Prof. Dr. Doğan Göçmen: Gestapo askerlerinin kapınızı çalma tehlikesi her zamankinden daha fazla
Zira Gestapo askerlerinin kapınızı çalma tehlikesi bugün her zamankinden daha fazla.
Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Göçmen, salgının hayatı nasıl değiştireceğine dair önemli tespitlerde bulundu: İlk defa tüm insanlık arasında ruh ve eylem bütünlüğü oluştu. Dünyanın daha demokratik bir düzene ihtiyacı olduğunu tüm insanlığı ortak paydaya alarak söylemek gerekir. Çünkü şu anki eğilimde insanlık, örneğin dil gibi çeşitli bariyerlere rağmen kendisini kolektif bir özne olarak ortaya koyabildi... Distopya tehlikesine karşı sadece söylemde değil ciddi pratik önlemler alınması gerekiyor. Zira Gestapo askerlerinin kapınızı çalma tehlikesi bugün her zamankinden daha fazla. Bunu dünya ölçeğinde söylüyorum...
Özgür Çoban
DUVAR – Salgınla birlikte neoliberal sistemin baskısı altında on yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen, durmaksızın devam eden üretme, tüketme, rekabet etme, kâr etme, rakibini yok etme vs. kısacası sürekli bir performans gösterme hırsı sönümlendi, yarış bitti, yaşamın ritmi düştü. Belki de şimdi kafamızı kaldırıp etrafa bakma zamanı. Buradan dayanışmayı, yaşamın kutsallığını önceleyen yeni bir toplumsallaşma çıkarılabilir mi? Virüs gösterdi ki insanoğlu ne gelişme yaşarsa yaşasın, ne teknoloji üretirse üretsin hiçbir zaman doğadan güçlü olamayacak. Doğa, kendisine itaati ve saygıyı emrediyor. Bu emri yerine getirmek gelecek nesillere karşı tarihsel sorumluluğumuzdur.
Bununla birlikte insanlık, korona krizi ile büyüyor, olgunlaşıyor. Bu kriz, insan medeniyetinin hafıza kodlarına yeni tecrübeler eklenmesine yardımcı oluyor. Belki de eksik olan buydu, yani insanlığın böylesine bir ortak tecrübeye ihtiyacı vardı. Bu süreç bizi küreselleşmenin tamamlanmış olduğu gerçeğiyle de karşı karşıya getirdi. Aslında hepimiz birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu hissettik. Artık ‘dünyanın geri kalanı’ diye bir yer var mı bilmiyorum örneğin. Tüm ülkelerin halkları belki de ilk kez aynı duygu dünyası içerisinde haşroluyor ve yine düşmanın insan olmadığı bir savaşta aynı saflarda aynı kaderi paylaşıyor. Ölüm ilk kez insanlara bu kadar açık bir şekilde yakın ve bunu herkes hissediyor.
Unutmayalım, kriz şu ana kadar insanlığı değil günlük yaşam sistemini rayından çıkardı. Rekabet, duygusuzluk, acımasızlık üzerine kurulu gündelik iş düzeni, en az dört yüz yıllık bir tarihi olan ekonomik sistem kendisini tehdit altında hissediyor bugünlerde. Görünen o ki mevcut ekonomik ve paralelinde gündelik yaşam düzeninin yeniden yapılanması kaçınılmaz bir gerçeklik.
Bu bağlamda, Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Göçmen ile korona krizinin siyaset ve günlük yaşama spesifik etkileri neler olabilir, salgının ardından nasıl bir dünya ile karşılacağız, distopik toplum dayatmaları mı daha fazla demokrasi talebi mi öne çıkacak sorularının yanıtlarını içeren bir söyleşi yaptık. Merak edenler için sorular ve yanıtları aşağıda.
Doğan Göçmen: Artık hiçbir ülkenin kaderi, tek başına o ülkedeki insanların kaderine bağlı değil.
‘SORUN GÜVENLİK MESELESİ OLARAK GÖRÜLDÜ’
Korona virüsü krizinden otoriteryen yönetimlerin güçlenerek çıkabileceği ya da yenilerinin doğabileceğine ilişkin tedirginlik her geçen büyüyor. İnsanlar, Avrupa’nın orta yerinde, Macaristan’da olanları görünce adeta endişeyle irkildiler. Siz ne düşünüyorsunuz Hocam? Zira olağanüstü zamanlardan geçiyoruz. Bu zamanlarda sui misal emsal teşkil edebilir mi?
Ben örnek teşkil edebileceğini düşünmüyorum. Bana göre, Macaristan Hükümeti, şu fırtınalı dönemde fırsatı ganimet bildi ve kendi iktidarını sınırsız hale getirmek için bir adım attı. Dünya ölçeğinde bakarsak, hükümetler korona virüsünün ciddi bir sorun olduğunu anlayınca önlem almak zorunda olduklarını fark ettiler. Bunun üzerine ilk yapılan şey ne oldu? Güvenlik toplantıları. ‘Sağlık sistemini nasıl iyileştirebiliriz, hastane kapasitelerini nasıl artırabiliriz, emekli sağlık personelini nasıl aktif hale getirebiliriz’ diye düşünmediler. Önce tek düşündükleri şey güvenlik meselesiydi.
Ortaçağ’da yaşanan büyük veba salgını, toplumun kendisini hiçbir şekilde yenileyemeyeceği kadar köklü bir tarzda değiştirdi, yavaş yavaş Rönesans’ın ve modern toplumun ortaya çıkmasına neden oldu. İşte güvenlik ögesinin başat hale gelmesinin nedeni buydu bence. Böyle bir değişimin gelebileceği hissedildi ve ilk tepkileri ‘güvenlik/önlem’ meselesi oldu. Çünkü bu salgın öyle bir şey ki hâkim olan sistemin toplumsal yapısını alt üst edebilecek bir güce sahip.
Bu bakımdan, Macaristan Hükümeti’nin açıkça yaptığını birçok devlet biraz daha üstü kapalı bir şekilde, biraz daha estetize edilmiş bir şekilde yaptı. Pratikte, birçok ülkede olağanüstü hal yok ama uygulamaya, güvenlik güçlerinin tepkilerine bakıldığı zaman tamamıyla olağanüstü hal kurallarına göre çalıştıkları söylenebilir.
Söylediklerinizden yola çıkarak, dünya ölçeğinde hükümetler, salgın nedeniyle toplumsal hareketlenmeler yani ayaklanmalar olabileceği yönünde kaygılar taşıyor diyebilir miyiz?
O kaygı tabii ki var. Çünkü bu salgının bu derece yaygın bir şekilde yaşanıyor olması birçok şeyi aynı anda gösterdi. Şimdiye kadar alınabilecek sayısız önlem vardı. En az 10 yıldan bu yana salgın meselesi tartışılıyor ancak anlaşılan pek önlem alınmamış. Çin’de somut olarak yaşanmaya başladığında bile salgın bizim açımızdan basit bir haberden ibaretti. Bu bize konunun doğru anlaşılmadığını göstermesi açısından önemliydi. Şöyle düşünüyorum, ‘Bir salgın riskinin varlığından haberdar olunmasına rağmen önlem alınmadığı ortaya çıkarsa insanlarda büyük tepkiye yol açabilir?’ diye korkuldu. Öyle anlaşılıyor ki bu bağlamda güvenlik meselesi, kırmızı çizgi olarak belirlenmiş ve en ufak bir açığa izin verilmeyecek şekilde konumlanılmış durumda.
‘DEMOKRATİKLEŞME ISRARI ÖNE ÇIKMALI’
İnsanların şimdi muhatap olduğu önlemler esasında özgürlükleri kısıtlama yönüyle baskıcı yönetim şekillerine işaret ediyor. Bunlar kalıcı hale gelebilir mi? Daha distopik bir toplum yapısı mı bekliyor bizi salgından sonra ya da buradan yeni bir toplumsallaşmaya açık bir yapıya ulaşabilir miyiz?
Tüm dünyada salgınla birlikte bir anda ‘evde kal’ çağrıları yükselmeye başladı. Ben her ne kadar bu çağrının gerekliliğine inansam da içimde başka duygu da diyor ki ‘Bu aslında toplumu eylemsizleştiriyor, atıllaştırıyor, en etkili yöntem dahi olsa.’ Baskın olan örgütlü güçler karşısında toplumun örgütlü gücünün hareket alanını kapatıyor, daraltıyor. Dolayısıyla bir boşluk oluşuyor. Burada bir dengeden söz ediyoruz. Bir gücün karşısında konumlanan diğer güç kaybolduğu zaman ne olur, geride kalan güç o boşlukları doldurur. Bu bakımdan ‘sokağa çıkma yasağı ilan edilsin’ denildiği zaman içimde hep başka bir soru oluyor, ‘Peki bu nereye gidecek, bunun sonu nereye varacak?’ diye sorduruyor bana. Kanaatimce bunların kalıcı hale gelmesi tehlikesi var ancak henüz olmuş bitmiş bir şey yok. Bu önlemler geçici de olabilir. Bu, toplumun takınacağı tutuma bağlı. Toplumun, yeniden demokratikleşme konusunda sergileyeceği enerjiye ve ısrara bağlı.
Aslında sizin de işaret ettiğiniz gibi oluşan durum tüm dünya sathında despotik bir yapıya işaret ediyor. Bu tehlike çok canlı bir şekilde var. Bu nedenle herkesin evinde kaldığı durumda dahi demokratik yaklaşımların örgütlenmesi gerekiyor. Toplumun virüs tehlikesini atlatırken aynı zamanda despotizm tehlikesini de atlatmak için bir şeyler yapması gerekiyor. Sanırım ülkeleri yönetenlerin korkusu, salgının ardından insanların keskin demokratik taleplerle ortaya çıkması. Bu yapılabilirse toplumun daha da demokratikleşmesinin önü açılabilir.
Evet Hocam, bu bağlamda Macaristan halkı özgürlüklerini yeniden elde etmek için önemli bir bedel ödemek zorunda kalacak öyle değil mi?
Macaristan despotizm açısından Avrupa’da bir istisna. Meselâ, Almanya’nın böyle bir yola başvurmaya ihtiyacı yok. Böyle bir şeye başvurduğu zaman kaybeder. Merkel’in de bu karantinayı bu kadar cesaretle yönetebilmesinin nedeni, ülkesinde de her zaman bir despotizm tehlikesinin var olması. Almanya’da açıklanan ekonomik paket her ne kadar büyük sermayeyi güçlendirmeyi amaçlasa da ‘ölen ölür kalan sağlar bizimdir’ politikası gütmüyor. Halkı kazanmaya çalışıyorlar, onların kalbini kazanmaya çalışıyorlar. Siz hükümet olarak olanağınız bulunduğu halde evde oturmak zorunda olan bir öğrenciye, işçiye yardımcı olmazsanız onların ne kalbini ne zihnini ne de ruhunu kazanabilirsiniz. 3 ay sonra kriz bittiğinde o insanları kendi istekleriniz yönünde harekete geçiremezsiniz. İşte o zaman da ‘şiddet’ unsuru devreye giriyor. Muhtemelen Almanya’nın ya da benzer ülkelerin korunmasız vatandaşa yönelik almış olduğu sosyal önlemlerin benzerini uygulayamayan ülkeler daha çok şiddet politikasını devreye sokacak. Almanya için böyle bir tehlike görmüyorum. Almanya, Avrupa sathında belirleyici bir ülke. Almanya’da demokrasi lehine ortaya çıkan hareketlenmeler diğer Avrupa ülkeleri için etkili olabilir.
Salgının ardından ‘daha fazla demokrasi’ mottosunun öne çıkarılmasının önemli olduğunu vurguladınız. Sizce bunun dinamikleri neler olabilir?
Bakın ilk önce şunu ifade etmek istiyorum, ‘Toplumun daha fazla demokratikleşmesi daha iyi bir seçenektir’ belirlemesini yapıyorsak, tek bir kişi de olsak bu alternatifle kamuoyunun önüne çıkmamız gerekiyor. Bu alternatifin, kamuoyunda güçlü bir bilince dönüşmesi için çaba göstermek gerekiyor. Böyle bir olanak var. Bu bakış açısıyla ‘Despotizm karşısında daha güçlü bir demokrasi alternatif bir seçenektir’ diyen tek bir insanın dahi bu bilincin kitleselleşmesi için çaba sarf etmesi önemli. Yani ‘Tehlike budur, panzehri de budur’ demek lazım. Burada bir şey gözden kaçıyor, ilk defa tüm insanlık arasında ruh ve eylem bütünlüğü oluştu. Dünyanın daha demokratik bir düzene ihtiyacı olduğunu tüm insanlığı ortak paydaya alarak söylemek gerekir. Çünkü şu an ki eğilimde insanlık, örneğin dil gibi çeşitli bariyerlere rağmen kendisini kolektif bir özne olarak ortaya koyabildi. Bu çok önemli. Eyleme geçilmeli ve bu eylemin insanlık çapında olması gerekiyor. Mesela, Macaristan aşırı despotik uygulamalar peşinde, bu gidişatı durdurmak sadece ülke içerisinden gelecek tepkilerle mümkün olmaz. Artık hiçbir ülkenin kaderi tek başına o ülkedeki insanların kaderine bağlı değil.
‘SERMAYE ULUS DEVLETTEN VAZGEÇMEZ’
Küresel düzlemde, ulus devletlerin daha fazla öne çıkacağı ve devletçi müdahalelerin güçleneceği savlarını içeren tezler de var. Çünkü özel sektöre dayalı birikim modelinde sorunlar var ve büyüyor. Salgın bunu açık bir şekilde ortaya koydu. O zaman ulus devletler gelecek süreçte daha görünür hale gelecek diyebilir miyiz?
Şunu söylemeyi gerekli buluyorum, ulusal devletler şu ya da bu şekilde varlığını sürdürecektir. Rosa Luxemburg bu konuda, “Sermaye dünya çapında ne kadar birikim yapsa da ulusal devlet gücünden hiçbir zaman vazgeçemez” diyor. Çünkü sermayenin varlığını garanti eden, devletin varlığı ve örgütlülüğü. Bundan dolayı üzerinde konuşulan ‘dünya devleti’ gibi alternatif devlet modellerinin tümü hayâl. Diğer modeller çokluğun birliğini sağlayamıyor. Bu bakımdan ulusal devletler varlığını sürdürecek. Yapısını değiştirecek belki ancak etkinliğini daha agresif bir şekilde göstermeye çalışacak.
Şu da bir gerçek, gelecek süreçte ulusal devletler birçok bakımdan yetkilerini devretmek zorunda kalacak. Meselâ, uzun yıllardır bu türden tartışmalar örneğin Cambrigde Üniversitesi’ndeki entelektüel tartışma ortamlarında olduğu gibi yürütülüyor. Burada adalet üzerine yapılan bir tartışmada şöyle bir fikir ortaya atıldı: “Büyük sermaye gruplarının elleri boş durmuyor, kendileri de devlet gibi çalışıyor. Ulusal devlet, bazı alanlardan çekildiği zaman o alana ilişkin bir takım uygulamaları muhtemelen büyük şirketlerin yaratacağı resmi veya gayrı resmî organizasyonlara devretmek zorunda kalabilir.” Hangi alanlar olabilir bunlar? Meselâ güvenlik alanı. Bakın tüm dünyada paramiliter örgütlenme çok yaygın. Dünya sathında savaşları yürüten güçlere bakın mesela. Bunların önemli bir bölümünün doğrudan devlet organlarıyla alakası yok ama devletler için savaşıyorlar. Bu nedenle siyaset biliminde ‘yeni savaşlar’ kavramı kullanılıyor.
‘SOL SORUNLARA ARAÇSAL YAKLAŞMAYI BIRAKMALI’
Son soru Avrupa solu ile ilgili olsun Hocam. Avrupa solu uzun zamandır kendi içerisinde, ‘yenilenme ihtiyacına’ ilişkin bir tartışma yürütüyor. Bu bağlamda, solu toplumun en korunmasız kesimlerinin yeniden temsilcisi haline getirebilecek daha güçlü bir programa ihtiyaç olduğu vurgulanıyor. Salgının bir fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyleyenler de var. Sizce bu program, hangi sacayakları üzerine oturmalı? Sol oyuna yeniden nasıl dönebilir?
Yeni sol hareketler, maalesef içerisinde bulundukları durumu doğru/iyi okuyamıyor, araçsal olarak ele alıyorlar. ‘Toplumun alt kesimlerine sahip çıkmak demek’ gerçek anlamda bu kesimlerin örgütlenmesini başlatmakla olur. Dolayısıyla sol, salgını varlığını koruyabilmek adına bir fırsata dönüştürmeye çalışıyor ancak burada araçsal yaklaşmaması gerekiyor. Solun temsilcileri, Gramsci’nin bakış açısıyla ‘organik entelektüel’ olmanın olanaklarını ve koşullarını araştırmalılar. O zaman gerçek anlamda sola dönüş olur ama Almanya’da Die Linke (Sol Parti) ya da diğer ülkelerdeki benzer sol hareketler, salt retoriğe sıkışmış kalmış durumdalar. Bu dönemde ‘insancıllık’ kavramı revaçta ve hükümetlerin açmazları kendisini gösterdi, ihmalkârlıkları su yüzüne çıktı. Dolayısıyla dünya ölçeğinde, toplumlarda sol dalganın yükseldiğini görebiliriz. İşte, Avrupa solu bunu tartışmalı, ‘bu durumu nasıl kendimiz için bir olanağa dönüştürebiliriz7 diye. Dediğim gibi organik entelektüel olmanın yollarının aranması gerekiyor. Çünkü faşizm tehlikesi dünya çapında bir söylemden ibaret değil. Gerçek anlamda var bu tehlike. Bu tehlikenin karşısında parlamentodaki birkaç parti ile onların seçmenleri duramaz. 2. Dünya Savaşı’nı hatırlayın, Hitlerizm, örgütlü güçlerle yenildi. Burada da mücadelede başı organik entelektüellerin çekmesi gerekiyor. Halk kendi başına bırakıldığı zaman her tarafa gidebilir.
Avrupa Solu’nun içi boşaltıldı yıllar içerisinde maalesef. O yıllar ben bizzat Almanya ve İskoçya’da akademik çalışmalar yapıyordum. Doğrudan takip ederek gördüm. Distopya tehlikesine karşı sadece söylemde değil ciddi pratik önlemler alınması gerekiyor. Zira Gestapo askerlerinin kapınızı çalma tehlikesi bugün her zamankinden daha fazla. Bunu dünya ölçeğinde söylüyorum.
Doğan Göçmen kimdir?
Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Göçmen, 1964 yılında Gaziantep’te doğdu. 1980 yılında babasının yanına Münih’e gitti. Makine yapımı ve araba tamirciliği alanlarında meslek eğitimi gördü ve sanayide çalıştı. 1992 yılından sonra Hamburg ve Edinburgh üniversitelerinde sosyoloji, sosyal bilimler, Almanca, siyaset bilimi ve felsefe okudu. John Locke ve Adam Smith’in mülkiyet ve devlet teorilerini inceleyen yüksek lisans tezinden sonra doktora tezinde Adam Smith’te ahlak ve iktisat ilişkisini incelemek amacıyla Ahlaki Duygular Kuramı ile Ulusların Zenginliği adlı eserlerini birbirleriyle olan ilişkileri bakımından inceledi. Öncelikli olarak ahlak felsefesi, iktisat felsefesi ve felsefe tarihi çalışmaktadır. Adam Smith, Hegel ve Marx üzerine olan çalışmalarıyla bilinmektedir.
DUVAR