Rus Devlet Başkanı'nın sınıf arkadaşı Rahimov anlatıyor
Putin, Azerbaycan’da misafirimken...
Rus Devlet Başkanı'nın sınıf arkadaşı Rahimov: Putin, Azerbaycan’da misafirimken kendini cinayet masası dedektifi olarak tanıtmıştı
Azerbaycan’ın onursal bilim adamı Prof. Dr. İlham Rahimov, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile üniversite yıllarına dayanan dostluğunu Independent Türkçe'ye anlattı
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Prof. Dr. İlham Rahimov üniversite yıllarından tanışıyorlar / Fotoğraf: Prof. Dr. İlham Rahimov
1970’lı yıllarda Putin ile Leningrad Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tanışan Prof. Dr. İlham Rahimov, 2000'li yılların en önemli isimlerinden biri olan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile dostluklarını anlattı.
Genç yaşta hukuk profesörü olmuş, Azerbaycan’ın onursal bilim adamı, ardından devlet adamı ve sonrasında iş insanı Rahimov, Bakü’de Independent Türkçe’nin sorularını yanıtladı.
- Öncelikle Independent Türkçe okurları için kendinzi tanıtır mısınız?
Aslen Azerbaycan’ın Tovuz İli'ndenim. Kanım da tertemiz Türk kanıdır. Bizim kanımızda hiçbir zamann karışıklık olmamıştır. Aslında bunun olmaması imkansız; fakat ben buna milliyetçilik olarak bakmıyorum, gerçeği söylüyorum.
1951 doğumluyum. Eğitimime köy okulunda başladım.Ebeveynlerim de Tovuzludur. Yedi yaşımdayken onlar ayrılmışlar ve kaderin yazgısıyla ben babamla kalmışım. Babam yeni aile kurmuştu ve benim üvey annem Rus’tu.
O vakit üvey annemin benim kaderimi belirleyeceğini bilmiyordum. Üçüncü sınıfa kadar Azerbaycan okulunda okudum, üçüncü sınıfa ise Berde İli'nde Rus okulunda başladım.
O da üvey annemin girişimleriyle oldu. Çünkü kendisi Rus dili ve edebiyatı öğretmeniydi. Düşünün ki, Tovuz’un bir köyünde Azerbaycan okulunda eğitime başlayan bir çocuk üç yıldan sonra farklı bir ilde eğitimini Rusça sürdürüyor.
Rusça'yı öğrenmek için ne kadar zamana ihtiyaç olduğunu kendim de kestiremiyordum. Üvey annemin sayesinde Rusça’yı çok çabuk öğrendim.
Liseden Berde İli'nde mezun oldum, notlarımın tamamı “pekiyi” idi, sadece tek dersten “iyi” almıştım. Lisenin son senelerinde tarihe, edebiyata büyük ilgim vardı, tarih, edebiyat üzerine çok kitaplar okuyordum, o dersler benim için daha ilginçti.
O nedenle kendi kendime hukuk fakültesini kazanmayı kararlaştırmış, velilerim de bu kararımı beğenmişlerdi.
Fakat ortaya çıkan soru “Nerede okuyacağım”dan ibaretti. Doğal olarak ilk sırada Bakü Devlet Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi gündeme geldi.
Fakat 1969 yılında Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin şöyle bir talimatı oldu ki, üstdüzey görevde bulunan kişilerin evlatlarının başvuru evrakları hukuk fakültesine alınmasın.
O dönemde benim babam il çapında üstdüzey görevde bulunan kişilerdendi. Ondan dolayı hukuk fakültesi sınavlarına evraklarımı almadılar. “Ne yapalım, nasıl yapalım?” diye düşündük.
İki kent vardı: Moskova ve Leningrad. Üvey annem aslen Leningrad kökenli olduğu için Leningrad’ın daha iyi olduğu kararı alındı. Kendisinin orada akrabaları da bulunuyordu.
Benim Leningrad Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne sınavları geçerek kayıt yaptırmamın müsebbibinin üvey annem olduğunu söyleyebilirim.
Sovyet döneminde Leningrad Devlet Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi orada dünyaca ünlü bilim insanlarının ders vermelerinin yanısıra Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in de oradan mezun olmasıyla ünlüydü.
Prestijli fakülte sayılmaktaydı. Lenin’e ders veren ve sınava giren hocalardan biri bizim hocamızdı. Mantık hocamız.
Yaşlı, çok ihtiyarlamış bir insandı. Lenin’e ders verdiği için kendisini üniversiteden gönderemiyorlardı. Ölene kadar bize ders verdi.
Ben sınıf başkanıydım. Ara sınav olmasına rağmen not da verilmekteydi. O hoca üniversiteye gelemiyordu, gidip evinde onun sınavını veriyorduk.
Kendisinin ufak bir kitabı vardı, onu okumak yetiyordu, onun dışında bizden istediği bir şey yoktu. Sınavda benim o dersi bildiğime tanık oldu.
Sonra şunu söyledi ki, "Sen 'pekiyi' alacak düzeyde soruları yanıtladın, 'pekiyi' verebilirim; ama bunu yapamam."
Nedenini soramıyorum; çünkü hocaya öyle şeyler sorulmazdı. Yanıtı kendisi vererek, “Lenin bile benim bu dersimden ‘pekiyi’ alamadı, ‘iyi’ notu aldı” dedi (gülüyor).
Prof. Dr. İlham Rahimov, Independent Türkçe için Mayis Alizade'nin sorularını yanıtladı
-Sizi Lenin ile kıyaslamış…
Kendisinin o güne kadar kimseye pekiyi notu vermediğini söyledi. Çünkü Lenin’in kendisine bile “iyi” notu vermiş. O nedenle “Lenin’in ta kendisi “iyi” almışsa, sana nasıl “pekyi” vereyim?” dedi (gülüyor.)
Biliyor musunuz benim kişisel durumumla ilgili bir meselem vardı, onu da kendim çözdüm. Şöyle ki talebelerin çoğu Leningrad’dandı. Öbür cumhuriyetlerden gelenler de vardı; fakat Kafkasya’dan yalnız bendim.
Kuzey Kafkasya’dan bir öğrenci vardı, orası da Rusya’ya ait bir yer. Birkaç ay sonra onların genel düzeyinin, temelinin benden ilerde olduğunu gördüm.
Bu farkın olması doğaldı; çünkü Leningrad'da bir Rus dili okul nerde, Berde İli'nde nerde? Yani o benim suçum değil; ilk eğitimimi aldığım yerin suçuydu.
O nedenle benim önümde tek amaç bulunuyordu: bunların düzeyine ulaşmam için ne yapmam gerekirdi?
Onun da tek yolu, günlük derslere ve kitap okumaya önem vermekti. Onlar iki saat sarfediyorlarsa, ben 5-6 saatimi veriyordum. Kısa süre sonra ben onların düzeyine ulaşmıştım.
Benim sınıf başkanı olmamın da ayrı bir tarihçesi vardır.
- Bizimle de paylaşır mısınız?
(Gülüyor) Sınıf başkanlığı konusu şöyleydi ki, biz toplamda 100 öğrenciydik, dört gruba ayrılmıştık. İlk ay kimseyi sınıf başkanı yapmıyorlardı. Ne olacağını kmse kestiremiyordu.
Bir gün beni dekan yardımcısı davet ederek ertesi gün sınıfa başkanlık yapacağımı söyledi. Bu atamanın nedenini düşünüyordum. Belki benim farklı bir milletten olduğumu düşünerek bu uygulmayı yapmışlardı...
Dört sınıf başkanı olması gerekirdi, belki birinin farklı milletten olması gerektiğini düşünmüşlerdi... Orada farklı milletlerden çocuklar vardı. Örneğin,Karelya bölgesinden Fin kökenli talebe vardı, Ukrayna'dan vardı, Museviler vardı, fakat benim ismim üzerinde karar kılmışlardı.
Nedenini şu şekilde anladım: bir ay süresince benim derslere bir dakika bile geç kalmadığımı görmüşler. Ne erken gitmiş ne de geç kalmış, tam zamanında gitmiştim.
Galiba benim uslu ve gariban bir öğrenci (gülüyor) olduğumu, derslere zamanında gidip zamanında ayrıldığımı görmüşler, disiplinli bir talebe olduğumu tespit ettikten sonra “Bu işi bunun sırtına yükleyelim” demişlerdi.
Öğrenciliğimin sonuna kadar sınıf başkanlığı yaptım. Üçüncü sınıfta talebeler kendilerine uzmanlık alanı seçmeye başlıyorlardı. Savcılık, hakimlik, avukatlık vs.
Ben üçüncü sınıftan bilimle uğraşacağımı kendim için belirlemiştim.Kalbime yatan da oydu, o şekilde de oldu. Mezuniyet öncesi atamalar çok objektifti.
Duvara asılan listede kurumlardaki boş yerler yazılıyordu. Örneğin savcılıklarda, poliste, mahkemede. En iyi okuyarak mezun olanların isimleri listenin ilk sıralarında yer alıyordu. Onların kendi istedikleri yerleri seçmeleri için avantajları bulunuyordu.
- Aslında alan seçimi olarak demokratik görevlendirmeymiş…
Çok, hadden ziyade. Hiçkimse bir laf diyemez, müdahalede bulunamazdı. İlk sırada olan mezun nereyi istese, orayı seçiyordu, ikinci sırada bulunan da.
Doğal olarak dışardan gelenlerin Leningrad kentinde kalmaları imkansızdı. O zaman için kentte sicil kaydının olması gerekirdi. O nedenle taşradan gelenlere “Yer seç, fakat Lenngrad olmasın” diyorlardı.
Ben de en iyi yerin savcılık olduğunu gördüm. Görev yerim olarak Rusya'nın Vologodsk vilayet savcılığı belirlendi. Başsavcı yardımcısı olarak görev yapmam istenirken bense bilimle ve somut olarak cinayet hukukuyla uğraşmak istiyordum.
Diploma tezi danışmanım da kalmam için ısrar ediyordu. Fakat orada kalmam için bölümde yer olması gerekirdi, doktoraya başlamalıydım.
Tez danışmanım tek yol olduğunu söyledi: Azerbaycan’dan benim için yer isteyeceklerdi. Ona “Maksatlı doktora” denirdi. O şekilde olursa, üniversitede devam edebiliyordum.
Ben Azerbaycan'a geldim. Bilimler Akademisi'nin Felsefe ve hukuk araştırmaları enstitüsü benim için kadro istedi. Volgodsk vilayetine gitmedim.
Talebe arkadaşlarımın hepsi görev yerlerine gitmişlerdi, bense evraklarımı hazırladığım için görevlendirildiğim yere gidemiyordum.
Vologodsk başsavcısı sık sık fakülteye telgraf çekerek İlham Mehmet Hasan oğlu Rahimov'un görev yerine gitmediğini belirtiyordu.
Doktora öğrencisi kararım çıkınca o başsavcıya büyük hevesle şu telgrafı çektim: Gelip elinizi sıkarak tanışamamamdan dolayı sizden özür diliyorum (gülüyor.)
O vakit Azerbaycan'da yiyecek sıkıntısı vardı, tereyağı bulunmuyordu. Vologodsk vilayetinde ise yağ üretimi vardı.
Buradaki akrabalar bana “Vologodsk vilayetine gitmen iyidir, bize yağ gönderirsin” diyorlardı (gülüyor.) Bunların derdine bak, benim derdime bak…
- Aziz Nesin’in öykülerinde olduğu gibi…
Evet, öyleydi. Ben bu şekilde doktora öğrencisi oldum ve kısa sürede tezimi savunarak hukuk doktoru ünvanı aldım.
Azerbaycan’a döndüm çünkü “Maksatlı doktora” öğrennciliğim olmuştu. Yaklaşık bir sene çalıştıktan sonra Adalet Bakanlığı'na göreve davet ettiler. Kader öyle getirdi ki, orada 1980-1996 arasında, on altı sene kaldım.
“Rusya’dan 1 milyon ruble değerindeki cihazı getirtmek için maliye bakanıyla hemşerilik ilişkimi kullandım”
- Adalet Bakanlığı’na bağlı Adli Tıp Kurumunun gerek bilimsel ve gerekse uygulama açısından gelişmesine önemli katkılarınız oldu. Bilim ve devlet adamı olarak o dönemki deneyimlerinize ilişkin neler söylersiniz?
Bir şey söyleyeyim: Uzun süre, 10 yıl boyunca Adalet Bakanlığı'nda Kanunlar Genel Müdürü oldum. Yani Sovyet döneminde Azerbaycan’da hiçbir yasa ve kararname ben onu görmeden, imzalamadan Meclis’e gönderilmezdi.
Her bir yasanın veya kararnamenin ilk taslağı benim başında bulunduğum genel müdürlükte bulunuyordu veya taslakları benim başında bulunduğum genel müdürlük hazırlıyordu. O nedenle ben yasa işini adli tıp işinden daha iyi biliyorum.
Göreve gittiğim her yerde yenilikler yapmak hoşuma gidiyor. Çünkü yenilik, reformlar olmayınca çalışmak da anlamsız ve zevksiz oluyor.
Adli Tıp Enstitüsü’ne geldiğimde de orada yenilikler yapmaya başlamıştım. Biliyor musunuz durum nasıl? Yönetici olacaksın, 1 sene çalışacaksın fakat o 1 senede ivedilikle yeni şeyler yaratacaksın. O zaman seni hep hatırlayacaklar.
Fakat 20 sene çalışacaksın, geldiğinde bir yeri nasıl teslim aldıysan giderken de aynı şekilde kalmışsa, seni hiçbir vakit hatırlanamazsın. Her bir yeniliğin bir baş ağrısı olmasına rağmen.
Yenilikçi olmak senelerden beri kurulu bir sistemi dağıtarak onun yerinde yeni bir şey kuruyorsun. Çoğunluğun hoşuna gitmiyor, çoğunluk onu kabullenmiyor. O nedenle reformculuk baş ağrıtan bir durumdur.
Reform yapan insanların başı ağrıyor ve onlar hiçbir zaman uzun süre görevde kalamıyorlar. Fakat her zaman akıllarda kalıyorlar. Adli Tıp’a geldiğimde ben reformlardan başladım, altyapımızı güçlendirerek yeni teknoloji aldım.
O dönemde Azerbaycan’da para yoktu. SSCB dağılmıştı, nereden neyin alınacağını kimse bilmiyordu.
İnanın, 1 milyon ruble değeri olan yeni bir cihazı almak için gidip Maliye Bakanı, Tovuzlu hemşerim Salih Mehmetov’un yakasına yapışarak hemşerilik hukukumuzu kullanmış ve Rusya’nın iç bölgelerindeki bir şehirde fabrikanın hesabına para transfer ederek o cihazı getirtebilmiştim. Azerbaycan’a o cihazı ilk ben getirmiştim.
1987'de profesörlük tezimi savunmuştum ve onaylanmıştı, o nedenle Adli Tıp’ta önemli altyapı çalışmaları yapabildim.
Bu, çok önemli konu idi. Zira Adli Tıp’a sadece uygulama değil bilimsel bir kurum olarak da yaklaşıyordum alanda çok iş yaparak bir hayli yeniliğin altına da imzamı attım.
- Çoğu ülkelerde (Türkiye de dahil) siyasi iktidarlar devletin en mühim kurumlarından biri konumunda olan Adalet Bakanlığı'nı tamamen kendi kontrolleri altına almaya çalışıyorlar. Siz bugün dönüp geri baktığınızda, Adalet Bakanlığı'ndaki görevinizde gerek Azerbaycan’ın bağımsızlığı namına ve gerekse demokratikleşme yolunda yaptığınız işlerden memnun musunuz?
Demokratik reformların temeli nerede atılıyor? Adalet Bakanlığı’nda hazırlanan yasa tasarılarında. SSCB’nin dağılmasına kadarki süreçte Azerbaycan Cumhuriyeti yasalarının SSCB yasalarına uygun biçimde hazırlanarak kabul edilmesi gerekirdi.
Ben bunu anlıyordum, bunun dışına çıkılamazdı. Fakat ne yapıyordum? Yasa tasarılarında ulusal mantalitemizi, karakter yapımızı, dilimizi Moskova’nın çok da anlayamayacağı şekilde muhafaza etmeye çalışıyordum.
Yani Moskova’da o yasalara çok da itiraz edemesinler. Söz konusu sadece Moskova değildi, Azerbaycan’da da herhangi yasayı kabul etmemiz durumunda Moskova’nın itirazla karşılayacağından endişe ediliyordu.
O nedenle ben de çok dikkatli hareket ediyordum. Hatırlıyorum, Gorbaçov’un dönemiydi, SSCB henüz dağılmamıştı, Hasan Hasanov, Azerbaycan Bakanlar Kurulu Başkanıydı.
10 yasa tasarısını bir hafta içinde hazırlayıp bakanlar kuruluna sunmamız için talimat gelmişti. Bakan Alisahib Orucov’a bu yasa tasarılarının bir tanesini bile 1 hafta içinde hazırlamamızın imkansız olduğunu, bunu yapamayacağımı söyledim.
Bakan ise bunun gerekli olduğunu belirtti. “Ne var biliyor musunuz?” dedim, “Bu yasaların tamamında 'Rusya Sovyet Federe Sosyalist Cumhuriyeti' yazıyor, ben sadece bunun yerine 'Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti' yazacağım, bunun başka bir yolu bulunmamaktadır.”
Bakan Orucov Bakanlar kabinesinin talimatının bu şekilde olması yönünde ısrarını sürdürüyor, bense kabul etmiyordum.
Yani ben tüm işlerimizde kendi mantalitemizi, örf-geleneklerimizi, dini değerlerimizi o yasalarda muhafaza etmeye uğraşıyordum. Ve aynı zamanda demokrasinin kurallarına uygun biçimde...
“Ülkemdeki ne hukuk ilminin ne de hukuk kurumlarının faaliyetlerinden memnunum”
- Sovyet zamanında hukuk alanında 'profesör' unvanı almak zor bir iş olduğu gibi, genç yaşta daha zordu. Siz 36 yaşında Prof. Dr. unvanını aldınız. Anayasa hukukunu çok önemsediğinizi görüyoruz. Yüksek Terfi Komisyonu’nda Hukuk Konseyi Başkanısınız. Bu ülkede hukukun durumunu nasıl nitelendiriyorsunuz: bilim, uygulama, avukatlık. Türkiye Barolar Birliği’nin 100 bin üyesi bulunduğu halde…
104 bin…
- Birkaç sene önce Azerbaycan’da 800 avukat olduğunu okumuştum. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Objektif değerlendirme mi istiyorsunuz?
- Haliyle. Bizim için başka türlüsü imkansız…
Kendimi övme anlamında söylemiyorum, Azerbaycan’da hukuk ilminin durumunu, herhalde, benden daha iyi bilen bir kimse bulunamaz.
Kaç yıldan bu yana Yüksek Terfi Komisyonu’nda Hukuk Konseyi Başkanıyım. Bu işlerin hepsi benim elimden gelip geçiyor. Azerbaycan küçük bir ülke olduğu için her alanın bilim insanları birbirlerini tanıyorlar.
O nedenle çok kısa şekilde beni tatmin etmediğini söyleyebilirim. Çünkü savunulan tezlere bakıyorum, inanıyor musunuz, Sovyet döneminde yazılan tezlerin yanında bunlara bilim denemez. Çok zayıf, hadden ziyade zayıftır.
Savunulan tezlerin tamamı onay için gelip benden geçiyor. Sırf bizim Konseyden geçiyor diye benim hepsini otomatikman imzalamam söz konusu değildir.
Tez savunanlar arasında Milli Meclisin milletvekilleri de olmuştur, davet ettiğim halde gelmeye karşı çıktılar. “Gelmezlerse, onaylamayacağız” dedim.
Ben onların hepsini neden davet ediyorum? Çünkü onlarla konuştuğumda bu tezi kendisinin yazıp yazmadığını belirleme durumu ortaya çıkıyor. Bu tezi bu şahıs mı yazmış yoksa başkası mı?
Onlara üç soru sormam benim için yeterli oluyor. Kaç tezi biz Konseyde onaylamamışız, biliyor musunuz?
Üç-dört soru sorunca tez sahibinin o çalışmadan haberi olup olmadığı ortaya çıkıyor, iş bitiyor. “Kabul görmedi, gidin” diyoruz. O nedenle bu alanın profesyonel insanlarına sorsanız, hepsi “İlham hoca objektiftir, iyi ki oradadır” derler.
Fakat memnun olmayanlar da var, doğaldır. Layık olmayanların yüzüne söylemişim. Doğal olarak memnun kalmıyorlar.
Yani hukuk bilimi alanındaki durumun beni tatmin etmediğini söylemek istiyorum. Azerbaycan’ın hukuk alanındaki gerçek bilim insanları benimle hemfikirler.
- Peki, uygulamaya geldiğimizde özellikle avukatlık mesleğinin durumu…
Avukatlık mesleğinin durumuna gelince. Türkiye Barolar Birliği beni birkaç kez kendi genel kurullarına, toplantılarına davet etti, katıldım.
Bilim adamı olarak onlar beni iyi tanıyorlar. Ben de onların yetkilerini iyi biliyorum, nüfuzlarından da haberdarım. Üye sayıları 104 binin üzerinde olup kendi misafirhaneleri, sosyal amaçlı tesisleri de mevcuttur.
İktidarın onları baskı altına alma girişiminde bulunmasına rağmen onlar özgürler. Bizde ise aynı şeyi söyleyemiyorum, bu durum tersinedir.
“Vladimir Putin ile henüz öğrenci olmadan tanışmıştık”
- Şimdi, 21'nci yüzyılın önemli bir devlet adamıyla olan dostluğunuza değinmek istiyorum. Yıllara dönüp baktığınızda bu dostluğunuz hakında neler söylemek istersiniz?
Vladimir Putin söz konusu olduğunu anladım. Biliyor musunuz, biz yaklaşık elli seneden beri sadece Putin ile değil eski öğrenci arkadaşlarımızın bazılarıyla sıkı ilişkilerimizi sürdürüyoruz.
Fakat burada önemli bir ayrıntı vardır: Vladimir Putin ile henüz öğrenci olmadan tanışmıştık.
- Nasıl?
Talebe kaydınızı yaptırmadan önce sınavlara giriyorsunuz. Orada herkes birbirini görüyor; fakat tanımıyor. İlk sınava giriyorsun, herkes koridorlarda heyecan yaşıyor, kimin, hangi notu almasıyla ilgileniyor.
Orada tanışıyorsun. -“İsmin ne”, -“Vladimir, senin ismin ne?”, -“Viktor, seninki?”; -“İlham”. Bir sonraki sınava geldiğinde artık onlardan bazılarının olmadığını görüyorsun. Neden? Çünkü sınavı geçememişler.
Fakat daha önce orada gördüğün bazı talebe adayları yine oradalar. -"Nasılsın, sınav nasıl oldu?"; -"Allah'a şükür, iyi oldu, bakalım, bu sınav nasıl olacak?" Bundan da geçiyorsun.
Bir sonraki sınavda o talebe adaylarının yine orada olduğunu görüyorsun. Yani, şunu demek istiyorum: biz üniversite öğrenciliği sınavlarına girdiğimizde artık birbirimizle tanışmıştık.
Doğru, buna henüz dostluk denemezdi, sadece ilk ilişkilerimizdi. O da kimseden asılı değildi, ortamın getirip geldiği bir durumdu.
Hiç kimse üniversiteye kayıt olup olamayacağını bilmiyordu. Kaderim sonradan aile dostları olduğumuz o insanlarla benim sınav koridorlarında tanışmamı sağladı. Fakat biz hiçbir zaman ilişkilerimizi elli sene koruyacağımızı bilemezdik (gülüyor).
“Putin, Khmarin ve ben sporcuyduk; içki içmez, sigara kullanmazdık”
- Sırf o koridorlarda tanışmanızdan dolayı mı arkadaşlığınız bu kadar uzun sureli oldu?
Vallahi, biz bu ilişkilerin öğrencilik dönemimizde sürüp sürmeyeceğini o zaman da bilmiyorduk. Fakat o dönemde Vladimir Putin’i, beni ve başka bir arkadaşımız olan Viktor Khmarin’ı birleştiren başka bir öğe de vardı: üçümüz de sporcuyduk.
Ben serbest güreş, Putin ve Khmarin ise sambo-judo ile uğraşıyorlardı. Üniversite takımı üyeleriydik, spor salonunda da bir yerde oluyorduk.
O nedenle bu faktör da bizi birleştirdi. Üçümüz de ne sigara kullanır ne de içki içerdik. Hiç kimse benim Rus votkasının tadını hukuk fakültesinin beşinci sınıfından mezun olma arifesinde bildiğimden haberdar değildi.
Fakat bu, bizim bir yerde olduğumuz sıralarda farklı içkiler kullanmadığımız anlamına da gelmez. Ya hafif şarap veya daha ziyade bira içerdik.
Şarabı ise bir etkinlik olduğunda kaldığımız yurtta kullanırdık. Bizim içki içmemizi önleyen spor olmuştu.
- Peki, öğrencilik yıllarınız? Kütüphanelerde geçirdiğiniz vakit, öğrenci arkadaşları olarak birlikte geçirdiğiniz zaman? Aranızda rekabet var mıydı?
Öğrencilik yıllarımdan ben kendi karakterimi ortaya koyan insan oldum. İkinci sınıftayken mülki hukuk dersinden sınavımızı İoffe soy isimli yurtdışında da iyi tanınan bir profesöre veriyorduk. Hoca 6 lisan biliyordu, o dönem için istisnai bir durumdu.
Ben sınav sorularımı aldım, o arada birkaç talebe de sınav sorularını almaya hazırlanıyordu. Hoca, "İlham, ben sana izin veriyorum, soruların sıkıntılıysa, değiştirip farkı soruların olduğu kağıdı alabilirsin. Ben sizin Rus olmamanızı hesaba katıyorum" dedi.
Azerbaycanlı olduğumu biliyordu. Belki hocanın düşüncesi farklıydı, fakat bana öyle geldi ki, o bir şeyleri ima ediyor. Yani Ruslar ve Musevilerle kıyaslandığında siz biraz daha aşağıdasınız, bizim gibi yetişmemişsiniz gibisinden.
Onun için sorularınız sıkıntılıysa, yenilerini alın. Buna ihtiyaç olmadığını söyledim. Onun bu sözü beni olumsuz anlamda çok etkiledi, gururuma dokundu.
İhtiyaç olmadığını söyledim. Şansımdan soruları da sınav öncesinde çalışmıştım. Bana “pekiyi” verdi, daha sonra talebeler bunu kendi aralarında tartışmaya başladılar.
Az daha o hocayı üniversite yönetimine şikayet ediyorlardı. Yani talebeler hocanın bana hakarette bulunduğunu düşünmüşlerdi; fakat ben onları sakinleştirerek belki benim hocayı yanlış anlamış olabileceğimi söyledim.
Dikkat buyurun: o dönemde öğrenciler bile bu tür şeylere tepki koyuyorlardı. Kim nasıl anlarsa anlasın. Yok, “Rus milleti öyleymiş”, “İmparatorluk buradan geldi”, “Milliyetçilik oradan gitti” bu tür yaklaşımlar her zaman oluyor.
Fakat ben kendi hayatımdan örnek veriyorum. Gerçekten o dönemde Rus milletine mensup insanların çoğunluğu öteki milletlerin temsilcilerine karşı ılımlı tutum sergiliyordu.
Onlar öyle düşündükleri gibi yaklaşımları da aynıydı. Kendimden örnek vereyim. Henüz üniversite seçme sınavları sırasında Rus dili ve edebiyatı sınavı vardı.
Üvey annem Rus dili ve edebiyatı öğretmeni olduğundan gerek edebiyatı ve gerekse grameri iyi biliyordum. Sınavda iki bayan hoca vardı.
Önce gramer sınavını verip sonra Rus dili ve edebiyatına geçiyorduk. İki sınavdan tek not veriyorlardı. Gramer sınavı hocanın yüzünün güldüğünü, sevindiğini gördüm.
Edebiyat sınavını da verdikten sonra gramer hocasına yüzünü tutarak ona “nasıl yanıtlar verdi?” diye sordu. O da “Bizim Rus çocuklar kendi dillerinin gramerini bu düzeyde bilselerdi, ben çok mutlu olurdum” diye yanıtladı.
“Senin gramer sınavıyla ilgili düşüncen ne?” diye sorunca kendisi “pekiyi” diye yanıtladı. “Peki, edebiyat sınavına yanıtlarının notu ne olur? Tam “pekiyi” değil de “iyi+” olur”- dedi.
Gramer sınav hocası “Gel, buna “pekiyi” verelim”- diye önerdi. Yani demem o ki, o dönemde başka milletlerin temsilcilerine yaklaşım çok yumuşak ve ılımlıydı.
Kuşkusuz her yerin milliyetçisi de vardır, iyisi de kötüsü de. Fakat ben orada okuduğum dönemde bunları bizzat yaşamış ve hissetmişim.
“Zaporojets iddiamızdan Putin bizden 1 kasa bira kazanmıştı”
- Üniversiteden mezun olduktan sonra herkes bir yana gitti, çeşitli alanlarda çalıştı. İlişkileriniz sürdü mü?
Kuşkusuz hepsiyle aynı düzeyde ilişkimizi korumamız imkansızdı. Herkes bir yere gitmişti. Türkmenistan’a, Baltık Cumhuriyetlerine, Beyaz Rusya’ya, Rusya Federasyonu’nun en ücra köşelerine.
Üç sınıf arkadaşımızın yanı sıra ben de doktora öğrencisi olarak üniversitede devam ettim, onlarla sık sık bir araya geliyorduk. Sonra üçümüz de profesör olduk.
Mezun olunca Putin’i KGB’ye işe aldılar, öteki arkadaşımız Khmarin avukat oldu, üçümüz de Leningrad’da kaldık. Haftada en az iki-üç kez buluşur, yemek yer, bira içerdik.
Size bir olay anlatayım. Bir gün Putin, Khmarin ve ben kafede yemek yiyorduk. Putin, “Zaporojets” marka otomobilin kaç kapısı olduğunu sordu. Eskiden “Zaporojets” çoktu, Mercedes yoktu (gülüyor.) Hiçbirimizin “Zaporojets” marka otomobilin kaç kapısı olduğunu aklımızda tutmak gelmezdi.
Khmarin dört kapısı olduğunu söyledi, Putin onaylamadı. Putin bir kasa birasında iddiaya girmeyi önerdi. Kafedeki birkaç vatandaşa yaklaşarak “Zaporojets”in kaç kapısı olduğunu sordum, hiç kimsenin bilmediğine tanık oldum.
Kafeden çıkıp sokakta “Zaporojets” aradık fakat bulamadık. Yemek yediğimiz kafe Putinlerin evine yakındı. Onlara tarafa gitmemizi önerdi, orada kendisinin göstereceğini ekledi.
Gidip bunların kapısında bir “Zaporojets” olduğunu gördük. Aracın kapısının Putin’in dediği sayıda olduğunu gördük (gülüyor.)
Kendisine bir kasa bira kaybettik. Putin o dönemki antrenörümüze bizden bir kasa bira kazandığını söylemişti. Cumhurbaşkanı olduktan sonra o antrenör bira konusunu gündeme getirmişti (gülüyor.)
Putin’in benden ve Viktor Khmarin’den bir kasa bira kazandığını söylemişti. Arabayı gördüğümüzde Putin, “Bu benim Zaporojets’im”- deyivermişti. “Nasıl yani senin Zaparojets’in?” diye sormuştum.
Annesinin piyango çekilişinde kazandığını söylemişti. Daha sonra o araç benim çok işimi gördü. Büyük kızım küçük yaşındayken kentin o başında bir kasaba bulunuyordu. Gidip oradan süt alıyorduk. Tramvayla 50 dakika yoldu, iki günden bir gidip oradan şişede süt getiriyordum
Zaporojets’i gördükten sonra Putin’e sordum ki, bunu neden söylemiyorsun? Ben de süt için tramvayı kulanıyorum. O Zaporojets, bize sonuna kadar süt getirmekte yardımcı oldu (gülüyor.)
“Putin Azerbaycan’da misafirimken kendini cinayet masası dedektifi olarak tanıtmıştı. O dönemde Doğu Almanya’daki Sovyet istihbaratında görevliydi”
- Arkadaşlığınız sürerken Vladimir Putin bir anda Kremlin’e davet edilerek Başbakan görevine atandı. Bu atama dostluğunuzu daha da ilerletti mi yoksa araya mesafeler girdi?
Ben doktora tezimi savunarak Azerbaycan’a döndükten sonra Putin Almanya’ya istihbaratçı olarak gönderildi. Buna rağmen bizim ilişkilerimiz sürüyordu.
İzne geldiğinde ya ben Leningrad’a gidiyor, orada buluşuyorduk ya da onlar Azerbaycan’a geliyorlardı, burada buluşuyorduk.
Bir gün ağustos sıcağında akşam eve telefon geldi. O vakit ben Adalet Bakanlığı’nda Genel Müdür, yönetim kurulu üyesi ve bakanlığın Komünist parti başkanıydım. Bunların her biri önemli görevlerdi.
Selam-aleykümselam faslından sonra Putin, Leningrad’da yılık izinde olduğunu söyleyerek “İzin verirsen, Viktor’u da alıp Hazar denizinde yüzmeye gelmek istiyoruz” dedi.
Ben “Elbette” diye yanıtladım. ”Fakat biletinizi aldıktan sonra beni haberdar edin” diye ekledim. Putin dedi ki, şimdi söyleyelim, yarın geliyoruz (gülüyor.)
Ertesi gün onları karşıladım. Bakü öyle sıcaktı ki, Putin onları zaman kaybetmeden deniz kıyısına götürmemi istedi, başkentte kalmak istemiyorlardı.
O dönemde şimdiki ortamlar yoktu, en uygun yer Hazar’ın Kuzey kıyılarındaki Nabran kasabasıydı.
Oradaki sanatoryumu arayarak yer ayırtmıştım. 10 gün kalacaklardı. İlin mahkeme başkanından, savcısından misafirlere gereken ilgiyi göstermeleri ricasında bulunmuştum.
Bizimkileri de biliyorsunuz, orta çizgi diye bir şey yok, mutlaka çizgiyi geçmeleri lazım. Hakim, savcı, emniyet müdürü misafirler gelmiş diye yiyip içmek için neden arıyorlar, o zaman öyleydi.
Söz konusu 1987 yılı. Misafirlerimi görmeye giderken uzaktan koşarak bana geldiler ki, bizi kurtar. Nedenini sordum. ”Burası dinlenme yeri değil” diye yanıtladılar.
Yine nedenini sorunca “Sabahtan kalkıp denize girmek istiyoruz, anında bir polis memuru gelip tazim ediyor, emniyet müdürünün gönderdiğini söylüyor.
Orada kahvaltı sofrası kuruluyor, gidip kahvaltı yapıyoruz, geri dönüp denize girmek istediğimizde bu kez savcı misafir davet ediyor (gülüyor.)
“Bizi buradan götür” dediler. Biraz dinlenmelerini, daha sonra farklı bir yere götüreceğimi onlara söyledim. Bizde örf-geleneklerin bu şekilde olduğunu, misafir gelince nerede görevli olduğunun sorulduğunu da ekledim.
Khmarin’in işi belliydi, avukattı. Putin’i nasıl takdim edelim? Günümüzde istihbarat görevlileri her yerde gevezelik ederek kendilerini tanıtıyorlar, o vakit son derece gizliydi, tanınmaları imkansızdı.
Almanya’da istihbarat görevi yaptığı için kendisini nasıl takdim edeceğimi sordum. “Cinayet masası detektifi” diye yanıtladı. Cebinden cinayet masası detektifi kimliği çıkardı.
“Peki” dedim. Yemek sırasında emniyet müdürü bana “İlham Hocam, misafirleri takdim edin, nerede görev yaptıklarını bilelim” dedi.
Khmarin’in avukat olarak hukuk bürosu müdürlüğü yaptığını, Vladimir Putin’in ise cinayet masası ekiplerinde görevli olduğunu belirttim.
Bunu deyince emniyet müdürü ayağa kalkarak “Ohoo, benim meslektaşım, kendi meslektaşımızı bulmuşuz” dedi (gülüyor.)
Emniyet müdürü sorular sordukça Vladimir Putin, cinayet masasındaki “çalışmaları”na ilişkin bilgiler sunuyordu.
“Başbakanlığı bizim için sürpriz olmuştu. Kendisiyle ilgili ilk demeci ben vermiştim”
- Başbakan görevine atanması sizin için sürpriz mi olmuştu yoksa Kremlin’de ilerleyip o noktaya geleceğine yakın arkadaşı olarak siz inanıyor muydunuz?
Açık konuşmam gerekirse, o vakit kimin aklına gelirdi? Fakat biliyorsunuz, ondan önce FSB Başkanlığı ve aynı zamanda Milli Güvenlik Kurulu Genel sekreterliği görevleri vardı.
Ben kendisinin o göreve (FSB Başkanlığı) layık olduğunu ve oraya geleceğini biliyordum. Fakat Başbakan olacağını tahmin etmiyordum.
Çünkü Başbakanlık siyasi bir görevdi ve o dönemde siyasi bir göreve istihbarattan birinin atanmasına iyi bakılmıyordu. Oraya politikadan gitmediği için toplumda pek de kabul görmüyordu.
Putin de politik hayatta bulunmamıştı. Başbakan olur olmaz beni “Moskovskiy komsomolets” gazetesinden aradılar.
Leningrad Üniversitesi hukuk fakültesi dekanını arayıp sormuşlar, bu Başbakanı tanıyan kim olabilir? Kendisiyle konuşup “Bu adamın kim olduğunu, neci olduğunu öğrenmek istiyoruz” demişler.
O dekan da (şimdi üniversitenin rektörüdür) benim ismimi vererek en iyi benim tanıdığımı söylemiş. Cep telefonumu vermişler. Gazete benim birkaç soruyu yanıtlamamı istedi. Kamuoyunun Putin’i tanımasını istiyorlardı.
Soruları yanıtlayacak durumda olmadığımı belirterek ertesi gün aynı saatte aramalarını rica ettim. Söz verip vermediğimi sorunca söz verdiğimi ekledim. Moskova’yı arayarak durumu özel kalem müdürüne aktardım.
Toplantıda olduğunu, müsait olunca bağlayacağını söyledi. Konuştuğumuzda “Gazeteden beni aradılar, seninle ilgili sorular soruyorlar. Senin görüşünü almak istedim” dedim.
“Beni nasıl tanıyorsan, soruları aynen öyle cevaplandır” dedi. Putin’le ilgili ilk demeci “Moskovskiy komsomolets” gazetesine ben vermişim. Kendisi Başbakan görevine atandığında ben Bakü’deki Diplomasi Yüksek Okulu’nda rektör yardımcısıydım.
Beni Moskova’ya davet etti. Vahid Aliekberov’u tanıyıp tanımadığı sordu. İsmini duyduğumu fakat şahsen tanışmadığımızı söyledim. Aliekberov’un Bir haftadan sonra Bakü’de olacağını, beni bulacağını belirterek kendisiyle bir araya gelmemi istedi.
Benim için uygun iş aradığını anladım. Putin benim görev yaptığım yeri biliyordu. Aliekberov’la bir süre çalıştım. Moskova’daki buluşmamızda “Senin buraya gelip çalışma gibi bir düşüncen var mı?” diye sordu.
Kendi müsteşarına benimle bir araya gelerek görüşlerimi alması talimatını verdi. Müsteşar bana kafamdan geçen görevleri sordu. Benim vatandaşlık meselem ortaya çıktı. Devlet kademesinde görev yapanların Rusya Federasyonu vatandaşı olması gerekirdi.
Ben Azerbaycan vatandaşlığından çıkmayı düşünmediğimi belirttim. O zamandan beri sayısız insanın Rusya Federasyonu vatandaşı olmasına yardımcı olmuşum, kendim ise RF vatandaşlığına geçmedim.
Devam edecek...
Independent Türkçe