir safta birleştirmiştir. Bir sonraki girişim Güney Asya’da Budizm olarak görülmüş; sonra Hıristiyanlık ve en nihayetinde bunları İslam takip etmiştir.
Derinlemesine incelendiğinde görülecektir ki totem ve büyüden başlayarak gelişme gösteren bütün dinler, belli bazı toplumsal sıçramaların (devletleşmenin) ideolojileri olmuşlardır. Dinler, insanların duygularına (metafizik dünyalarına) hitap etmenin ötesinde aynı zamanda ve özellikle de toplumsal amaçlarının gerçekleşmesi için de motivasyon dayanağı oluştururlar. Dinler her şeyden önce toplumsal karakter taşırlar.
Din ve inanç sistemleri sanıldığı gibi sadece bireylerin düşünce ve ruhsal dünyasını şekillendirmez aynı zamanda toplumsal bütünleşmeye, toplum olarak hareket etmeye ve ortak irade göstermeyi de teşvik eder.
İNANCIN ANTROPOLOJİK BOYUTU
Malinowski bu etkeni şöyle açıklar: “Sevgilinin yanındaki aşık, gerçek tehlikeyle yüz yüzeyken korkusunu yenen gözüpek maceracı; vahşi hayvanlarla savaş halindeyken avcı; bir şaheseri tamamlayan sanatçı, ister ilkel ister uygar olsun, böyle koşullarda kendini değişmiş, yücelmiş ve yüksek güçlerle donanmış hissedecektir.” (s.47.)
Dolayısıyla dinlerin ve inanç sistemlerinin, zeki ve oldukça kurnaz liderlerin halkı peşlerinden sürüklemek için uydurdukları masallar olarak değerlendirmek soruna çok yüzeysel yaklaşmak olur. Çünkü söz konusu inanç sistemlerinin kökleri, toplumun yüzlerce yıllık deneyimlerinden süzülüp gelen alışkanlıklarına ve kültürel geleneklerine dayanmaktadır. Bu alışkanlıklar ve gelenekler geçmişte, toplumların yaşam tarzını (üretim, tüketim, bölüşüm, eğitim, ahlak, hukuk) belirleyen hayati kurallardır.
İncelendiğinde görülecektir ki tanrı inancının ve dinlerin ortaya çıkışının hem birbirinden bağımsız hem de birbiriyle bağlantılı üç boyutu vardır.
Birinci boyut antropolojiktir. İnsanlara ümit vermeyen saf ve yıkıcı gerçeklik, hayat açısından yeterli gelmemektedir. İnsan geleceğe ve buradan da sonsuzluğa belli bir inanç sistemiyle bağlanmak istemektedir. Dolayısıyla düşünen bir varlık olan insanın zihninde beliren din ve inanç sistemi, mevcut olanın ötesine geçme arzusundan; ölümsüzlüğe ulaşma ve maddenin ötesine uzanma tutkusundan kaynaklanmaktadır. İnsanoğlunun zihinsel yapısı, dünyevi olguları madde üstü varlıklarla açıklamaya yatkındır. Varlık bilinci, rüya, hastalık, ölüm korkusu ve sonsuzluk arzusu, söz konusu zihinsel eğilimin kesintisiz bir şekilde kuvvetlenmesini ve bu düşüncelerin yeniden ortaya çıkmasını sağlayan etkenlerdendir. Ki bu aynı zamanda inancın bireysel kökenidir.
İkinci boyut toplumsaldır ki bunu da kısmen dört hafta önceki yazıda açıklamıştık. İnanç, din ve tanrı bilincinin kökeni, üretim sürecinin örgütlenmesinde; topraktan, ormandan, denizden daha fazla ürün alabilmek için ilahi güçlerin yardımına başvurulmasında; gerektiğinde bunların öfkelerinin (doğal afet ve felaketler) yatıştırılmasında ve denetim altına alınmasında yatmaktadır. Ki bu aynı zamanda inancın kolektif kökendir.
Üçüncü boyutu ise siyasidir. Tarihin belli dönemlerinde din ve inanç sistemleri belli bazı siyasi programların hayata geçirmesinin (devletleşme) aracı olmaktadırlar.
İnanç sistemlerinin ve dinlerin ortaya çıkış ve tarihte oynadıkları rollere ilişkin tartışmalar da tam da bu yüzden, yani dinlerin siyasallaştırılması nedeniyle başlamıştır. Din ve inanç sistemi bilindiği gibi insanlık tarihinin en köklü ve en eski kültürel geleneklerinin başında gelir. Dolayısıyla siyasal akımlar daima toplumsal-kültürel belleğin en köklü unsuru olan bu geleneğe, insanların dinsel düşünüş tarzına yaslanmak veya bunu siyasi amaçlarla araçsallaştırmak istemişlerdir. Bu araçsallaştırma çabaları esas olarak tarihte toplumların alt bir örgütlenme düzeyinden daha yüksek bir örgütlenme düzeyine sıçramalarına tekabül etmiştir. Bunu en belirgin örnekleri Mısır’da kölelerin dini olan Yahudiliğin ortaya çıkması; sonra Filistin’i yurt edinerek devletleşmesi; 4. ve 5. yüzyılda barbar kavimlerin saldırılarının sonucunda çökmekte olan Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü Hıristiyanlık sayesinde yüzyıllar boyunca geciktirebilmiş ve uygarlığının mirasını Bizans (Doğu Roma) üzerinden sürdürebilmiştir. En nihayetinde kabile düzeninde yaşayan Araplar, İslam dini sayesinde bir devlet çatısı altında birleşebilmiş ve hatta İran ve Türki kavimler dinleri sayesinde ayakta kalabilmiş ve devletleşebilmişlerdir. İslam dininin ortaya çıkışı ve yeni bir uygarlık yaratma sürecinin nasıl gerçekleştiği konusunda derinleşmek isteyenlere Dünyayı Değiştiren Düşünürler c.5’i okumalarını öneririm.
Kuşkusuz dinler, tarihte sadece olumlu roller oynamamış aynı zamanda tarihin belli dönemlerinde, özellikle de toplumsal sistemin tıkandığı feodalizmin ileri aşamalarında gerici roller de oynamışlardır. Birçok iktidar dinler sayesinde iktidarlarını sürdürebilmişlerdir ki bu da dinin gerici rolüne işaret eder.
Bu sürece nasıl gelindiği veya dinlerin olumsuz rollerine ilişkin felsefi ve siyasi eleştirilerin ilk kez ne zaman ve nasıl yapıldığı ise bir başka yazının konusudur.
Bu konuya da bir başka yazıda “ateizmin düşünsel tarihi” olarak değineceğiz…
Sadık Usta
Odatv.com