Prof. Dr. Tarık Şengül: Bu huzursuzluk faşizmi de çağırabilir

"Kent artık fabrikanın olduğu yer değil fabrikanın kendisi" 

Prof. Dr. Tarık Şengül: Bu huzursuzluk faşizmi de çağırabilir




Prof. Dr. Tarık Şengül: Bu huzursuzluk faşizmi de çağırabilir

"Ortada inanılmaz büyük bir huzursuzluk var. Ama tarihin bize gösterdiği şey şu; olaylar öyle dizayn edilebilir şeyler değil. Buradan her şey çıkabilir. Buradan faşizm de çıkabilir. Bu enerji tümüyle kızgınlığa dönüşüp faşizmi de çağırabilir, tam tersine dayanışmacı toplum örüntülerini de çağırabilir"

   ZOR KONUŞMALAR

 CANSU ÇAMLIBEL / T24

Nüfusunun yüzde 92'sinin depremlerle hafif ya da ağır olarak yüzleşme ihtimali olan bir coğrafya üzerine kurulu bir ülke kendi gerçeğine ancak bu kadar yabancı olabilirdi.

Üç haftadır yaşadıklarımızı kendi ülkesinin gerçeklerine yabancılaşmış bir devlet düzeninin aynada suretini gördüğünde yaşadığı inkâr ve hezeyanlar diye özetlemek pekâlâ mümkün.

Yüreklerimize çöken ağırlığın bu kadar koyu olmasının sebebi tam bu; bize kent yaşamı diye sunulan rant düzeninden kurtulmaya dönük herhangi bir umudun içimizde serpilip büyüyemiyor oluşu.

İstanbul'da yaşayanlar için durum çok daha dramatik. Herkeste neredeyse bir sonunu bekleme hali.

Yakın zamana kadar sıklıkla olası cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinden gündem olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun nihayet şehrin deprem gündemine dönmüş olması İstanbulluların yüreklerini hafifletir mi bilmem. Ancak İmamoğlu'nun yeni kurduğu İstanbul Deprem Bilim Üst Kurulu'nda kendi üniversite hocam Prof. Dr. Tarık Şengül'ü görmek beni tartışmaların entelektüel seviyesi açısından umutlandırdı.

Prof. Tarık Şengül klasik bir şehir planlamacısı değil. Kentleri içindeki toplumla birlikte, kentleri yöneten siyasi modellerle birlikte doğru okuyabilmek için çetrefilli bir akademik yolculuğu göze almış bir akademisyen. Lisansını ODTÜ Şehir Planlama Bölümü'nden alan Şengül, yüksek lisansını yine ODTÜ'de ama bu kez Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde tamamlıyor. Sosyoloji alanında doktora yapmak için ise Britanya'daki Kent Üniversitesi'nin yolunu tutuyor. Doktora tezi "Hegemonya ve Kent Mekânı: Ankara Örneği" başlığını taşıyor. Halihazırda hem ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı hem de Kentsel Politika Planması Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapıyor. Tarık Şengül İBB'ye sadece Deprem Bilim Kurulu içinde katkı sunmuyor, İstanbul Planlama Ajansı (İPA) içinde de kritik bir rolü var. "Bir karanlığa doğru gidiyoruz. Bizim gibi kendisine entelektüel denen insanlar pozisyon almayacaksa kim pozisyon alacak. O pozisyonun arkasındayım, hiç kimsenin değil," diyor.

Şengül gibi siyaset sosyolojisine uzun yıllarını vermiş bir akademisyenin deprem okumasının günlük politika üretenlerden farklı olması zaten işi doğası gereği. Mühim olan ise politika üretenlerin İstanbul'u kurtarmaya çalışırken de yeni kentleri kurarken de genelden farklı tınlayan bu sesleri dinleyerek aksiyon alması.

Siyasete yön verenler ve vereceklerin nekro-toplum gibi kavramlardan az biraz da olsa haberdar olması dileğiyle konuştuk. 


Fotoğraf: Serhat Büyükbayrak

 

"Kent artık fabrikanın olduğu yer değil fabrikanın kendisi" 

-Şehir planlama, siyaset bilimi ve sosyoloji alanlarında üç ayrı disiplinin çakıştığı bir noktada "kentsel politika" çalışıyor olan akademisyen çok nadir. Neden böyle bir akademik yol tercih ettiniz? 

Bugünün özellikle metropolleri göç, salgın, afet ve ekonomi kaynaklı büyük ölçekli krizlerin düğüm noktaları. O nedenle bu sorunlarda yaşandığı kentlerde disiplinler arası bir yaklaşım, çok boyutlu bir yaklaşıma ihtiyaç var. Deprem örneğin, mühendislerin, plancıların, ekonomistlerin, sosyologların, tabiplerin ayrı ayrı ve bir araya gelerek bakması gereken ağır bir sorun ve tam da bir araya gelerek bakarken disiplinler arası bir bakış açısı çok önemli. Bir bilim insanı olarak kendimi tam da o ortak noktada konumlandırıyorum. 

-'Kentsel dönüşüm' günlük jargonda yeniden tanımlanmış, hatta içi bir biçimde boşaltılmış bir kavram gibi geliyor bana. Bu kavramı kalbine koyan çok popüler bir şarkı var mesela gençlerin çok sevdiği. Merkezi ve yerel siyasetin dilinde hep bu kavram. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta Gaziantep'in depremden en fazla etkilenen ilçelerini ziyaret ettiğinde de ağzından dökülen ilk kavram yine buydu. Ama bana öyle geliyor ki herkesin kentsel dönüşümü kullanıldığı yere göre başka bir anlama denk geliyor. 

Sanayi devriminden 1970'lerin sonuna kadar kent fabrikanın ve üretimin lojistiği gibi görüldü. Değer üretimden kaynaklanıyordu ve kent bir yandan işgücünün yığıldığı alandı ama aynı zamanda da üretilenin tüketildiği yerdi. 1980'lerden başlayarak bu anlayış köklü biçimde değişmeye başladı. Kentin kendisi ekonomik değerin üretildiği yer olarak görülmeye başlandı. Diğer bir anlatımla kent fabrikanın olduğu yer olmaktan çıkıp, fabrikanın kendisi haline geldi.

Biraz açayım; Türkiye'nin gayri safi milli hasılası 800 milyar doların altında. Bugün İstanbul Havalimanı'nın mali büyüklüğü 35-40 milyar dolar düzeyinde; sadece inşaatı 10 milyar dolarlık bir yatırım gerektirdi. Üçüncü Köprü 7-8 milyar dolarlık bir yatırım. Kanal İstanbul için öngörülen ekonomik büyüklük, konut projeleri de dahil edilirse 100 milyar doları geçecek bir yatırıma işaret ediyor. Bunlar sadece kamunun merkezinde olduğu projeler. Bir de inşaat sektörü etrafında oluşan yatırımları düşünün. Sembolik olarak ifade etmek gerekirse fabrikanın sökülüp, AVM'lerin, rezidansların dikildiği bir çağda yaşıyoruz. Kentlerin birincil hedefi artık yaşamın yeniden üretildiği yerler olmak değildir. Kentler için hedef, ranta dayalı bir düzende üretildiği en fazla değeri üretmektir. Kentsel dönüşüm kavramı tam da bu geçişi tanımlıyor. Bir emek gücünün yaşadığı gecekonduları söküp yerine iş merkezleri, konut projeleri dikiyorsunuz. Kamu arazilerini, askeri alanları özelleştirip rezidanslar yükseltiyorsunuz. Haydarpaşa'yı Galataport'u rant makinalarına dönüştürmek istiyorsunuz. Orman ve su havzalarına devasa havalimanı kuruyorsunuz, mevcut havalimanını da millet bahçesi yapıyorsunuz. Bu sürecin adına da kentsel dönüşüm adını veriyorsunuz. Kenti yaşam alanları olmaktan çıkarıyor rant fabrikası haline getirmeye, kentsel dönüşüm deniliyor kısaca.


Fotoğraf: Serhat Büyükbayrak

 

"Riskli alanlar değil rant getirecek boş alanlar dönüştürülüyor" 

-Politikacılar 'kentsel dönüşüm'ü depremle aynı cümle içinde kullanırken bahsettiğiniz bu metalaşma sürecinden kopuk hayırseverlik projesi gibi bir ton kullanıyor. Ülkenin Cumhurbaşkanı bunu 15 gün önce ailesini betona kurban vermiş ve bugün belki de hâlâ bir çadır bekleyişinde olan depremzedelere söylediğinde sistemin o insanlara ev kazandırmadan başka bir derdi yokmuş gibi bir ön kabul bekliyor kendini dinleyenlerden.

Kentsel dönüşüm deprem ilişkisi açısından önemli bir noktaya temas ettiniz. İstanbul üzerinden anlatayım. Deniyor ki mesela; "Şurası depremde yıkılacak bir mahalle. Burayı yıkıp dönüştürelim ve depreme dayanıklı hale getirelim. Kentsel dönüşüm bunu sağlayacak." Bu kulağa çok hoş geliyor. Orada niteliksiz konutlar yerine nitelikli konutlar inşa ederek insanların yaşamlarını kurtaracaksak tabii ki destekleriz, başka türlüsü düşünülemez. Ama haritaya baktığımızda öyle görünmüyor. 

-Burayı açalım. Hangi haritadan bahsediyoruz?

İstanbul'da 6306 sayılı riskli alanlara yönelik yasa çerçevesinde riskli alan ilan edilerek kentsel dönüşüm için önü açılan alanlar var. İlan edilen alanların hemen hiçbiri gerçek riskli alanlarla örtüşmüyor. Yani riskli alanlar için çıkarılmış bir yasaya dayanarak belli yerleri riskli alanlar ilan edip dönüşümleri için kolaylık sağlıyorsunuz ama çok büyük bölümü gerçek risk alanları değil. Gerçek risk alanları içinse öyle boş boş bakılıyor.  

-Bahsettiğiniz yasa 2012'de AKP hükümeti tarafından çıkartılan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu mu?

Tabii, tabii. Ve afet için çıkardılar, bu ya depremdir ya seldir. Depremin selin olma ihtimali olan yerlerle kentsel dönüşüm alanı ilan edilen yerler nedense çakışmıyor!

"Kentsel dönüşüm rant için kılıf"

-Kentsel dönüşüm aracı olarak çıkartılan söz konusu yasa aslında rant için bir kılıf mı?

İstanbul haritasında bakınca böyle düşünebilirsiniz. Gerçek anlamda o amaca hizmet etse riskli alanlar ile depremde en çok etkilenmesi muhtemel alanların üst üste görmemiz lazım. Ama görmüyoruz. 

-Peki depremden asıl etkilenecek alanlar neden inşaatçıların radarına giremiyor?

Çünkü depremden en çok etkilenecek alanlarda rant yaratacak bir dönüşüm potansiyeli yok. 24 daireli bir binayı dönüştürdüğünüzde 24 yeni ve güvenli daire elde ediyorsanız ve onları da daha önce oturanlara verirseniz, soru inşaat maliyetini kimin karşılayacağı olur. Gecekonduyu dönüştürmek kolaydı ve dönüştürdüler. Rantına da el koydular. Ancak bugün sorunlu binaların büyük bölümü çok katlı ve çok ortaklı. Çoğu durumda da burada yaşayan insanlar işinde gücünde alt gelir grupları. Dolayısıyla bir kamu politikası mantığı olmadan buraları piyasa mantığıyla dönüştürmek çok mümkün değil. O mantığın çok uzağında olduğumuz için de dönüşüm bu alanlarda olmuyor. Nerede yüksek değer var orada oluyor. Bu tür alanlar riskli alan ilan ediliyor ve iş tam anlamıyla rant elde etmek için bir kılıfa dönüşüyor. Gerçekten riskli alanlarda yaşayanlar da yıllardır eli koynunda sıranın kendilerine gelmesini bekliyor.

"Riskli yapı dönüşüm maliyeti İBB bütçesinin üç katından fazla" 

-KİPTAŞ Genel Müdürü Ali Kurt'un geçen günkü açıklaması dikkatimi çekti. İstanbul'da acil dönüşmesi gereken 90 bin, ağır hasar alacak 170 bin olmak üzere toplam 260 bin yapı var. Ama evini yenilemek isteyenlerin önündeki en önemli engel maliyetler. Kurt şöyle diyor: "Biz bu işe başladığımızda maliyeti metre kare 2 bin liraydı. Şu anda İstanbul'da ortalama metrekare maliyeti 14 bin liraya çıktı. Yani İstanbul'da 100 metrekare bir konutun maliyeti 1 milyon 400 bin lirayı buluyor." İnsanlar bu maliyetleri nasıl karşılayacak? Zaten İstanbul'da yaşayanların beli astronomik kira artışları nedeniyle büküldü. Depreme dayanıklı hale getirecek parası olmayan ya hayatını riski atıp oralarda yaşamaya devam edecek ya da İstanbul'dan çekip gidecek herhâlde. 

Burada en baştaki meseleye dönüyoruz. Bugünün kentleri rant yaratmaya odaklanmış durumda ve rantla insan arasında bir tercih yapacaksa rantı tercih ediyor. Şöyle bir diyalektiği var bu işin; zemin olarak riskli alanlar bir de yapı kalitesiyle riskli hale geliyor. En riskli gördüğümüz yerlerin bir de sınıfsal boyutu var. Çünkü o alanlara çoğu durumda alt gelir grupları geliyor. Güçlü kesim böyle bir yere gelmiyor ya da geldiğinde depreme dayanıklı binalar yaptırma gücüne sahip. Yani riskli alanlardaki gerçek sorun sahipleri yine alt gelir grupları. Yapı kalitesi düşük konutlar alabiliyor ya da kiralıyorlar. Yapılarının güvenli olmadığını ya bilmiyorlar ya da göze alıyorlar. Şimdi bu kesimlerin yerleştiği devasa bir alan var. Güvenli dönüşüme ihtiyaçları var ama bu dönüşümü kendi kaynaklarıyla yapacak durumda değiller. O yüzden gözleri şu anda kamu otoritesinde. Eğer İBB bu binaların dönüşümü için adres gösterilecekse, basit bir hesap yapayım. İstanbul'da acil dönüşmesi gereken 90 bin yapıya işaret ediliyor. Her binada iyimser biçimde ortalama 4 bağımsız birim olduğunu ve her biri için 1 milyon lira harcanması gerektiğini varsayarsak, en iyimser biçimde sadece bu yapı stokunun sorunsuz hale getirilmesi 360 milyar lira gerektirir. Benim hatırladığım kadarıyla İBB'nin bütçesi 112 milyar lira civarında. İstanbul açısından tablo basit finansal modellerle çözülebilecek bir şey değil. Gerçekçi olalım! Ulusal ve ulus ötesi kaynakların harekete geçirilmesi gereken bir durumla karşı karşıyayız.


Fotoğraf: Serhat Büyükbayrak

 

"Yüzleşebileceğimiz bir gerçeklik değil"

-Henüz acılar çok taze olduğu için depremin akut sonuçlarına odaklanıyoruz doğal olarak. İşin demografik ve sosyal sonuçlarını tam da konuşamıyoruz henüz. Nasıl bir süreç bekliyor Türkiye'yi? 

Çok kritik bir noktaya getirdiniz konuyu. Samimi fikrimi soracak olursanız, sizin konuşulmuyor dediğiniz konuları konuşmaya başlasak da hâlâ geleceğe yönelik buzdağının sadece görünen yüzünü konuşmuş olacağız. Şöyle söyleyeyim; bugüne kadar şahit ve parçası olduğumuz dünyadan çok farklı bir dünyaya gidiyoruz. Tarihi unutmamanın büyük önemi var ama eğer geleceğin dünyasını geçmişin bir projeksiyonu olarak göreceksek, o zaman geçmişi unutmanızı tavsiye ediyorum. Diğer yandan deneyimlemeye başladığımız gerçekliğin nereye doğru evrilmeye başladığını samimi biçimde tartışacak konumda olduğumuzdan da emin değilim. Toplumsal ve siyasal bağlama şöyle bir bakınca "bu gerçeklik bizim yüzleşebileceğimiz bir gerçeklik değil diyorum.  

-Biz bu konuşmada yüzleşmeye çalışalım en azından.

Ben bir yüzleşme denemesi yaparım yapmanın da gerekli olduğunu düşünüyorum ama bu gerçeklik öyle saf yenilip yutulabilecek bir gerçeklik değil bu uyarıyı da yapayım.

21. yüzyılın ilk çeyreği şunu gösterdi; küresel olarak iç içe geçmiş ve sürekli birbirini tetikleyen bir krizler çağına geldik. Kriz olur, kırılır dökülür, hasar tespiti ve onarım yapılır, bir sonraki krize kadar bir normalleşme dönemi yaşanır. Ekonomik krizlerde de bu böyleydi. Artık öyle değil. 2001'den beri yaşadığımız krizlere bir bakın, hiçbiri gitmiyor artık.

Ekolojik krize bakın. Covid onun bir parçasıydı. Onun yanında kuraklık olarak geldi. Su krizinden gıda krizine devam ediyor. Bir yıl önce yediğimiz her şeyi dört katı fiyatına yiyoruz değil mi? Bunlar önümüzdeki dönemde de kesintisiz biçimde devam edecek.

Deprem oldu ve sadece fay hatları tetiklenmedi. Deprem ekonomik krizi de büyük olasılıkla tetikleyecek. Öbür tarafta toplumsal refah ve yeniden üretim krizini yaşıyoruz. Bu nekro-siyaset dedikleri yani "yaşamın ölümün iktidarına tabi kılındığı siyaset" diye tanımlanan alan var.

-Burayı biraz açalım. Achille Mbembe'nin "nekro-politik" ve "nekro-toplum" diye üzerine kitap yazdığı kavramlar neden bugünü anlamak için önemli? 

Yaşadığımız deprem bu soruyu bence çok iyi yanıtlıyor. Resmi rakamlarla 50 bine doğru giden sayıda insan göz göre göre öldü. Bütün o bölgenin fay hattında olduğunu başta yetkililer olmak üzere ilgili tüm kesimler biliyor. Ancak yıllardır o insanları kurtarabilecek kaynaklar ıssızlığın ortasında örneğin İstanbul'un kuzeyine yapılıyor. Bir başka anlatımla yaşadığımız dönemin egemen öyle ya da böyle kimin hayatta kalacağını kimin kalmayacağına karar veriyor. Aynı durumu Covid salgını sırasında da yaşadık. Belli kesimler evlerine kapanabilirken, anahtar oldukları ilk defa hatırlanan belli emekçi kesimler sahaya sürüldüler. Tam da bu nekro-siyaset demek. Öte yandan bu mesele son derece çetrefilli. Bugün İstanbul'da kaygı içinde olası bir depremde hayatta kalıp kalamayacağını merak eden geniş bir kesime de yayılan biçimde İstanbul'da yaşamını sürdürmeye çalışan mültecilere yönelik benzer bir nekro-siyaset üretiliyor.

Nekro-siyasetin daha yumuşak görünen biçimlerini de unutmayalım. Şu anda cebinde para olmadığı için işe gidemeyen insanlar var. Ulaşım ücretini ödeyemediği için işe gidemiyor, işini de kaybediyor. Bu ekonomik krizin parçası gibi görünmekle beraber aslında toplum kendisini sadece maddi olarak değil manevi olarak da yeniden üretemiyor. Bence tüm bunların en dramatik olanı demokrasinin ve yönetişimin krizi. Bütün bu krizler birbirini tetikleyerek yaşamımızın parçası haline geldiği andan itibaren de olağanüstülüğün kendisi demokrasinin askıya alınmasının aracı haline geliyor. Deprem oldu hemen OHAL ilan edildi. Medyaya yasaklar geldi. Ona izin verilmiyor, buna izin verilmiyor. Ve iş öyle bir noktaya geliyor ki pandemi sırasında mesela evlere kapatılmayı biz kendimiz talep ettik. 

"Nekro-siyaset: Mesele hayatta kalıp kalmamaya indirgendi" 

-Bütün mahrem bilgilerimizi devletle paylaşmayı da kabul ettik.

Bir kez altını çizmek istediğim bir boyut içi çe geçmiş beş özgün kriz ve bunların iç içe geçmişliğiyle karşı karşıyayız. Bu beşli kriz – ekonominin, ekolojinin, toplumsal refahın, demokrasinin ve sınırın krizi- bütünüyle 21. yüzyıla damgasını vuracak yeni bir yaşam ve yeni bir kentleşme modelini ortaya koyuyor. Demokrasinin krizi bu sürecin parçası çünkü olağanüstülük giderek artan biçimde demokratik süreçlerin, pratiklerin ve kurumların askıya alınmasını gündeme getiriyor. Görünür hale gelen ise kanımca faşist eğilimlerle de iç içe geçen nekro-siyasettir.

Burada altı çizilmesi gereken önemli boyut bu krizlerin ve yarattığı siyasi formaların orta sınıfı da içine almasıdır. Bu kesim hiçbir dönemde karşı karşıya kalmadığı bir çöküntüyü yaşıyor. Burada artık klasik sınıf katmanları çerçevesinde alt gelir gruplarının krizini konuşmuyoruz. İstanbul'da bugün kazandığı maaşla kirasını ödemesi mümkün olmayan çok geniş bir orta sınıf var. Bunların önemli bölümü de genç. Güya iyi işlerde çalışıyorlar ama o işten kazandıkları ücret bugüne kadar alışık olduğumuz kira bedellerini artık karşılamıyor. Biz artık başka kentlerde yaşıyoruz. Bu artık başka bir dünya. Ve bu değişimin, bu çelişkilerin en yüksek yaşandığı yerler İstanbul gibi metropoller.

Milyonlarca insana her sabah temiz su içireceksiniz. Gıdaya erişimini sağlayacaksınız. Güvenli hissettiği ortamlar sağlayacaksınız. Uzatabilirim ama orta sınıfın önemli bir bölümü artık bu konularda erişim sorunu yaşayan bir kesim haline geliyor. Bunun kendisi bir yönetim sanatı. İster yerel yönetim düzeyinde olsun ister aile babası düzeyinde olsun hayatta kalmanın ve hayatta tutmanın bir sanata dönüştüğü bir nekro-siyasetten söz ediyoruz.  

-Nekro-toplum neyle sınanıyor? 

Meselenin burada artık hayatta kalıp kalmamaya indirgendiği bir durum. Bu artık sınıf atlama falan meselesi değil. Meselenin asıl aksı hayatta kalıp kalmama olarak belirleniyor. Depremde yaşananlar bir kez daha bu gerçekliği gözümüze soktu!

-Bu gerçeklikle yüzleşmeye hazır kalabalıklar yok belki ama bu gerçekliği bu düzeyde konuşabilmeliyiz. "Bu yenilir yutulur bir gerçeklik" değil diyen Lacan'a referans verdiniz. Şimdi bu gerçekliği Türkiye özeline indirgeyelim. Bugün yaşadığımız toplumsal travmanın kökeninde sadece deprem bölgesindeki trajedi yok. Travmayı derinleştiren bu tür trajedilerle karşı karşıya kalma ihtimali olan nüfusunun yüksek oranı. Dolayısıyla insanlar siyaseten ya da sosyolojik olarak bir şeylere tutunmak istiyor. Seçimler mesela. 

Bu gerçeklikle yüzleşmek kolay değil derken bir akademisyen ve bir gazeteci olarak bunu konuşabilmeyi kastetmedim. Örneğin Türkiye'deki siyasal partiler bu gerçeklikle yüzleşmeye hazır mı? Bugünkü alışkanlıklarla siyaset yapmaya devam edilecekse bunun sonuçlarını Türkiye hali hazırda yaşıyor. Böyle devam edilecekse, siyasi partilerin kapılarını kapatmaları gereken bir noktaya gelmişiz demektir. Çünkü 19. ve 20. yüzyılların kurumları ve anlayışlarıyla 21. yüzyılla baş edemezsiniz. Karşımızdaki gerçeklik çok karmaşık. Demokrasiden ve siyasal partilerden vazgeçelim demiyorum. Ama 19. ve 20. yüzyıl gerçekliği üzerine kurgulanmış anlayışlarla da devam etmek mümkün görünmüyor. Yüzyılın gerçeklerine ayarlanmış bir siyaset tarzı. Bugün siyasetçilerin karşısındaki krizler geçmişte kullanılan araçlarla çözülebilecek krizler değil. Siyasetin bugünkü yapısı bu durumla yüzleşemez. Ama bunu konuşmak zorundayız. 

"Varoluşsal bir güvensizlik hali" 

-21. yüzyılın ilk çeyreği dediniz… Adalet ve Kalkınma Partisi tam da bu dönemde kuruldu, iktidara geldi ve beş tane genel seçim kazandı. Bahsettiğiniz dinamikler içinde ve eski parametreleri kullanarak. 

Evet ama krizleri çözmediler, krizleri daha derinleştiren politikalara imza attılar. Sadece siyasi yapılar değil toplum da bu yeni gerçeklikle baş edemiyor. Bütün bu süreçlerin sonunda "yine de en iyisi" türünde bir oy veriyor. Ne diyor seçmen? Yine de. Aslında toplum sezgisel olarak gerçeklerin değiştiğinin bir yandan da farkında. Ama toplum kendi siyasal yapılarını bir anda yaratamaz, o yüzden kendi değerlerine en yakın olana bir kez daha yanaşıyor. O "yine de" lafının kendisi çok önemli tespit.

Mesela ekolojik krize bakın. Siyaset bugün ne yapıyorsa tam tersini yapmak zorunda. Büyük ölçekli projelerden vazgeçeceksiniz. Daha sınırlı kaynakla yaşamayı öğreneceksiniz, daha az tüketeceksiniz, paylaşma ekonomileri kuracaksınız. Geliri daha adil bölüştüreceksiniz Bugün bunlara ne kadar yakınız ki? Her birimiz için söylüyorum. Kemerlerini sıkan ama bunu yaparken adil ve daha dayanışmacı olan birtakım gözenekler kurabilmek mümkün mü?

Ne oluyor biliyor musunuz? Toplum aslında onu koruyan duvarların yıkıldığını görüyor ve hatta her an yaşadığı evden sürülebileceğini de biliyor. Düşünün oturduğunuz evde yaşayıp yaşayamayacağınızı ertesi gün bir hâkimin kararıyla öğreneceksiniz. Nerede güvendesiniz ki? Ulusal düzeyde zaten güvende hissetmiyorsunuz. Kira artışı nedeniyle ertesi gün evinizden çıkartılma riskiyle karşı karşıyasınız…bu varoluşsal bir güvensizlik halidir. 

"Devlet sermaye el ele vahşi bir oyun kuruyor toplum da bu oyuna katılıyor" 

-Erdoğan'ın biraz önce hatırlattığım deprem bölgesi konuşmasında şöyle bir cümle var: "Ne olur bize yeni bedeller ödetmeyin biz bu kentsel dönüşümü yapalım." Bu cümlenin sahibi seçmenden gelen imar affı talebine yirmi bir senede talebine yedi kez yol vermiş bir politikacı. Paradoksal biçimde halk bunu talep ediyor Türkiye'de. Türkiye Deprem Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Erdik'in bir hatırlatması var önemsediğim. Erdik mealen şöyle diyor: "Japonya'da halkın bir mahalle baskısı var ve bu baskı inşaat mühendisinin de politikacının da üzerinde çalışıyor." Türkiye'de pek çok konuda mahalle baskısı var ama deprem konusunda yok. Yani aslında yaşadığımız trajedinin bir de toplumsal kültürle ilgili boyutu yok mu? 

Kentin fabrikanın olduğu yer olmaktan çıkıp kendisinin kocaman bir fabrikaya dönüştüğü gerçeğine geri dönelim o zaman. Kent herkesin kendi ölçeğinde bir meta üretim sürecine dahil olduğu bir yer haline geliyor. Oyunun kendisi böyle kurulunca bu oyunun dışında kalmak ne demek? 

-Kolonu kesmeden bina yapmayan oyun dışında kalacak…bu mu? 

Kolonu neden kesiyor? Kafe açacak ama kolon tam orta yerde duruyor. Kafeyi mi açacak kolonu mu kesecek? Kolonu kesiyor kafeyi açıyor. Öbürü evine bir oda ekliyor, imar affı kapsamına giriyor. Öbürü terası kapatıyor. Bu bütün kentin oynadığı tek oyun haline dönüşmüş durumda. Bu oyun Türkiye'de 1980 sonrası ana oyun haline geldi. Ama şu da bir gerçek, bölgede kaç bina gerçekten kolon kesildiği için çöktü. O yüzden sorumluluğu topluma iterken dikkatli de olmak gerekir. Bu oyunun büyük kurulduğunu ve topluma yayıldığını görmek zorundayız. O nedenle kolana bakarken bütün bir kentleşme biçimini görmeme hatasına düşmemek gerekir. 

-Burada oyun kavramını neyi ikame etmek için kullanıyorsunuz? Biraz açalım. 

Bütün yaşamı yeniden üreten, ekonomiyi yeniden üreten mekanizma kentin kendisinin pazarlanması üzerinden oluyor artık. Eskiden öyle değildi. Eskiden pazarlanan sanayi üretimiydi. Kentsel rantların rolü daha küçüktü. Bugün asıl hikâye kentin kendisinin bir rant makinası olarak çalışıp her bir noktasından bir meta üretiyor olması. Bu durum yatkınlıklar oluşturuyor ve sonrasında bu davranışları bir depremle değiştiremiyorsunuz. 

"Hoca bir dur, top ayağımıza geldi altın vuruş yapacağız" 

-Ama Hamburg'un taşrasında bir fabrikada 40 senedir aynı işi yapan adam, 41. sene de aynı disiplinle işine gidiyor. Ahlaki yozlaşmaya yüz vermiyor. Sadece Alman değil aynı fabrikada çalışan Türk de.

Çünkü o tür bir ortamda bu oyun bizdeki kadar vahşi bir biçimde oynanmıyor. Farklı coğrafyalarda farklı oynanıyor bu oyun ama oynanıyor. Türkiye'deki iş bu oyunun ipten kazıktan çıkmış hali. Britanya'yı iyi bildiğim için oradan örnek vereyim. Londra'da Canary Wharf diye bir alan var. Şimdi finans merkezi oldu. Daha önce burası nehrin kenarında atıl bir yerdi. Orayı Kanadalı bir firma aldı, 90'lı yıllarda dönüşüme uğrattı. Batıyordu o şirket. Hükümet o şirketi kurtarabilmek için özel proje üretti, oraya metroyu götürdü. Oradaki boş gökdelenleri kamu kiraladı. Yani gelişmiş ülke kentlerinde de bu tür oyunlar görüyoruz ama Türkiye'de bu inanılmaz derecede yaygın hale geldi.

Fikirtepe'ye gittim ben mesela. Oradakilerle konuşurken "bu firmalara fazla güveniyorsunuz" dedim. Birisi çıktı bana dedi ki; "Hoca bir dur. Top ayağımıza geldi, altın vuruş yapacağız."

Devlet nasıl yanaştı insanlara? "Hepiniz anlaşırsanız imar hakkını 4 kat kullandıracağız" denildi. Yani oraya itiyorsunuz insanları. Bunu bireye indiremeyiz. Orada bir devlet organizasyonu var. Türkiye son dönemde bütünüyle her şeyini bir inşaat ekonomisine yönlendirdi. Bütünüyle bir kontrolsüzlük hali. Başka toplumlar belki daha bunu kontrollü yapıyor. O zaman toplumun öyle büyük bir beklentisi de olmuyor. Biz de seçimden sekiz ay önce yap oraya çıkma terası biliyorsun zaten nasılsa imar affı gelecek. E biliyorsunuz son imar affı Meclise sunulmuş durumdaydı Kahramanmaraş depremlerinden önce. Orada duruyor. Çekmediler. Böyle bir sistem varken insanlar oraya terası da ekler, üç kat daha çıkar. Herkes biliyor ki parasını verirsen affedileceksin. İmar sistemimiz böyle çalışıyor. Bir sistem sorunu var. Devlet ve sermaye ele ele bu oyunu bu kadar vahşi tanımladığı için böyle oluyor. Sonra toplumun farklı kesimleri de bu oyuna katılıyor. Ama ondan sonra hepimiz suçluyuz demek de sorunun kaynağını iyi tespit etmiş olmuyor. 

"İBB'ye katkı vermemin sebebi Kanal İstanbul'a karşı net duruş" 

-Birgün'de 30 Ekim 2021'de yayımlanan bir yazınız var. Dört ay önce yazdığınız bu yazıda 'tek adam' kavramını irdeliyorsunuz. Meselenin merkezi siyaset kadar belediyeleri ilgilendiren boyutuna dikkat çekiyorsunuz. Şöyle bir soru da var o yazıda: "Saydamlık adına belediye meclisi ve encümeni toplantılarından yapılan onca canlı yayından sonra yol ihaleleri ve bu yollara harcanacak milyonların karşılığında Hazine ile yapılan taşınmaz mahsuplaşmaları niçin aynı saydamlık içinde kamuoyu ile paylaşılmıyor?" Şu an İBB Deprem Bilim Kurulu için yoğun bir çalışma içindesiniz. İstanbul Belediyesi içinde Birgün yazınızda eleştirdiğiniz türden yaklaşımlarla karşılaşmayacağınıza dair bir umudunuz var mı? Sonuçta Ekrem İmamoğlu da müteahhitlikten gelen bir siyasetçi. 

Benim kafamı İstanbul'a çevirmemin nedeni Kanal İstanbul konusunda takınılan net tutum. Bu tutumun muhalif belediyelerin hepsi tarafından takınılmadığını biliyorum. Büyük ölçekli projelerde resim veren muhalif belediye başkanları var. İstanbul'da en kritik projelerden biri Kanal İstanbul iken İBB çok açık ve net bir tavır koydu. Bunun çok kritik olduğunu düşünüyorum. Bu tavır devam ettiği sürece kentleşme alanında katkı vermeye de devam edeceğim. Bu kentleşme paradigmasına karşı bir tavır alındığını görüyorum. Son dönemde seçilmiş başkanın görevden alma noktasına kadar gelinmesinde Kanal İstanbul duruşunun da etkili olduğunu düşünüyorum. Belli ki sistem içinde bir çatlak oluşuyor.


Fotoğraf: Serhat Büyükbayrak

 

"Mesele iki siyasi adayın rekabetine indirgenemeyecek kadar karmaşık" 

-Ekrem İmamoğlu'nun Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından olası bir rakip potansiyeli taşıdığı için yargı eliyle oyun dışına itilmeye çalışıldığı kanısı çok yaygın. Oysa siz bu sözlerinizle İmamoğlu'nu oyun dışına itmeye çalışan gücün bir siyasi rakibin çok ötesinde bir güçler birliği olduğunu mu kastediyorsunuz?

 Ben bu kadar kişiselleştirilmiş siyasetten hoşlanan biri değilim onun için de tek adam yönündeki değerlendirmelere katılmam. Bu bir oyun. Oyun içinde farklı aktörler farklı pozisyon alabilirler. Mesele iki siyasi adayın rekabetine indirgenemeyecek kadar karmaşık. İstanbul bu rant makinasının beyni gibi çalışan bir yer. Adaylık gibi tek bir boyut üzerinden değil çoklu boyut üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ben İBB Deprem Bilim Kurulu'nun üyesiyim ve sürdürülen vizyon çalışmasının bir parçasıyım. Vizyon konusunda örneğin yukarıda çizdiğim kriz merkezli yaklaşım İstanbul Büyükşehir Belediyesi vizyon çalışmasında yer alıyor. Bu çok önemli. Birçok dünya metropolünün pembe tablolar çizdiği bir noktada İstanbul "ben krizleri görüyorum ve bu krizlere karşı pozisyon alıyorum" dedi. Biz alışık olunmayan analizleri buradaki yaklaşımın bir parçası haline getirme konusunda bir belediyeden ve başkandan gelen bir yaklaşım gördük. Burada bir siyasi otorite var. Ben siyasi değilim. Siyasi yaklaşımın garantörü de değilim ama gördüğüm şey burada farklı düşüncelere karşı açık ve olumlu yaklaşım var. O sürdüğü sürece de çalışmalarıma devam ederim. 21. yüzyılın gidişatına göre farklı bir yaklaşım geliştirilmesi çok önemli. Bir karanlığa doğru gidiyoruz. Bizim gibi kendisine entelektüel denen insanlar pozisyon almayacaksa kim pozisyon alacak. O pozisyonun arkasındayım, hiç kimsenin değil. 

"Yeni dünyanın yönetim modelleri Türkiye'de sınanıyor" 

-Bugün İstanbullu deprem korkusuyla İBB'ye sarılmış durumda. Herkes binasını kontrol ettirmek için sıraya girmeye çalışıyor. Ama bir yandan da siyaset yasağının istinafta onanmasını durumunda İBB Başkanı İmamoğlu'nun belediye başkanlığı sona erebilir. Yani İstanbullu şehri depreme hazırlamasını beklediği belediye başkanının yarın görevde olup olmayacağını da bilemiyor. 

Türkiye'de o kadar çok şeyi bilmiyoruz ki! Seçimin ne zaman yapılacağını bilmiyoruz. Kanal İstanbul yapılacak mı bilmiyoruz. Üniversiteler ne zaman açılacak bilmiyoruz. Gelecek yıl aldığımız maaşla yatağa aç gitmeden uyuyacak mıyız bilmiyoruz. Türkiye artık bilinmezler ülkesi. Türkiye gibi ülkeler gelecekte ne olacağının göstergesi. Gelecekte bu dünyanın yaşayacağı modeller Türkiye gibi ülkelerde sınanıyor. Nekro-toplum dediğimiz yerde klasik demokrasi modelleriyle gidilmez. Önümüzdeki dönemin yeni yönetim modellerinin sınandığı bir ortamdayız. Türkiye önden gidiyor. Ama ABD'yi ve Trump'ı da iyi izleyin.

"Alışıldık protesto biçimleri bundan sonra çok çalışmayabilir" 

-2013'de Gezi protestolarından sonra Evrensel'de bir makaleniz yayınlandı. Orada şöyle yazmıştınız: "Gezi süreci ile en yüksek noktasına ulaşan tepki ve direniş refleksinin bir karşı projeye evirilmesine ihtiyaç vardır. Bu karşı projenin en önemli unsurlarından biri neo-liberal kent projesi karşısında toplumcu bir kent projesi olmak zorundadır. Yaşam alanlarını ele geçirip sömürgeleştiren neo-liberal proje karşısında yaşamı ve yaşam alanlarımızı savunan böylesi bir proje kentte tek oyun ve kader olmadığını gösterdiği ölçüde geniş kesimlerin desteğini alabilecektir."

Aradan neredeyse 10 sene geçti. Gezi'deki direniş refleksi metropollerdeki rant projelerini engellemeye yetmedi maalesef.

Bir devrin kapandığını söylüyorum. Siyasi partilere yönelik söyledim. Çeşitli protesto biçimlerinin kendisi de geçmişteki şekliyle sürdürülemeyecek büyük olasılıkla. Protesto edip sonra evinize gittiğiniz belki ertesi gün tekrar protestoya gittiğiniz modellerin kendisi de bundan sonraki dönemde çok çalışmayabilir.

Geleceğin siyaseti de elbette geçmişten esinlenecek. Yine en büyük esin kaynakları Gezi gibi protestolar olacak. Ben tüm varlığımla hâlâ Geziciyim. Ama Gezi türü protestoların tek başına yeterli olmadığı konusunda o gün de kaygılıydım. Bugün bunu daha açık biçimde söyleyebiliyorum. Bunları sadece direniş olmaktan çıkartıp karşı hegemonya odakları haline getirecek yeni siyaset formlarına ihtiyacımız var.

"Bu huzursuzluk kızgınlığa dönüşüp faşizmi de çağırabilir" 

-Deprem kayıplarına hükümet tarafından verilen ya da verilemeyen tepkiler yeni siyaset formların tetikler mi?

Ortada inanılmaz büyük bir huzursuzluk var. Ama tarihin bize gösterdiği şey şu; olaylar öyle dizayn edilebilir şeyler değil. Buradan her şey çıkabilir. Buradan faşizm de çıkabilir. Bu enerji tümüyle kızgınlığa dönüşüp faşizmi de çağırabilir, tam tersine dayanışmacı toplum örüntülerini de çağırabilir. Bu ucu açık bir süreç. Bir yanda bu ekonomik krizde depremzedenin kirasını ödeme refleksi, öbür tarafta talan edenler var. Rant projesi görüp "len buralara neler dikeriz" diyen var. Hatta onun ötesine geçip daha otoriter davranılması gerektiğini savunup faşizm çağrısı yapanlar var. Seçenekler ortada. Mesele şu; devrimci bir durum mu, karşı devrimci bir durum mu çıkacak buradan. Bunu toplumsal ve siyasal pratikler belirleyecek. 

-Yukarda alıntı yaptığım Evrensel makalesinde TOKİ'yi bir 'savaş aygıtı' olarak tanımlıyorsunuz. Şu anda CHP'nin en önemli belediyelerinden birine fikir öneren bir kurulda göreviniz var. Size bir gün sorsalar ve dinleyecek olsalar "TOKİ'yi ne yapalım" diye ne dersiniz? Türkiye TOKİ'yi ne yapmalı? 

Kentleşme biçimimizin ve gerisindeki bağlamın yeniden kurgulanması gerekiyor. Bu tanımlama siyasal süreçlerde tanımlanacak ama tartışmanın yoğunlaşma noktası devlet aygıtı olacak. Yani hem merkezi hem de yerel yönetim düzeyinde önemli değişimlerin gündeme gelmesi gerekiyor. Ama şimdi somut bir gerçeklikle karşı karşıyayız.  Örneğin İstanbul'da 90 bin binayı hızla depreme dayanıklı hale getirmemiz gerekiyor. Şimdi oturup düşünelim burada İBB'nin rolü ne olacak? Merkezi yönetimin rolü ne olacak. Önümüzdeki süreçlerde TOKİ gibi bir aygıta ihtiyaç İstanbul ve ötesinde gerekli olabilir. Ama o aygıtın rant için değil halk için çalışması gerekiyor. TOKİ'nin içinden rant kaygısını çıkartabiliyorsanız ve İBB ile örneğin birlikte çalışabilir hale gelebiliyorsa merkezi yönetimin bu tür dönüşüm projelerinin içinde olmasının da bir mahsuru yok. Bu bir seferberlik gerektiriyor. Ama sorunu yaratan anlayışın sorunu çözebileceğini düşünmüyorum. O nedenle merkezden yerele yapısal bir değişim gerekiyor. Tam da bu değişimi İstanbul'u depreme hazırlamak gibi önemli bir süreci çalışırken tanımlayabiliriz.

https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/prof-dr-tarik-sengul-bu-huzursuzluk-fasizmi-de-cagirabilir,38900

Cansu Çamlıbel /  T24