Sedef Erkmen: Türkiye’de fiili bir kürtaj yasağı uygulanıyor

Kürtaj yapan doktorlar fişleniyor mu?

Sedef Erkmen: Türkiye’de fiili bir kürtaj yasağı uygulanıyor




Duvar'dan İrfan Aktan Sedef Erkmen ile Türkiye'de kürtajı konuştu...

Sedef Erkmen: Türkiye’de fiili bir kürtaj yasağı uygulanıyor

Geçmişten günümüze kadar Türkiye’de kürtaj üzerine yapılmış en kapsamlı akademik çalışmalardan birine imza atan Sedef Erkmen’e göre, Türkiye’de 2007’de başlayıp 2012 yılından itibaren sistematikleşen kürtaj karşıtı uygulamalar yaygın bir fiili yasağa dönüşmüş durumda. Halihazırda tam 53 ilde devlet hastaneleri isteğe bağlı kürtaj yapmazken, diğer illerde de ancak belli hastanelerde, belli doktorlar kürtaj yapıyor. Peki bu fiili yasağın ne tür ağır bedelleri oluyor?

Devletin en tepesi kadınların yaşam hakkını savunan İstanbul Sözleşmesi’ne cephe açmışken, devşirmeleri “bekâr hayatını” hedef almışken, kadınlar açısından alttan alta sürdürülen korkunç bir fiili yasak var. Binlerce kadının yaşamına mâl olmuş uzun yasak dönemi sonrası 1983 yılında Türkiye’de kürtaj hakkı yasal güvenceye kavuşturulmuş olmasına rağmen, son yıllarda bu hak da kâğıt üstünde bırakılmak isteniyor. Kürtaj yaptırmak isteyen kadınların önüne sayısız engeller çıkarılıyor, devlet hastanelerinin çoğu kürtaj yapmayı reddediyor.

Bu yasağın sistematikleşmesinin başlangıcının Tayyip Erdoğan’ın 2012 tarihli AKP Kadın Kolları 3’üncü Olağan Kongresi’ndeki çıkışına denk geldiği anlaşılıyor. Söz konusu konuşmasını “Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu bilmek durumundayız, asla bu oyunlara prim vermemeliyiz” diyerek bağlayan Erdoğan, şöyle demişti: “Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz ‘Uludere’ diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir. Anne karnında bir yavruyu öldürmenin doğumdan sonra öldürmekten ne farkı var, soruyorum sizlere.”

Başta bu soru olmak üzere AKP’nin kürtaj politikasını, kadınların karşı karşıya bırakıldığı korkunç sınavı, sahadaki, taşradaki vaziyeti, Türkiye’de Kürtaj – AKP ve Biyopolitika isimli kitabın yazarı, Karabük Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler bölümü öğretim görevlisi Sedef Erkmen’le konuştuk.

Sedef Erkmen

Türkiye’de kürtaj yaptırmak yasal bir hak ama geçen hafta İletişim Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de Kürtaj – AKP ve Biyopolitika isimli kitabınızdan öğreniyoruz ki, bu hakka erişimin önüne ciddi bariyerler konuyor. Ne tür engeller var?

İsteğe bağlı kürtaj şu anda 10 haftaya kadar yasal. Ama evet, uygulamada bu yasal hakkın kullanımının önüne ciddi engeller getiriliyor. Her şeyden evvel, 2003 yılında hayata geçirilmiş olan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın birtakım etkileri var. Bu programla birlikte doktorlara performansa dayalı bir ücret ödenmesi sistemi getirildi. Kürtajın bu sistem içerisinde performans puanı çok düşük. Ayrıca normalde doktorların, tıbbi operasyonlar sırasında ters giden bir şey olması durumunda başvurabildikleri bir mesleki sağlık sigortası var. Fakat bu sigorta, kürtaj işlemi sırasında yaşanacak komplikasyonlar durumunda işlemiyor. Öte yandan bizim ülkede, doktorların “vicdani ret” dolayısıyla herhangi bir tıbbi müdahaleyi reddetme hakları yok. Yani bir doktor, “inancımdan ötürü kürtaj işlemi yapmıyorum” diyemez. Ama pek çok hekimin, fişlenme korkusuyla kürtaj yapmadığını biliyoruz.

Kürtaj yapan doktorlar fişleniyor mu?

Kürtajın bir cinayet olduğu yönündeki algıyı bizatihi iktidar yerleştirmiş olduğu için, bazı hekimler yasaya aykırı olduğu halde kürtaj yapmıyor. Çünkü iktidar tarafından korunacağını biliyor. Elbette böylesi bir durumda kadınlar mahkemeye başvurabilir ama insanların bu yola başvurması da kolay değil. Ayrıca kadınlar genelde kamu hastanelerinden özel hastanelere yönlendiriliyor.

Kamu hastanelerinde kürtaj yapılmıyor mu?

Yapılsa bile, bazı doktorlar yapmıyor. Fakat bunlar, meselenin sadece hekim boyutu. Öte yandan Sağlıkta Dönüşüm Programı’yla beraber sağlık ocakları kapatıldı ve aile hekimliğine geçildi. Performans sistemi burada da geçerli. Gebe ve yenidoğan izleminde, bu iki unsura önem verilmesi için negatif performans sistemi uygulanıyor. Yani aile hekimliğinde kayıtlı olan gebe veya yenidoğan varsa, onları sıklıkla aramalı, yenidoğan için önleyici aşılarını takip etmeliler. Bu kişileri takip etmeyince ücret kesintisi yaşıyorlar. İstanbul’da bununla ilgili yapılan bir çalışmanın da gösterdiği gibi, bu sistemin kendisi aile planlamasını ve cinsel sağlık konusunu ikinci plana atan bir uygulama oluyor.

MEVCUT SİSTEMDE KÜRTAJA DA AİLE PLANLAMASINA DA YER YOK!

Türkiye’de Kürtaj – AKP ve Biyopolitika, Sedef Erkmen, İletişim Yayınları, 2020, 208 syf.

Neden?

Çünkü her zaman öncelik gebe ve yenidoğan izlenmesine veriliyor. Bir diğer mesele de aile hekimliklerinin mali açıdan özerk oluşudur. Bu da doğum kontrol yöntemi için kullanılacak malzemelerin yeterli olmamasına neden oluyor. Nitekim aile hekimliğine geçişle beraber halk arasında “spiral” denilen Rahim İçi Araç’ın (RİA) çok azaldığını görüyoruz. Aile hekimlikleri bunu temin etmeyebiliyor. Dahası, RİA uygulaması da performans puanı kapsamında sayılmıyor. Mali açıdan özerk olan aile hekimlikleri eğer nüfusu yoğun bir bölgede ise, bu tür aletler zaten yeterli sayıda gelmediği gibi, aile hekimlikleri de mali kaynaklarını bu malzemelere ayırmak istemiyor. İşin özü şu: Sağlıkta Dönüşüm Programı ile geçilen sistemde kürtaja yer yok! Aslında aile planlamasına da yer yok.

Kadınları kürtaja iten en büyük neden nedir?

En büyük neden, tam da doğum kontrol yöntemlerine ulaşamamak. Devlet doğum kontrol yöntemlerine ulaşımı kolaylaştırmadıkça, çok pahalı olan bu kontrol araçlarına ulaşamayan özellikle yoksul kadınlar, kürtaja yöneliyor. Rahim İçi Araç ve aylık olarak alınan hapların fiyatları çok yüksek. Kadınlar bunlara ulaşamadıkça, istenmeyen gebelikler oluyor, kadınlar kürtaj yaptırmak istiyor, binbir güçlükle karşılaşıyor ve bu sorun bir kartopu gibi büyüyüp insanların hayatlarını altüst ediyor.

KÜRTAJ ÖNÜNDEKİ ENGELLERİN BEDELİNİ YOKSUL KADINLAR ÖDÜYOR

Yani yasal bir hak olmasına rağmen kürtajın, alt sınıf mensubu kadınların ekonomik olarak üstesinden gelemeyeceği, göze alamayacağı bir maliyeti ortaya çıkıyor, öyle mi?

Bu, kürtaj yasakken de böyleydi, şimdi de böyle. Bir hakkın yasal dayanağının olması bile, ona ulaşabileceğiniz anlamına gelmiyor. Oysa bu hak yasal olduğu gibi, ona erişimin kolay ve ücretsiz olması da gerekiyor. Evet, dolayısıyla çoğu zaman bu hakka erişimin önüne getirilen engellerin bedelini yoksul kadınlar ödüyor. Daha üst sınıf mensupları hem doğum kontrol yöntemlerine, hem de kürtaja daha kolay ulaşabiliyor.

Kürtajın özel bir hastanede maliyeti nedir?

2 bin ila 3 bin TL civarında değişen bir fiyatı var ve bu da pek çok kadın için ödenemeyecek bir para. Yani asgari ücretin üstünde bir maliyetten söz ediyoruz.

53 İLDE DEVLET HASTANELERİ İSTEĞE BAĞLI KÜRTAJ HİZMETİ VERMİYOR

Türkiye’de Kürtaj – AKP ve Biyopolitika isimli kitabınızda aktardığınıza göre 1983 yılında kürtajın yasal hale getirilmesinin nedeni hem kürtaj yasağının fiilen işlememesi hem de kadın ölüm oranlarını artırmasıydı. Şu an yasal olduğu halde kürtaj yaptırmanın önüne sistematik engeller konmasının yarattığı sonuçlara dair herhangi bir veri, istatistiki çalışma var mı?

Kürtaj yaptırmayan hastaneler konusunda elimizde veriler var ama kürtaj önündeki engellerin sebebiyet verdiği ölüm oranları konusunda herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Çalışmam sırasında bu konuda hem hastaneler hem de hekimlerle görüşme yapmak istedim ama çoğunlukla olumsuz yanıtlar aldım. Öte yandan Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Merkezinin 2016 yılında yaptığı bir araştırma var. Çalışma kapsamında 431 devlet hastanesiyle görüşüldü. Buna göre kadın doğum servisi bulunan 431 devlet hastanesinin sadece yüzde 7,8’i isteğe bağlı kürtaj yaparken, yüzde 78’i ancak medikal zorunluluk durumlarında kürtaj yapıyor. Devlet hastanelerinin yüzde 11,8’i ise hiçbir koşulda bu hizmeti vermediklerini belirtiyor. 81 ilin 53’ünde isteğe bağlı kürtaj hizmeti veren devlet hastanesi yok.

Bu tablo bölgesel olarak nasıl bir görünüm arzediyor?

Bölgesel olarak Doğu Karadeniz ve Batı Marmara’da, doğurganlık yaşında olan yaklaşık 1,5 milyon kadın olmasına rağmen, isteğe bağlı kürtaj yapan devlet hastanesi yok. Bu veriler bize, güvenli ve ücretsiz kürtaja Türkiye’de erişimin oldukça zor olduğunu, hatta fiili, de facto bir kürtaj yasağı uygulandığını gösteriyor.

KÜRTAJ YASAL AMA FİİLEN YASAK

Şu anda İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere kadınların yasal haklarının büyük bir kısmı iktidarın ve ortaklarının hedefinde. 2010’larda çok sık kürtaj karşıtı beyanat da duyuyorduk. Kitabınızda sıklıkla hatırlattığınız üzere Erdoğan’ın 2012’de “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözü de malûm. Sizce şu an iktidarın ve ortaklarının kürtaj karşıtı bir kampanya yürütmemelerinin nedeni, bunun zaten fiilen yasaklanmış olması mı?

Elbette! Az önce de söylediğim gibi, bir konuyu yasal düzeyde tanımlayıp fiilen yasakladığınızda, sadece “mış gibi” yapmış olursunuz. İstanbul Sözleşmesi de kabul edilmiş ama uygulanmıyor, kadınların korunması konusundaki yükümlülükler yerine getirilmiyor ve neticede kadınlar öldürülmeye devam ediliyor. Türkiye’de her şeyden önce kadını ikincilleştiren, onu bağımsız bir birey olarak değil, ancak ve ancak ailenin bir unsuru olarak gören anlayışta köklü bir değişiklik gerekiyor.

HAK DEDİĞİMİZ, KÜRTAJ YAPMAK DEĞİL, KÜRTAJ YAPARKEN ÖLMEMEKTİR

Kadınlar açısından kürtaj hakkı neden önemli?

Doğrusu bu başlığı “kürtaj hakkı” olarak değerlendirmeme taraftarıyım. Çünkü biz kürtaj hakkı dediğimizde, iktidar bunu manipüle ederek karşımıza “fetüsün yaşam hakkı” söylemini koyuyor. Sanki kadınlar fetüse karşı bir mücadele içindeymiş, kürtaja başvurarak bebeğinin yaşam hakkını ihlal ediyormuş gibi hedef gösteriliyor. Bu çok korkunç bir manipülasyon. Dolayısıyla “kürtaj hakkı” dediğinizde, iktidar sizi ahlaki bir savaşın içine çekiyor ve moral olarak baş edilebilecek bir savaş değil bu. Hak dediğiniz zaman, sınırlarını ve çerçevesini devletin çizdiği bir çembere alınıyorsunuz. Ayrıca hak bağlamlı bir savunu, tüm kadınlar için benzer etkiler doğuracak bir zemin yaratmıyor. Kadınlar arasında etnik, sınıfsal, cinsel, inançsal farklılıklar var. Ayrıca verilmiş, yahut kazanılmış hakların geri alınması her zaman olası.

O halde kadınların başvuracağı argüman nedir?

Bizatihi kadınların kendi yaşam hakları söz konusu. Feminist yazar Aksu Bora’nın bir yazısında söylediği gibi, hak dediğimiz şey, kürtaja karar vermek değil, ancak bu zorlu kararı verdikten sonra bu işlemin güvenli, ücretsiz, sağlıklı koşullarda gerçekleştirilmesidir. Hak dediğimiz, kürtaj yapmak değil, kürtaj yaparken ölmemektir. Hak dediğimiz kürtaj yapmak değil, bunu ücretsiz, güvenli yollarla yapmaktır.

‘HER KÜRTAJ BİR ULUDERE’DİR’ DERKEN, YAŞAMASINI İSTEDİKLERİNİZ ARASINDA TERCİH YAPIYORSUNUZ

Fakat feministler, Erdoğan’ın 2012 yılında “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözü üzerine “kürtaj haktır” içerikli çok sayıda kampanya yapmıştı…

Çünkü feministler aslında böylesi bir çıkışa hazırlıksız yakalanmıştı. Zira uzun yıllardır kürtaj karşıtlığına dair bir söylem, argüman geliştirilmemişti. O yüzden de feministlerin o dönemki tepkileri daha çok reaksiyonerdi. Öte yandan Uludere’de bizzat devletin savaş uçaklarıyla 34 köylü öldürülmüştü. Siz “Her kürtaj bir Uludere’dir” derken, aslında yaşamasını istedikleriniz arasında bir tercih yapıyorsunuz. Sonuçta yeterince yüzleşmediğiniz bir katliamı referans alıp sözümona fetüsün yaşam hakkını savunmanız büyük bir çelişki. O dönem buna yönelik tespiti de yapmak gerekiyordu. İktidarın hayattan, yaşam hakkından ne anladığı daha fazla ifşa edilmeli. Çünkü bu yaşam anlayışında kadınlara ölüm risklerinin çoğalması kalıyor.

Kadınların “bedenimiz bizimdir” sözünü bu bağlamda nasıl karşılıyorsunuz?

Kürtaj karşıtı söyleme “bedenimiz bizimdir” sözüyle verilen yanıtın da eksik olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü kürtaj politikaları sadece bedenimizi değil, hayatımızın her alanını kuşatma altına alıyor. Mesele sadece doğurup doğurmamak değil ki! Doğum sonrasında da kadınlardan çocuk bakımını üstlenmeleri ama aynı zamanda esnek ve güvencesiz biçimde çalışmaları bekleniyor. İster yasak, ister yasal olsun, kürtajın yaşamsal zorunluluk olduğunu fark etmemiz gerekiyor.

KÜRTAJ YAPTIRAN HER KADININ AYRI AYRI YAŞAMSAL SEBEPLERİ VAR

.

Fakat bu da, kürtajın hangi durumlarda zorunluluk olduğuna ilişkin tartışmaları beraberinde getirmez mi?

Kürtajın hangi durumlarda meşru olup olmadığı tartışması doğru değildir. Kürtaj yaptıran her bir kadının ayrı ayrı yaşamsal sebepleri var. Tecavüz, ensest sonucu gebe kalınması, ekonomik, sosyal, politik veya kişisel nedenlerle anne olmak istememek… Bunların tümü kadınlar açısından ayrı ayrı yaşamsal zorunluluklardır. Kadınlar bu yaşamsal zorunluluğa karşı yaşanabilir bir yaşamı talep ettikleri için kürtaj oluyorlar. Feminizmin söz üretmesi gereken yer de işte burası. ‘Bir yaşamı yaşanabilir kılan koşullar neler?’ bunları tartışmalı, bu koşullar için mücadele etmeliyiz.

19’UNCU YÜZYILA KADAR, AYRI BİR VARLIKTAN BAHSEDEBİLMEK İÇİN DOĞUMUN GERÇEKLEŞMESİ GEREKİYORDU

Fetüsün ayrı bir varlık olduğu, iddiası hangi döneme dayanıyor?

Bu hikâyenin başlangıcı 19’uncu yüzyıla dayanıyor. O döneme kadar hâlâ fetüs diye bir şeyden söz edilmiyor. Çünkü doğum, çocuk düşürme veya kürtaj tamamen kadının bedensel deneyimiyle ilgiliydi. 19’uncu yüzyıla kadar ayrı bir varlıktan bahsedebilmek için doğumun gerçekleşmesi gerekiyordu. Fakat 19’uncu yüzyıldan itibaren egemenler bu konuya eğilmeye başladı. Gerek nüfusu artırmak gerekse azaltmak için kadınların bu süreçlerinin yönetilmesi gerektiği fikrine varıldı.

Bu süreçte tıp dünyasının yaklaşımı ne yöndeydi?

19’uncu yüzyıla kadar doğum sürecini ebeler yönetirken, artık hekimler bu alanın yönetimini kontrolleri altına almaya, doğumun veya kürtajın doğal bir süreç değil, riskli, tıbbi bir işlem, medikal bir süreç olduğunu iddia etmeye başladılar. Böylece doğum ve kürtaj, bir kadın deneyimi olmaktan çıkarılıp teknik bir sürece dönüştürülmeye başlandı. Doktorlar bu alanda ebelerin hakimiyetini ele almak istediler. Bu, aynı zamanda sınıfsal ve ırksal bir savaşın da parçasıydı.

Nasıl yani?

Batı’da ebelerin çoğu siyah, göçmen veya alt sınıftandı. Doktorların ise çoğu beyaz ve üst sınıftandı. Dolayısıyla bu aslında sınıfsal da bir savaştı. Öte yandan 19’uncu yüzyılda, o dönemin özgün koşulları dolayısıyla nüfusun artması istendiği için kürtajı kriminalize eden ve giderek yasaklayan uygulamalar ortaya çıkmaya başladı. Kimi ülkelerde, milliyetçi veya ırkçı politikalar dolayısıyla demografik kaygılardan, kimi ülkelerde işgücü piyasasına kaynak sağlama hedeflerinden ötürü kürtaj karşıtlığına çeşitli kılıflar bulundu. İktidarlarla tıbbın işbirliği de bu süreçte ortaya çıktı.

‘EN AZ ÜÇ ÇOCUK’ SÖYLEMİ, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN DEMOGRAFİK ENDİŞELERİNE DAYANIYOR

Türkiye’de şu an kürtajın fiilen yasaklı, bazı bölgelerde yapılamaz hale getirilmesinin sebebi demografik kaygılara mı, işgücü piyasasına yönelik arzı artırma hedefine mi, yoksa dini referanslara mı dayanıyor?

AKP’nin ilk döneminde “en az üç çocuk yapın” söylemi, Türk milliyetçiliğinin demografik endişelerine dayanıyor. Buna göre Türk milletinin kökü kazınmak isteniyor, genç-yaşlı nüfus dengesi bozuluyordu. Daha sonra kürtaj cinayettir açıklamalarıyla, fetüs devreye girdi, bu tarihten sonra cinsiyetçi ve İslami referanslara daha fazla başvurulmaya başlandı. Osmanlı’da ise, Abdülhamit dönemi dışında, kürtaj kriminalize edilirken dini söylem çok baskın görünmüyor. Çünkü İslam’da zaten kürtaj konusunda, mezheplere göre farklı yaklaşımlar var. Mesela Hanefi mezhebine göre gebeliğin 120’nci gününe kadar kürtaj yapılabiliyor.

Neden?

Çünkü fetüse ruhun 120 güne kadar üflenmediğine inanılıyor. Dolayısıyla kürtaj haram değil ama mekruh, yani istenmeyen, hoş karşılanmayan olarak görülüyor. Fakat günümüzde artık işi haram, suç ve hatta cinayet gibi terimlerle konuşmaya vardıran bir yaklaşıma tanıklık ediyoruz. Oysa dinin kürtaj karşıtlığına referans olarak kullanılmasına bizatihi Müslüman kadın yazarlar karşı çıktılar. Çünkü meselenin dinle değil, kadını yönetme amacıyla, boyunduruk altına alma hedefiyle, ekonomik ve demografik kaygılarla ilgili olduğu açık. Türkiye’de AKP’ye kadar fetüsün “yaşam hakkı” gibi bir söylem söz konusu değil. 1960’lara kadar kürtaja yönelik kriminalizasyon da fetüsün “yaşam hakkı” üzerinden yürümüyor. Daha ziyade ırkın bütünlüğünü tehdit eden, devlete karşı bir suç söylemi kullanılıyor o yıllarda da.

1960’lardan sonra kürtaj tartışmaları nasıl seyretti?

Nüfusun artırılmasına yönelik pronatalist politikalar 1960’larda, kırdan kente muazzam bir göç dalgasının başlamasıyla beraber yerini antinatalist, yani doğumları azaltmaya yönelik politikalara bıraktı. Aile planlaması, o zamana kadar yasak olan doğum kontrol yöntemlerine erişimin sağlanması, ama neticede yine başka bir biçimde kadının nesneleştirilmesi üzerinden yürütülen politikalara 1960’lardan itibaren başvuruldu. Ama buna rağmen kürtaj yasağının kaldırılması 1983’te mümkün oldu.

KÜRTAJA YAKLAŞIM SADECE NÜFUS POLİTİKALARIYLA AÇIKLANAMAZ

Dolayısıyla devletin kürtaja yaklaşımının nüfus politikalarına göre şekillendiğini söylemek mümkün mü?

Hayır, kürtaja yaklaşım sadece nüfus politikasıyla açıklanamaz. Özellikle AKP’nin son dönemlerinde, 2012 yılından itibaren, kadını tüm yönleriyle kontrol etmenin bir yolu olarak da kürtaj karşıtlığı söylemine başvurulduğu görülüyor. Kadın nasıl kadın olacak? Doğuran kadın ile doğurmayan kadın için ne tür roller belirlenecek? Bunların tümü derin toplum mühendisliği konuları.

Aslında 2007 yılından itibaren, kadınlar üzerinden yürütülmek istenen aileci politikalara, muhafazakâr ve dini söylemlerle ağırlık verildiğini görüyoruz. AKP için aile çok önemli. Çünkü onun kurmaya çalıştığı kendince “ideal” toplumu yaratacak, sağlamlaştıracak esas kurum aile. Dolayısıyla kadına yönelik politikalardan vazgeçilip aileye yönelik politikalara yönelinmesi gerekiyordu. Hem sembolik hem de uygulama açısından son derece önemli olan Kadın Bakanlığı’ndan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na geçilmesinin arkasındaki motivasyon da buydu. AKP’ye göre “ideal toplum” için kadının aile içinde eritilmesi gerekiyor. Oysa bu hedefle örtüşmeyen gelişmeler var. Boşanma oranları artıyor, kadınlar güçleniyor, şiddete, baskıya, sömürüye, tacize, tecavüze “hayır” diyor. Bununla ve ülkedeki ekonomik çöküşle eşzamanlı olarak erkeklerin klasik rollerini yerine getiremeyecek duruma geldiklerini görüyoruz. Erkek tek başına çalışarak evin geçimini sağlayamıyor, haliyle “reis” de olamıyor. Sonuçta kadınların işgücüne katılımındaki artışın bir nedeni de, evde bir kişinin çalışmasıyla geçinilememeye başlanmasıdır.

İKTİDAR AİLE İÇİ ŞİDDETİN ÖNÜNE GEÇMEDİKÇE, İDEALİZE ETTİĞİ AİLENİN YIKIMI SÜRECEK

Yani bizatihi AKP politikalarının yarattığı sonucun, AKP’nin arzuladığı biçimiyle bir ailenin mümkün olamaması veya giderek sarsılması sonucunu getirdiği söylenebilir mi?

Tabii AKP’nin ekonomi politikalarının yarattığı yıkım kadar, kadınların da kendi haklarını daha fazla talep etmeye, bunun için direnmeye başlaması belirleyici bir unsur. Bu süreçte kadına yönelik aile içi şiddetin vardığı boyutlar da, idealize edilen bir ailenin zaten olmadığını tekrar tekrar ortaya koyuyor. Bu şiddetin önüne geçilmediği sürece, o aile yıkılacak. İktidar, kadına yönelik aile içi şiddetin önüne geçmek yerine tersi istikamette yol aldıkça, idealize ettiği ailenin yıkımı da sürecek. “Örtüsüz kadın boş eve benzer, ya kiralıktır ya satılık” deniyor, kadına yönelik şiddet aile içi mesele olarak kodlanıp müdahale edilmiyor, “ne pahasına olursa olsun, yeter ki aile olsun” yaklaşımı hâkim kılınıyor. Sadece kürtaj değil, boşanmalar da zorlaştırılıyor, irşad büroları kuruluyor. Çok yönlü bir politika bu.

Devlet hastanelerinden geri çevrilen, özel hastanelerde ise 2-3 bin TL vererek kürtaj yaptıracak durumu olmayan kadınlar ne tür yollara başvuruyor?

Bununla ilgili elimizde somut veri yok ama geleneksel, ilkel yöntemler tekrar ortaya çıkabilir. Komşusundan yardım alarak, otla, çöple düşüğü başlatmaya çalışan veya sağlıksız merdivenaltı yerlerde kürtaj olmaya yönelen kadınların hayatı risk altında. Konuştuğum bir hekim söylüyordu: Kadın kendi olanaklarıyla düşüğü başlatmış halde geliyor ve bakıldığında, iç organlarının çürüdüğü tespit ediliyor. Zaten 1983 yılında kürtaj yasağının kaldırılması, tam da bu yöntemlerin kadın ölüm oranlarını çok artırmasına dayanıyordu.

BOŞANDIKTAN SONRAKİ ALTI AY İÇİNDE, BAŞKASINDAN BİLE HAMİLE KALSANIZ, KÜRTAJ İÇİN ESKİ EŞİNİZDEN İZİN İSTEMEK ZORUNDASINIZ

Bir kadının kürtaj yaptırabilmesi için kocasından izin alması şartı var mı?

Evet. 1983 yılında kürtaj yasallaşırken, kanunda, evli kadınların kürtaj yapabilmesine eş izni şartı kondu. Özellikle AKP döneminde bunun çok katı uygulandığı biliniyor. Öyle ki, boşandıktan sonra bile altı ay içerisinde hamile kalırsanız, kürtaj için eski eşinizden izin istemek zorundasınız!

Ya boşandıktan sonra başka birinden hamile kalırsanız?

Meselenin bu boyutu yok sayılıyor. Gebelik eski eşten olsun veya olmasın, bu izni almak zorundasınız. Bu şartın bizim toplumumuzda ne tür ciddi sorunlara sebebiyet verdiğini anlatmama gerek yok. Pek çok kadın için bu mümkün bile değil.

Peki bekâr kadınlar için süreç nasıl işliyor?

Bekâr kadınların en büyük korkusu kayıt altına alınmak. Herhangi bir doktorda test yaptırıp hamile olduğunuzu öğrenirseniz, o kayıtlara geçiyor ve aile hekimi sizi buluyor. İstanbul’da GEBLİZ (Gebe, bebek, lohusa izleme sistemi) denen sistemle bu izleme yürütülüyor ve hamile olduğunuzda, bu bilgiyi paylaşmasanız da, doğurup doğurmama kararı vermeseniz bile, sağlık çalışanları evinize ziyarete geliyor, neler yapacağınızı anlatıyor.

KÜRTAJ İŞLEMİNE İHTİYAÇ BIRAKMAYAN İLAÇ TÜRKİYE’DE YASAKLANDI

O halde ailesiyle yaşayan bekâr bir kadının gebeliğini saklaması mümkün değil mi?

Bunun yaratacağı korkunç sonuçlar zamanla anlaşıldı ve Sağlık Bakanlığı, “mahremiyet butonu” diye bir uygulama getirdi. Bunu seçtiğinizde artık evinize ziyarete gelinmiyor. Fakat bu da kâğıt üstünde kalmış bir tedbir. Çünkü görüştüğüm doktorlardan öğrendiğim kadarıyla sağlık çalışanlarının büyük bir oranının bundan haberi yok. Sağlık çalışanları “mahremiyet butonundan” haberdar değilse, kadınlar nasıl haberdar olsun!

Aynı prosedür özel hastaneler için de geçerli mi?

Hayır ama özel hastanelerde de kayıt altına alınmamak için yapılan prosedürün riskleri var. İşlem sırasında başınıza bir şey geldiğinde ne olacak? Bir kürtaj işleminde kürtaj olarak kayda geçmediniz, bir sıkıntı yaşadınız, ne yapacaksınız?

Sizce ne yapmalı?

Türkiye’de, kürtaj işlemine gerek duyulmadan, ilaç içerek düşük yapmayı sağlayan uygulamaya geçilmesi gerekiyor.

Böyle bir ilaç mı var?

Tabii, Dünya Sağlık Örgütü bu ilacın kullanılmasını öneriyor ve 10 haftaya kadar da güvenli olduğu biliniyor. İlaçtan sonra cerrahi müdahaleye gerek duyan kadınların 100 binde 2-3 olduğu söyleniyor. Fransa’da 1992 yılından beri bu ilaç kullanılıyor ve bu ilacı kullanarak düşük yapan kadınlar arasında ölüm oranı sıfır. Türkiye’de yapılan bir çalışmada, kadınların bu ilaçtan çok memnun olduğu, kadınların yüzde 92’sinin gerekli halde bu ilacı kullanmak istediği ortaya konuyor. Zira kürtaj yaptırmanın aynı zamanda psikolojik sonuçları da var.

Peki bu ilaç neden kullanılmıyor?

Bu ilaca, 2012 yılından sonra hastane eczanelerinden başka bir yerde ulaşılması yasaklandı. Yani bir kadının buna ulaşması imkânsız.


İrfan Aktan kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.

DUVAR