Sami Selçuk "Sövüşme ve basın değil, düşünme, iletişim, tartışma özgürlüğü"

"İnanç ve düşünceyi dış dünyaya açıklama özgürlüğü bilinci"

Sami Selçuk "Sövüşme ve basın değil, düşünme, iletişim, tartışma özgürlüğü"




Sami Selçuk

Sami Selçuk

"Sövüşme ve basın değil, düşünme, iletişim, tartışma özgürlüğü"

Atalarından "vücudunu kirden, kalbini kibirden, ağzını küfürden uzak tut" sözünü miras alan Türk halkı, siyasetçileri iyi izlemeli, sövüşenleri siyaset sahnesinden hemen uzaklaştırmalıdır

Yukarıdaki başlık, bütünüyle ne benim, ne de başkasının.

Anlatayım.

Usta başyazarlarımızdan Oktay Ekşi, son yapıtlarından birini göndermiş: "Basın" Değil, İletişim Özgürlüğü".

Önce düşündüm. Ülkemizde yaşanan olaylar karşısında bu adlandırma doğru muydu, doğru ise yeterli miydi?

Sonra şunlar aklıma geldi.

1999 yargılama yılı açış konuşmamda tarihten örnekler vererek inanç ve düşünceyi açıklama özgürlüğüne geniş yer ayırmıştım. İnancı ya da görüşü nedeniyle kim baskıya uğramışsa, her toplumda kesinlikle bir kahraman olup çıkmıştı. Bunu söylemekle yetinmemiş, o konuşmamda yakın tarihten Marksist düzeni gerçekleştiren Lenin ve Nazi düzeniyle dünyanın başına bela kesilen Hitler örneklerini vermiştim.

Bu toplumsal olgunun örnekleri, her ülkede ve bizde sık sık yaşanmıştır.

Düşüncelerinden ve inançlarından dolayı hakkında ölüm cezası yerine getirilen Sokrates, 2421 yıldır konuşuyor. 2021 yıldan bu yana çarmıhta ölen İsa günümüzde de hâlâ Tanrı'nın oğlu.

Giordano Bruno, Pir Sultan Abdal örnekleriyle bu türden tarihsel gerçekleri elbette çoğaltabiliriz.

Bu gerçekleri unutan toplumlar, bu türden yeni, kimi zaman da ucuz, kof, hatta dünyanın başına bela kesilen kahramanlar yaratmayı sürdürmektedirler.

Bu yüzden ömrüm boyunca inanç ve düşünce özgürlüğünden yana oldum.

Eski Türk Ceza Yasası'nın 141, 142 ve 163'üncü maddelerinin çok partili düzene geçilir geçilmez, özellikle 1946 seçimlerinden önce kaldırılması gerektiğini de savunup durdum.

Yıllar önce rastlantı sonucu merhum bir başyazar ile İstanbul'dan Ankara'ya gelirken yol boyunca uçakta ben, bu görüşlerimi savunurken o, 163'üncü maddeyi bunun dışında tutuyor, Kurtuluş Savaşını yaşamış merhum bir hocamızın bu konuda çok duyarlı olup bu maddenin kaldırılmasına karşı çıktığını ileri sürüyordu.

Yargıtay başkanlarından Merhum İmran Öktem'in 163'üncü maddeyi bir hukukçu olarak savunmasını da hiçbir zaman onaylamamışımdır. Ancak onun cenazesinde bu görüşü dolayısıyla saldırıya uğramasını da, aynı gerekçeyle, tiksintiyle karşılamış, eleştirmişimdir.

Ne yazık ki, bu konularda özgürlük bilincimiz bana göre çok yetersiz kalmıştır. Madımak olayları bu yetersizliğin en çarpıcı örneklerindendir.

1955 yılında okutulan ve "Almanya'da Karl Marx adında biri…" diye başlayan toplumbilim yapıtlarıyla bu bilincin oluşması elbette olanaksızdı.

Mesleğimin başında Merhum Çetin Özek'in "nurculuk" karşıtı kitabını okuyan bir terziye, gericilik propagandası yapıyor (m. 163) diye ilçe kaymakamının buyruğuyla karakolda üç gün işkence edilmişti. İnanç özgürlüğünden vazgeçtim, şu tiksindirici bilgisizliğe bakar mısınız?

Bütün bunlar, bırakın sokaktaki insanımızı, kaymakam olmuş, hukuk öğrenimi görmüş, profesörlük unvanını almış, Yargıtayın başına dek yükselmiş insanlarımızda bile "inanç ve düşünceyi dış dünyaya açıklama özgürlüğü bilinci"nin bulunmadığını gerçeğini ortaya koymaktadır.

T. Ceza Yasası'nın 141, 142 ve 163'üncü maddeleri, bilindiği üzere 1991'de Merhum Özal döneminde kaldırılmıştır. Ben, Özal'ın da, üzerine titrenesi bu özgürlük bilincini taşıdığından çok kuşkuluyum. Çünkü bu maddeler, Moskova ziyaretinden önce siyasal dürtüyle kaldırılmıştır. Kendimizi aldatmayalım.

"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir", "yaşamda en doğru yol gösterici, bilimdir", "benim görüşlerimle bilim çatıştığı zaman bilimi izleyin", "ben ileride öyle bir rejim istiyorum ki, padişahlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler" diyen ve sürekli "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" kuşaklar yetiştirmeye çabalayan Atatürk, her zaman demokratik bilinç, düşünce özgürlüğünden yana olmuş; bunun alt yapısını devrimlerle oluşturmaya çalışmıştır.

Hiçbir toplumda devrimler çiçekler sunularak yapılmamıştır. "Devrim" kavramının özüne terstir bu. Ancak unutulmamalıdır ki, Atatürk'ün kısa erimdeki amacı demokrasinin alt yapısını oluşturan devrimler; uzun erimdeki değişmez amacı ise demokrasidir. Nitekim bunu da yaşarken denemek istemiş, başaramamıştır.

Bu nedenlerle O'nu kısa erimdeki amacıyla değerlendirenler, Almanya ve İtalya yolculuğundan dönüşte CHP'yi İtalyan Faşist Parti'sine dönüştürmeye çabalayan Recep Peker kafasına esir düşmüşlerdir. Bu anlayışı benimseyenlere şunu anımsatmak isterim. Atatürk, "Ben ileride öyle bir rejim istiyorum ki, padişahlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler" sözünü Peker'in bu tutumu üzerine söylemiştir.

Acıdır, ama gerçektir de. Ata'yı bir Fransız, Maurice Duverger, Peker'cilerden daha iyi anlamış, o dönemdeki tek partiyi, yani CHP'yi, demokratik amacı nedeniyle, faşist partilerden özenle ayırmıştır.

Günümüzde yaşadıklarımıza gelince. Değişen hiçbir şey yok. İnönü-Menderes, Demirel-Ecevit, Özal-E. İnönü dönemlerinde yaşanmayanlar yaşanıyor bu ülkede. Durum, çok acıklı ve düşündürücü. Özellikle topluma örnek olması gereken siyasetçilerin tutumları içler acısı. Onlar, düşünceleri, inançları tartarak eleştirecek ve TAR-TIŞ-ACAK" yerde, hiç tartmadan bunları dile getirenlere sövmede yarışmakta, birbirleriyle sövüşmektedirler. Sağlıklı "tartışma", dolayısıyla "insanları düşündürme" etkinliklerinin yerini "sövüşme", "insanları çürütme" etkinliği almıştır.

Böyle bir beyin elbette tek sözcükle "hasta"dır. Duruşu bu olan biri de, hiç kuşkusuz "hastalıklı"dır.

Aynı konuda dikkati çeken acınası bir başka nokta da şudur: Bu olumsuz "sövüşme ve insanları çürütme" etkinliğini, daha doğrusu hastalığını dış dünyaya en yeğin biçimde yansıtmayı becerenlerin o denli başarılı kahraman görülüp alkışlanmaları.

Şunları hiç aklımızdan çıkarmayalım.

İlkin, Tanrı'nın yarattığı varlıkların en şereflisi (eşref-i mahlûkat), insan; en önemli mucizesi de insanın "beyin"idir. Dolayısıyla kim ki, inanç ve düşünceye söverse, aslında insanı ve insan beynini yaratan Tanrı'ya sövmüş olur.

İkincisi de, inancı ve düşünceyi açıklama, tartışma özgürlükleri hiç gelişmemiş toplumlarda bilim ve düşünme dünyası, ne yazık ki, çok çorak kalmış; hiçbir düşünce akımı gelişmemiştir. Çünkü bu tür toplumlarda, Tanrı'yla karşı karşıya gelen ve toplumları çoraklık içinde çırpınmaya kışkırtan siyasetçiler, yukarıda belirtildiği gibi, ne denli iyi söverlerse o denli kahramanlaşmışlardır.

Bu anlayışının toplumumuza egemen olmasını kesinlikle önlemeliyiz.

Türk halkı, siyasetçileri iyi sövüşsünler, hangisi daha iyi sövüyorsa en çok ona maaş bağlansın, ödenek verilsin diye değil, ülke sorunlarını çözsünler diye TBMM'ye göndermiş, onlara o maaşları bağlamış, o olanakları sağlamıştır.

Bu konuda benim önerim şudur: TBMM üyesi olan kişi kim olursa olsun, birilerine sövdüğü anda maaşı ve ödenekleri derhal kesilmelidir.

Atalarından "vücudunu kirden, kalbini kibirden, ağzını küfürden uzak tut" sözünü miras alan Türk halkı, siyasetçileri iyi izlemeli, sövüşenleri siyaset sahnesinden hemen uzaklaştırmalıdır.

Şimdi sıra baştaki sorumun yanıtına geldi.

Değerli başyazarımızın kitabının adı bence şöyle olmalıydı: "Sövüşme ve Basın Değil, Düşünme, İletişim, Tartışma Özgürlüğü".

Haksız mıyım?



Prof. Dr. Sami SELÇUK
(Eski Yargıtay Birinci Başkanı)
(İ. D. Bilkent Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi)

T24