Müebbet hapisten tahliyeye!

Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak üç buçuk yıl tutukluluğun ardından Pazartesi gecesi adli kontrol şartıyla tahliye edildi.

Müebbet hapisten tahliyeye!


Bir hukuk sisteminde mahkemelerin verdiği kararlar bir uçtan başka bir uca savrulabilir mi? Yani aynı dosya, aynı kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları veren bir yargı sistemi aynı dosya, aynı kişi hakkında bu kez beş altı yıl hapis cezası verebilir mi?

Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla 5-6 yıllık hapis cezası arasında muazzam bir fark, bir uçurum yok mu?

Birinde bütün umutlar sönüyor, hayatlar kararıyor, bütün yakınlar derin acılara boğuluyor… Ama diğerinde acı da olsa biteceği bilinen sayılı gün var…

TBMM’yi “cebir ve şiddet” yoluyla ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye, anayasal düzeni ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etme iddialarıyla haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları verilen gazeteci Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak üç buçuk yıl tutukluluğun ardından Pazartesi gecesi adli kontrol şartıyla tahliye edildi. Gazeteci Mehmet Altan ise beraat etti.  

Aynı mahkeme bu gazeteciler hakkında daha önce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları vermiş, istinaf mahkemesi bu cezaları onaylamış ama dosya Yargıtay’a gittiğinde 16. Ceza Dairesi bu mahkumiyet kararlarını bozmuştu. 

Söz konusu ceza dairesine göre, gazeteciler “cebir ve şiddet” kullanarak hükümete ve Meclis’e karşı darbe suçunu işlememişlerdi. Yine Yargıtay’a göre bu gazeteciler “örgüt hiyerarşisi” içinde yer almıyordu ve FETÖ terör örgütünün üyesi sayılamazlardı. 

Yargıtay Mehmet Altan’ın beraatine, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın terör örgütüne “bilerek ve isteyerek” yardım niteliğinde yazılar yazdığına karar vermişti, bunun cezası çok yüksek olmadığı için Pazartesi akşamı tahliye edildiler. 

Başlangıçta bu gazetecilere ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veren yerel mahkeme bu defa Yargıtay’ın kararına uydu, ilk kararında ısrar etmedi. 

Yerel mahkeme üç buçuk yılın ardından Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak hakkında “terör örgütü üyeliği için zorunlu hiyerarşik bağ, çeşitlilik, yoğunluk, süreklilik boyutlarına vardığının tam olarak tespit edilememesi nedeniyle eylemin terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım suçu oluşturduğu kanaatine varıldı. Mahkememizce yapılan değerlendirmede bu iddialar bakımından ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir” dedi.

Yerel mahkeme Mehmet Altan hakkında “Her ne kadar sanık hakkında silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlediğinden bahisle kamu davası açılmış ise de sanığın cezalandırılmasına yeter, kesin, inandırıcı ve şüpheden uzak delil elde edilemediğinden, yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeniyle” beraatine karar verdi. 

Yerel mahkeme üç buçuk yıldır “terör örgütü” kapsamında cezaevinde tuttuğu Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak hakkında aldığı bu kararı oy birliği ile verdi. 

Elbette ki gerek Ahmet Altan gerek Nazlı Ilıcak’ın 17-25 Aralık sürecindeki tutumları yanlıştı ancak bu yaptıklarının karşılığı ne tutuklu yargılanma ne de haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarıydı. Bu bağlamda mahkemenin Yargıtay kararına uyarak vermiş olduğu bu karar hukuk ve adalet adına sevindiricidir. 

***

Üzücü olan mahkemenin kanunlara ve yerleşik içtihatlara göre verdiği bu kararı belirli kesimlerin bir hayli tepkiyle karşılamasıdır. Tepki gösterenler hiçbir hukuki gerekçe göstermiyorlar sadece siyasi görüşlerini dile getiriyorlar. Adalet siyasi görüşlerle değil hukukla tecelli eder.  

***

Normalde, gelişmiş demokrasilerle yönetilen, hukukun üstünlüğü ilkesinin hakim olduğu ülkeler bile fevkalade tehlikeli ortamlarla karşı karşıya kaldıklarında geniş kapsamlı tutuklamalar yapabilir. Bu normaldir. Devletin ve toplumun bekasının tehdit altında kaldığı böylesi durumlarda bu tutuklamalar anlayışla da karşılanır. 

Nitekim 15 Temmuz’da kalkışılan hain darbe teşebbüsü sonrasında yapılan geniş kapsamlı tutuklamalar da normaldi. 

Ancak hukukun üstünlüğü ilkesinin hakim olduğu ülkeler karşılaştığı tehlikenin ilk şokunu atlattıktan sonra normalleşmeye dönmenin adımlarını atar, hukuku devreye sokar, yargı soruşturmalarını dikkatle yürütür, somut delillere bakar, delil olmadığını gördüğü yerlerde tahliye kararları verirdi. Böylece hukuk mağduriyetlerinin oluşmasının önüne geçerdi.

Yani bir hukuk devletinde yapılması gerekenler yapılır, atılması gereken adımlar atılırdı. Ne bir eksik ne bir fazla. Tali yollara sapılmaz, kişisel ve siyasi hesaplar devreye girmezdi. 

Hukuk tam da bunun için vardır. 

Biz de ise öyle olmadı. Yargı maalesef yüzbinlerce mağdur yarattı. 

Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak davaları ülkemizdeki adalet sorunlarının tipik örnekleri arasındadır. Türkiye’de o kadar çok adli yanlışlar yapılıyor ki, adil bir karar çıktığı zaman neredeyse şaşkınlıkla karşılar hale geldik. Yargıçların hukuk içinde kalmaları, vicdanları ile karar vermeleri bizde inanılmaz, gerçekleşmesi imkansız bir şeymiş gibi sanılıyor. Adalete güvenimiz o kadar azalmış ki adalet ve tecelli iki yan yana gelmez kavram gibi geliyor.

Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin tartışıldığı günlerde Ankara Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde düzenlenen bir programa katılan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, yargı reformunun temel felsefesinin mottosunu “güven veren adalet” olarak açıklamış ve şöyle demişti:

Adliyenin önünden geçen, içine giren, yolu düşen bir insanda ‘Orada gerçekten hakim ve savcılar var, adalet, yargı sistemine güvenirim’ inancının oluşması lazım. Bu algı bizim için her şeyden önemli.” (24 Mayıs 2019)

 Evet, adliyelerin önünden geçen, adliyelere yolu düşen bir vatandaş ‘orada gerçekten hakim ve savcılar’ diyebilmeli, toplumda bu inanç bu güven oluşmalıdır. Bu güvenin oluşması için mahkemelerin verdikleri kararlar ile bir uçtan bir uca savrulmaması lazım. Yerel mahkemelerle Yargıtay arasındaki hukuk farkı bu kadar büyük olmamalıdır.  Sonuçta Yargıtay’daki yüksek hakimlerin önünde ayrı kanunlar, ayrı yasalar, yerel mahkemelerdeki hakimlerin önünde başka kanunlar başka yasalar yok.  

ELİF ÇAKIR / KARAR