Sünnetlik...

Yaşım 78.Bu bitkinlik yaşım gereği mi yoksa mevsim gereği mi bilemiyorum

Sünnetlik...




On yıl önce, bir Sonbahar günüydü. Ekim ayı ortaları falan olmalı. Bedenimde bir kırıklık başladı. Ayakta duramıyordum. Ayağa kalkmak istediğim zaman boş bir çuval gibi yığılıp kalacağım kaygısı içinde yaşıyorum. Yaşım 78.Bu bitkinlik yaşım gereği mi yoksa mevsim gereği mi bilemiyorum

Aile hekimine gittim. Çok şükür ki bekleme odasında kimsecikler yoktu. Doktor Hanım’ın kapısın tıklatarak açtım. Masasında oturan Doktor Buket Hanım beni görünce:

-Buyurun Oğuz Bey, dedi.

Eşikten yavaşça girdim. Doktor Buket Hanım, çalışma masasının sol tarafındaki boş sandalyeyi gösterdi:

-Şöyle buyurun, geçmiş olsun.

Dr.Buket Hanım, rahatsız olduğumu anlamış olmalı. Sandalyeye oturduktan sonra derdimi anlattım. Doktor Buket Hanım, bilgisayara tıklamaya başladı. Sonra eline bir kağıt bir de kalem alarak reçete yazdı ve bana uzattı:

-Yatarken birer tablet, sabahları da birer tablet alacaksın. Üç beş güne kalmaz iyileşirsin. Haftaya bir şeyin kalmaz. Geçmiş olsun, dedi.

Üç dört gün sonra benim sünnetlikte küçük yaralar çıkmaya başladı. ‘’Bu da neyin nesi?’’ diye düşünürken daralmaya başladım. Utancımdan derdimi kimseciklere açamıyordum. Ne doktor olan oğluma ne de eşime. Sıkıntı içindeydim ve ne yapacağıma karar veremiyordum.

O ara Milliyet Gazetesi Ege Eki’nde bir yazı okudum. Karşıyaka’da, Aile Hekimi olan bir kadın, elini erkek eline değdirmezmiş. Komşu doktor Talat Bey de mayolu kadınların şehvetini tahrik ettiği için plajlara uğramıyormuş. Dr.Talat Bey, Plajda dolanan, denize giren mayolu kadınların şeytan olduğunu iddia ediyordu.

Benim yaşadığım Apartman Göztepe’de. Konak Alanı ile Fahrettin Altay Paşa Alanı ortalarına düşüyor. Vali Konağı semtinde. Komşumuz Dr.Talat Bey yeri geldikçe şöyle öğünüyordu:

-Konak ile Fahrettin Altay Paşa Alanı arasında hiçbir kadının yüzüne bakmam.

Dr.Talat Bey’in bu sözünün, nasıl bir felsefe ürünü olduğunu da bir türlü anlayamıyordum…

Dr.Talat Bey’in felsefesi olsun, insan bedenindeki organlar üzerine söylenenler olsun, beni daha bir tedirgin ediyordu.

‘’ Kul sıkışmayınca hızır yetişmez.’’ derler ya., öyle oldu işte. Çoktan beri görüşemediğim Prof.Dr.Onat Kapdağ aklıma düşüverdi. On yıl önce, Ege Üniversitesi Dermatoloji Bölümü başkanı iken emekli olmuştu.40 yıl önce, Denizli’de yaşarken ailecek görüşüyorduk. Eşi de lise çağlarından eşimin sınıf arkadaşıydı.

Pf.Dr.Onat Kapdağ’a telefon açarak ziyaretine gelmek istediğimi söyledim. Büyük bir neşe içinde, sevgi ve saygılarını da sunarak beni evine buyur etti. Eşiyle birlikte evinin kapısında karşılandım. Beni evlerinin salonuna aldılar. Hoşbeşten sonra, özel bir konu görüşmek için geldiğimi söyledim. Eşi hanımefendi, kahve yapmak için odadan ayrıldı. Sayın Onat Kapdağ Bey:

-Buyurun sizi dinliyorum.

-Sünnetliğimde küçük küçük yaralar oluştu.

Ayağa kalkmamı söyledi. Pantolonumu ve külotumu indirmemi istedi. Önüme çökerek sol elinin parmaklarını, benim sünnetliğin altına koydu. İki üç saniye kadar parmaklarını kıpırdatarak sünnetlikte oluşan küçük yaralara baktı. Ben giyindikten sonra yerlerimize oturduk.

Salonun giriş kapısı yanındaki duvarı boyunca uzanan kitaplığa gitti. Büyükçe bir kitap alarak aramızdaki sehpa üzerine koydu. Ama ne kitap? Yirmi santimetre eninde boyunda ve yirmi santimetre kadar kalınlığında, küp biçiminde bir kitap. 10 000 sayfadan fazla bir kitap diye düşündüm. Pf.Dr. Onat Kapdağ, büyük kitaba bakarken bu kitabın bir Tıp sözlüğü olduğunu anladım.

Koca kitabın orta bölümlerini açtı. Üç beş sayfa ileri geri gitti. Bir sözcüğün altını kalemiyle çizdi. O kocaman kitap masa üzerinde açık dururken kitaplıktan ikinci bir kitap getirerek onu da açtı. O kitabın üzerinde de üç beş sayfa ileri geri gitti. Büyük kitapla küçük kitapta bellediği sözcüğü karşılaştırdı ve iki kitabı da kapattı.

Koltuğuna oturduktan sonra sordu:

-Yakın zamanda herhangi bir antibiyotik aldın mı?

-Üç gün önce aldım.

-Hatırlıyor musun aldığın antibiyotiği?

-evet, bacrin ve cirasid.

Sehpadan bir kağıt aldı, kağıt üzerine bectrim ve ciprasid yazarak bana gösterdi.

-Evet, bu ikisi, dedim.

-Bu ilaçlar sende alerji yapmış. Bir daha kullanma, dedi.

Sehpa üzerindeki küçük bir kağıdı alarak, ‘’Bir merhem yazıyorum.’’ Dedi ve kağıdı bana verdi:

-Yatarken bu merhemi kullanacaksın.

Teşekkür ederek kağıdı aldım. O ara kahveler geldi. Kahvemi aceleyle yudumlamaya başladım. Acele etmeyin dedilerse de kahvemi bitirir bitirmez oradan ayrıldım. Apartman kapısından çıkar çıkmaz bir OH çektim. Dünyalar benim olmuştu. Günlerdir yaşadığım tüm korkularım uçup gitti. Apartmandan otobüs durağına giderken keyifli ezgiler mırıldanıyordum.

Pr.Dr.Onat Kapdağ Bey’in verdiği gri renkteki merhemi eczaneden alarak uygulamaya başladım. Sünnetlikteki küçük yaralar iyileşiyordu. Bir hafta sonra, sünnetlikteki yaraların üzerini, leblebi kabuğu benzeri ince bir deri kapladı. Haftalardır çektiğim üzüntü sona erdiği için mutluluktan uçuyordum.

Aman Allahım, o da ne? Üç gün sonra üzerimdeki çamaşırın sürtünmesiyle sünnetlikteki yaralar gene açıldı. Kendimce yeni bir uygulama yöntemi geliştirdim: Sünnetlikteki yaralara merhem sürüyorum, merhemin üzerine pamuk koyuyorum, pamuğu gazlı bez ile sarıyorum, gazlı bez üzerine de ince bir sele bant dolayarak yapıştırıyorum. Sünnetliğin başında, elma büyüklüğünde yumuşak bir tokmak oluşuyordu.

Haftada bir iki kez sargıyı yeniliyorum. Leblebi kabuğunun deriye dönüşmesini bekliyorum. Tam bir yılım, böyle tedirginlik ve sıkıntı içinde geçti. Neyse ki pantolon paçaları arasındaki yumuşak tokmak dışarıdan görünmüyordu …

Pantolon paçaları arasındaki bu yumuşak tokmakla dolaşmaktan usandım. Bir Devlet Hastanesi’ne gitmeye karar verdim. Yaşadığım apartmanın yakınındaki Valikonağı Otobüs durağ’ından otobüse bindim. Alsancak Devlet Hastanesi Durağı’nda indim.

Hastane avlusunda, Dermatoloji Kliniği’nin merkez yapının ikinci katında olduğunu öğrendim. Klinik kapısının önündeki kanepede sekiz kişi oturuyordu. Ben de dokuzuncu hasta olarak sıraya girdim. İçeriden bir hasta çıkınca doktor, ’’sıradaki’’ diyor ve sırdaki hasta içeri giriyordu. İçeride bir erkek, bir de kadın doktor vardı. Erkek doktora görünmeyi aklıma koydum. Sıra bana gelince kadın doktor ‘sıradaki’ dedi. Ben sıramı, benden sonra gelen hastaya verdim.

Erkek Doktor’un ‘‘sıradaki’’ demesini bekliyordum. Epey bir zaman geçti ses yok. Ben içeri girdim. Erkek doktor, Doktor hanım’ın masası’nın karşısında ayakta konuşuyordu. O ara Erkek Doktor, ‘’yarına görüşürüz.’’’ diyerek Doktor Hanım’la tokalaşıp odadan çıktı. Odada bulunan bir hemşire de kapı yanındaki sandalyede oturan bir kadınla konuşuyordu. Bendeniz, masasında hastasını bekleyen kadın doktorla karşı karşıya kaldım.

Yüzüme bakan kadın doktor gülümsedi:

-Buyurun efendim.

Hemşire Hanım’a baktım. Benim zihnimi algılamış olmalı ki Doktor Hanım, ayağa kalktı ve masasının sol yanında yarı açık olan paravanı kapattı:

Şöyle buyurun:

Kapalı paravanın arkasına geçtim. Karşıma geçen kadın doktor gözlerimin içine bakarak sordu:

-Şikayetiniz ne?

Ben hipnoz olmuşçasına, ’’Efendim benim sünnetlikte’’ der demez, Doktor Hanım, sağ eliyle sol elimi sıkıca tuttu. Sol elinin işaret parmağını dudaklarının üzerine koydu.

Ben yanlışımı anlamıştım. Sessizce fısıldadım:

-Efendim benim sünnetliğin üzerinde küçük küçük yaralar oluştu.

-Pantolonunu indir, dedi.

İndirdim.

-Külotunu da indir.

İndirdim.

Sol elinin parmaklarının ucuyla sünnetliği alttan tutarak az kaldırdı. Sağ elinin işaret ve başparmağıyla sünnetliğin iki yanından tutarak hafifçe sıktı:

-Acıyor mu?

-Evet efendim.

Sünnetliğin dip tarafını sıktı parmaklarıyla:

-Acıyor mu?

-Hayır efendim.

-Bekle, dedi.

Hemen paravan dışına çıkan Doktor Hanım, Elinde bir büyüteçle geri geldi. Gene sol eliyle sünnetliğin ucunu az kaldırdıktan sonra büyüteçle küçük yaralara baktı. Durdu düşündü ve bir daha baktı büyüteçle. Bu ikinci bakışında küçük yaraları iki üç saniye gözledi. Hızlıca ayağa kalkan Doktor Hanım, ’‘giyinebilirsin’’ diyerek gidip masasına oturdu. Ben de külotumu ve pantolonumu giydikten sonra paravandan çıkarak Doktor hanım’ın masasının karşısına dikeldim.

Doktor anım eline kağıt kalem aldı. Tam yazmaya başlayacaktı ki:

-Efendim, Prof Dr.Onat Kapdağ Bey bu merhemi vermişti, diyerek kağıdı eline uzattım.

Kağıdı eline alan Doktor Hanım:

-Bu merhemi şimdilik bırakalım. Onat Kapdağ Bey benim hocamdır. Çok severdik onu. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde on yıldan fazla hocalık yaptı.

Doktor Hanın hem konuşuyor hem de reçete yazıyordu:

-İki merhem yazdım. Reçetede (A)-(S) yazılı. A’yı akşam yatarken, S’yi de sabah uygulayacaksın. Çok az süreceksin.

-Mercimek tanesi kadar.

-Hayır, pirinç tanesi kadar.

Doktor Hanım’ı başımla selamlarken, teşekkür ederim, dedim.

-Geçmiş olsun, dedi ve ekledi:

-On beş gün sonra tekrar geleceksin, görmem gerek.

Korkunç bir kabustan uyanırcasına ayrıldım poliklinikten. Hastane avlusundan çıkıp otobüs durağına doğu yürürken zihnimde oluşan haz kaynağı, bedenimde dans etme duyusu oluşturuyordu.

***

Bir hafta sonra sünnetlikteki yara iyileşmeye başladı. Bu kez leblebi kabuğu değil, gerçek deri oluşuyordu. On beş gün sonra, üç milim uzunluğunda, incecik bir çizgi kaldı sünnetliğin başında.

On beşinci gün kliniğe vardığımda, Doktor Hanım beni tanıdı. Ayağa kalkarak hemen paravanı açtı. Ben paravan’ın arkasına geçer geçmez gözüme baktı. Ben ivecenlikle Pantolonumu külotumu indiriyordum ama elim ayağıma karışıyordu. Sağ eliyle sünnetliği az kaldırdı. Saniyelik bir bakıştan sonra:

-Harika, doğru merhem kullanmışız, dedi.

Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemiyordum.

Doktor anım paravandan çıkarak masasına geçti. Ben de karşısına dikeldim. Reçeteyi bana uzatırken:

-Merhemleri değiştiriyorum. A’yı akşam, B’yi sabah uygulayacaksın.

-Pirinç tanesi kadar mı?

-Evet, geçmiş olsun.

Doktor Hanım’a teşekkür ettim ve başımla selamlayarak ayrıldım.

***

Bir hafta sonra sünnetlik eski durumuna döndü. Eşimin evde olmadığı bir zamanda, sünnetliği test yapmak için ‘’Hey gidinin efesi,’’ ezgisiyle zeybek oynuyorum. Kalgıyıp zıplarken sünnetlikte bir acıma bir dokunma olmuyordu. Bu yaşımda zeybek oynamak da çok hoşuma gidiyordu. Aslında test mi yapıyorum yoksa kutlamamı yapıyorum ben de bilmiyordum doğrusunu.

***

Doktor Hanım’a bir teşekkür sunmayı aklıma koydum. Bir kutu çikolata alarak ziyaretine gittim. Saat on elli dolayındaydı ve poliklinik önünde bekleyen hasta yoktu.

Kapıyı tıklatarak içeri girdim. Doktor Bey ile Hemşire Hanım, Doktor Hanım’ın masası çevresindeki sandalyelerinde oturuyordu. Doktor hanımın sol yanında, altı yaşlarında bir kız dikeliyordu. Doktor Hanım’ın kızı olduğunu düşündüm. Doktor Hanım ile küçük kızı, tatlı bir tartışma içindeydi. O ara doktor hanım başını kaldırınca karşısında beni gördü. Hoş beş olmadan yanında dikelen küçük kıza dedi ki:

-Bak bu amca öğretmen.

Küçük kız, çimen yeşili gözlerini dikti bana. Baktı baktı ve annesine karşı bilgeliğini kanıtlamak istercesine:

-Hayır, o amca öğretmen değil, o amca dede, dedi.

Araya girdim:

-Ben Atatürk zamanından kalma bir öğretmenim.

O sevimli küçük kız, çimen yeşil gözlerini annesine çevirdi. Annesinin gözlerinden onay alan küçük kız bana sordu:

-Sen Atatürk’ü gördün mü?

-Gördüm ya.

-Nerede gördün?

-Ben, senin yaşındayken Atatürk bizim sınıfımıza geldi.

-Ne yaptı.

-Soru sordu.

-Ne sordu?

-Cumhuriyet yaz, dedi.

Hayranlığa düşen küçük kız gene annesinin gözlerine baktı. Annesinin gözlerinden onayı aldıktan sonra bana bakarak gülümsedi. Ben çömelerek küçük kızla göz göze geldim ve sordum:

-Senin adın ne?

-Gülcan.

-Babanın adı ne?

-Oğuzhan.

-Annenin adı ne?

-Nesibe.

O an doktorumun adını da öğrenmiş oldum. Elimdeki çikolata kutusunu küçük kıza uzatarak:

-Bak sana armağan getirdim.

O sevimli küçük kız, onay istercesine gene annesinin gözüne baktı. Annesinin onayını aldıktan sonra paketi alıp masanın üzerine koydu. Doktor hanım da yüzüme bakarak:

-Buyurun, oturmaz mısınız?

-Hemen çıkmam gerekiyor efendim. Karşıdaki kültür merkezinde arkadaşlarım bekliyor

Bana elini uzatan Doktor Nesibe Hanım ile tokalaştık. Doktor Bey ile Hemşire Hanım’ı da başımla selamladım. İncecik parmaklarıyla çikolata paketini açmaya çalışan küçük Gülcan Kız bağırıyordu:

-Öğretmen Amca, öğretmen amca!

Doktor Nesibe Hanım, yadırgarcasına kızının yüzüne baktı. Gülcan Kız, annesine bağırıyordu:

-Öğretmen Amcaya çikolata vereceğim.

Gülcan Kız’ın çikolata paketini açmasını bekledim. Bana uzattığı bir çikolatayı aldıktan sonra masa çevresinde bulunan dört kişiyi de selamlayarak odadan ayrıldım.

Hastanenin avlusuna çıktığım zaman, 1948 yılından bu yana zihnimde canlanan öğrencilerimle birlikte, çimen yeşili gözlü Küçük Gülcan da zihin bahçemde dans ediyordu.

Belediye otobüsüne bindikten sonra ‘Nesibe’ sözcüğünü yorumladım.’Nasib’ sözcüğünden geldiğini düşündüm. Eve gelince sözlüğe baktım. ’soylu, soyu temiz’ yazıyordu. Evet benim doktorum Nesibe Hanım, soylu bir kişiydi. Doktor Talat Bey ile elini erkek eline değdirmeyen kadın doktor için de bir sözcük aklıma geldi ama o sözcüğü yazmaya bilgisayarımın tuşları işlemedi. (Utanmış olmalı.)

Giderek Denizlili hemşerim Prof.Dr.Onat Kapdağ Bey aklıma düştü. ’’Adam on yıl önce emekli olmuş. Doğru merhemi unutmuş olabilir ama onca doktor yetiştirmiştir. Bu doktorlar ne güne çalışıyorlar?

 

YUSUF GÜNDÜZ / ŞEHİTLER ÖLMEZ

www.sehitlerolmez.com