Tarkan: Sorunları güzellikle çözen şarkıcı

Tarkan bu yüzden. Gözünü ayırmaz bu ülkenin sorunlarından.

Tarkan: Sorunları güzellikle çözen şarkıcı




Tarkan: Sorunları güzellikle çözen şarkıcı

Tarkan’ın gelişleri gidişleri, terk edip dönüşleri, bazen ülkelerarası, çoğunca geçmişle bugün arasında yolculukları bitmez. Popla geleneği, güzellikle erkekliği, Batı’nın köşeleri ile Doğu’nun büklümlerini, cilve ile şefkati bir arada bir sorun olarak önüne koyar izleyicisinin. Çocuksu oyunbazlığı ile sahne cinselliğini teatralize ederek, kendisini bu işten sıyırır. Her defasında. Ama ahde vefa kalır. Daimdir. Hep memlekettedir Tarkan bu yüzden. Gözünü ayırmaz bu ülkenin sorunlarından.

Ahmet Tulgar / duvar

Tarkan’ın sesi, üslûbu bile isteye bir kararsızlık halidir, stilize bir tereddüt; daha teenager’ken, Batı’da dönem dönem mantar gibi biten boy band (ergenlik çağındaki erkek çocuklardan oluşturulan müzik grupları, Jackson Five, Osmond Brothers, Bay City Rollers gibi) üyelerinin yaşındayken daha hani, her kuşaktan kulağa hitap etmiş olması bundan. Bundandı. Öyle ayrıksı, özel… Gurbetçi düğünlerini, Karamürsel çay bahçelerini inleten bir okul korosu kaçkını hanende, bir eda, bir tavır, bir nağmeydi daha başında… 1990’larda, televizyonlarda bırakın daha eski bir geleneği, 70’ler Türkçe pop’una bile bağlanmayan erkek popçu parlakçılığı henüz başlamışken, Tarkan sesinin kadife yaygısında zaman yolculuklarına çıkmıştı bile…

Biz de sesini, sesinin güzelliğini, gücünü fark etmiştik önce, ki bu bile bir sorun olmuştu hemen. Toplumun da prodüktörler kadar sorun ettiği bir güzellikti Tarkan sesi, tarzı. Nereye koyacaklarını bilemiyorlardı… (Kıl Oldum mu olsundu? Vazgeçemem mi? Hatta Rindlerin Akşamı mı)

Yüzünün güzelliği sesinin ardından göze çarptı. Çarpacaktı. Yakışıklılıktan başka bir şeydi Tarkan’daki. Yakışıklılıktan başka bir şeydir çünkü erkekte güzellik, erkek güzelliği. Bildiğim bütün dillerde erkek yüzünün estetik algılanışını nitelemek için kullanılan sözcüklerle (Türkçe’de yakışıklılık işte) değil, genel olarak güzellikle tarif edilecek, tanımlanacak yüzü Tarkan’ın.

Güzellikle yakışıklılığı sadece cinsiyetçilik, toplumsal cinsiyet ideolojisi değildir ayıran. Toplumsal cinsiyet ideolojisinin estetik ideolojisine etkimesi değildir bu yani. Yakışıklılığı güzellikten ayıran anatomidir aynı zamanda. Erkeğin korpus'u (corpus: vücut) ile kooperatif (cooperative) bir estetik algı, korpus'uyla koordine (coordinated), bileşik, bağımlı, tutarlı (corporated, correlated, coherent), erkeğe yakışır bir hoş görünüm düzlemi ve seviyesidir yakışıklılık. Oysa erkek güzelliği, erkeğin korpus’unu aşan bir seviyedir. Bu da bir sorundu işte, toplumu yine meşgul edecek. Tarkan o kadar güzel de bir adam, erkek oluyordu ki, olmuştu ki yaş aldıkça çünkü işte.

Erkek güzelliği (yakışıklılığı değil), edebiyat ve sanatta, Rönesans’tan bu yana konu, evet, konu kadar sorun da edilmiş bir estetik meseledir. Bu çözümü zor estetik meselenin içinden, bu niteliği çocukluğa hapsederek, kapatarak çıkmaya çalışan Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm romanında mesela, sorun sonunda çözümsüz kalır, yazar çözümsüz bırakır sorunu ve bu da nihayet ölümü çağırır, çağrıştırır.

Belki de en iyisi çözümsüz bırakmaktır bazı sorunları. Bakışların meşguliyetine, göz hazzına açmaktır güzelliğini sorunun. Belki de çözüm sorunun kendisidir zaten. Uyum kadar uyumsuzlukta da var olan bir güzelliktir.

Çırak adlı öykümün (Arzunun Serbest Dolaşımı, Sayfa: 15–25) kahramanı şöyle anlatır bu meseleyi: “(…) Kadınlar yakışıklılıkla nasıl mücadele edeceklerini biliyorlar. Ama yakışıklılıkla güzellik başka bir şey. Bu farkı kadında göremiyorsun. Erkekte görünüyor bu fark. Erkeğin yakışıklısı var, güzeli var. (…) Ama bir de erkek güzelliği var. İşte kadınlar onun üstesinden nasıl geleceklerini bilemiyor galiba. (…) Ama bu çırağın güzelliği, bu çıraktaki erkek güzelliği, (karısının), karşısında ne yapacağını bilemediği bir şey oldu yani. Öyle çaresiz kaldı. (…)”

Evet, Tarkan, beraberinde getirdiği sorunlarla, 30 yıldır Türkiye toplumunu meşgul ediyor. 1990’lardaki erkek popçu marketinden sıyrılmakla kalmadı o bu şekilde, Türkiye’nin en sevilen pop şarkıcısı, müzisyeni de oldu kısa sürede.

Tarkan, normalde, başka birinin sahnesinde sorun ya da handikap kabul edilebilecek dansını, show’unu ise, bir arzu sürecine, bir arzu performansına dönüştürerek sorun olmaktan çıkarmış, çözüm olmayan bir çözüme dönüştürmüştür. Bunu yaparken Tarkan, bu toprakların geleneksel sahne koreografisinden yararlanır. Kesik kesik ve geometrik, köşeli ve kırık dökük Batıcıl danslarına eklediği, gerdan kırmalarla ilk işaretini verdiği oval, kıvrımlı ve süreğen oryantal dansa geçtiğinde, izleyicinin epeydir sabırsızlıkla beklediği an gelir, Tarkan, sanki her defasında memlekete gelir o zaman, evine döner, onun her sahne performansı böyle koreografik kavuşmalara, vuslat anlarına zemin olur.

Tarkan, kendisine kaldığında, kendi bildiğini yaptığında, ahde vefa ettiğinde sahneye beraberinde getirdiği sorunların da üstesinden gelir. Bir kez daha.

Tarkan, gidip gelmenin, romantize edersem terk edip dönmenin, nasıl temel bir hareket olduğunu, arzunun dinamosu olduğunu sezmiştir. Uzun sürelerle ülkeyi terk edip, yaşam öyküsünün ilk kimliği gurbetçiliği bütün hayatına yayarak orada kalıp, sonra zaman zaman aniden dönmenin, onun kendisini bir arzu nesnesi olarak inşa etme sürecinde nasıl faydalı, yararlı, etkili olacağını fark etmiştir. Ne zaman bu ya da başka bir ülkede (Almanya, ABD) olduğunu toplumun ve hayranlarının bilmesine izin vermez. Her defasında havaalanında yeniden bulunur, siyah camlı gözlükler inip de, o yeşil gözler samimi ve arzulu bir gülümsemeyle parladığında, ne denli güzel olduğu bir kez daha görünür olur. Cortázar’ın bir öyküsünün başlığını tornistan edersek, Tarkan’a öyle tutkunuz (dur) ki (Glenda’ya Öyle Tutkunuz ki / Queremos Tanto a Glenda, Mırıldandığım Öyküler, Julio Cortázar, Çev.: Tomris Uyar) der toplumun büyükçe bir kesimi o yeniden kavuşmalarda.

Ay, Cortazar’ın bu şahane öyküsünden, Tomris Uyar’ın güzel çevirisiyle birkaç cümle alıntılamadan geçemem: “Ama zaman geçtikçe içimizden bazıları, önceleri suçluluk duyarak da olsa ufak tefek eleştiriler getirmeyi göze aldılar, acemi bir sahnenin getirdiği küskünlüğü, düş kırıklığını, arada birçok çapsız, çok basmakalıp bir düzeye inildiğini. Kamçı’nın pürüzsüz billuruna gölge düşüren sahnenin, Asla Bilemezsin’in asla benimsenemeyecek son sahnesinin suçunu Glenda’ya yükleyemeyeceğimizi biliyorduk. Öteki yönetmenlerin filmlerini de araştırıyorduk, bu öyküler, senaryolar kimin elinden çıkıyordu, onları bağışlamıyorduk, Glenda’ya beslediğimiz tutkunun sanat aşkı kapsamını aştığını kavramaya başlamıştık, bizce başkalarının kusurları ona asla bulaşmıyordu.”

Öyle ya, Tarkan da kötü şarkılar yaptı zaman zaman. Bazılarını hiç sevmedim. Başkalarının da sevmediği şarkıları olmuştur. Ama bu şarkıların suçunu Tarkan’a yükleyemeyiz. Daha ilk sahneye çıktığından beridir cevheri fark ediliyordu. Bir süre sonra da prodüktörler, besteciler, menajerler, basın danışmanları kolundan bacağından çekiştirmeye başladı bu güzel şeyin. İstemediği kıyafetler giydi, istemediği şarkılar söyledi zaman zaman. Ama Sezen Aksu’nun, onun başlangıçtaki popülerleşmesine katkısını (Şımarık, Şıkıdım) ayrı bir yere koymak lazım. Yine de Tarkan bu gidişin gidiş olmadığını erken fark etti, bir başka müzisyenin kimliğiyle örtüşmesini istemedi adının. Eğer illa şöhretli şarkıcılardan şarkı alacaksa bu bir yolculuk olacaktı.  Ya da ev ziyareti işte, her neyse. Yıldız Tilbe’ye şöyle bir uğrayıp (Kış Güneşi) Nazan Öncel’e takıldı bir süre sonra (Hüp, Dudu Dudu).

Tarkan’ın Nazan Öncel ile çalışmaya başladığı dönemde Milliyet gazetesi için Sezen Aksu ile bir söyleşi yapmıştım (Temmuz 2000). Şöyle bir şey demişti Aksu, bir soruma cevaben: “Mesela, bir örnek vereyim, bu Şıkıdım, Şımarık şarkılarını yaptığım zaman canıma okudular, daha doğrusu okuduk diye düşündüler. Ben de epey bir sinirlendim, çünkü gerçekten çok iyi bir Türkçem var benim, çok da hâkimim. Şimdi argoyla küfürü birbirine karıştırıyorlar. E ne oldu şimdi, şarkı dünyayı sallıyor ve o gün bugündür de bir daha şarkıyla benim adım yan yana gelmedi. 

Bunun üzerine “Peki, bu yaralamıyor mu sizi?” diye sormuştum.

Şöyle dedi o zaman o da: “A, tabii yaralayabilir insanı ama dünya işleri bunlar. Çok fazla da teslim olamayacağım böyle şeylere. Yani o anda seni yaralayan şeyin ne olduğunu düşünsene, ‘Ay, ay o şarkı benim, bak benim kıymetimi bilmediler, adımı da geçirmediler’, buna mı takacağım işim gücüm yok da…

Yine de Tarkan, benim gözlediğim kadarıyla ahde vefa eden bir insan. Daha geniş anlamda, daha güzel bir anlamda bu ahde vefa. Ama önce bir tavsiye, Tarkan’ın Ahde Vefa albümünü bir dinleyin, dinlemediyseniz. Türk Sanat Müziği’nin en güzel şarkılarından bir derleme  sunduğu albümü… “Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül! Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.” Şiir, Yahya Kemal Beyatlı, beste, Münir Nurettin Selçuk.

Tarkan, bu albümle sadece sesinin güzelliğini bir kez daha sergilemekle kalmadı. Arkasına bütün bu şarkıların güftelerini, bestelerini, bu şarkıların icracısı o çok sevilen şarkıcı kadın ve erkekleri alarak, o geçmişi, o sofraları, o aşkları da alarak eskilerden bir yerden, bedeninin değil sesinin yaşından (İyi ki Roland Barthes’ı bu kadar çok okumuşum.) söylemeyi, seslenmeyi başardı. Tarkan, geçmişle bugün arasında da gidip gelmeyi başarıyordu yani. Bir geçmişteydi, bir bugündeydi. Ve bugünden seslense de, geçmişe de gitse, bu sayede ülkenin tüm popçularının önüne geçiyordu.

İlkgençlik yıllarımda bir akşam televizyonun karşısındaydık. Eğlence programı denilen o karma müzik programlarından birini izliyorduk. Babam epey şarap içmişti. Kadehi hâlâ önündeydi. Müzeyyen Senar çıktı ve Benzemez Kimse Sana (Güfte, Rüştü Şardağ, beste, Fehmi Tokay) şarkısını söylemeye başladı. Birkaç mısra sonra, babamın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığını gördüm. “Mahvetti bizi Müzeyyen yine” diye hıçkırıklarının arasından konuşarak, aceleyle odadan çıktı sonra. Niye ağladığını merak etmiştim babamın. Şimdi ben de ağlamaya hazırım, salsam kendimi, Tarkan ile Müzeyyen Senar’ın düetini dinlerken.

Tarkan’ın gelişleri gidişleri, terk edip dönüşleri, bazen ülkelerarası, çoğunca geçmişle bugün arasında yolculukları bitmez. Popla geleneği, güzellikle erkekliği, Batı’nın köşeleri ile Doğu’nun büklümlerini, cilve ile şefkati bir arada bir sorun olarak önüne koyar izleyicisinin. Çocuksu oyunbazlığı ile sahne cinselliğini teatralize ederek, kendisini bu işten sıyırır. Her defasında. Ama ahde vefa kalır. Daimdir.

Hep memlekettedir Tarkan bu yüzden. Gözünü ayırmaz bu ülkenin sorunlarından. Nereye giderse gitsin buradadır işte bu sebepten.

Ve sonra doğa. Ki hepimizin memleketi, vatanı doğa. Ve Tarkan’ın doğa için ses çıkarışındaki, mücadele edişindeki samimiyet. Sesinin en güzel hallerinden biridir bu. Ve sorunları güzellikle gündeme getirişi… Güzellikle çözmeye kalkışması… Olur ya da olmaz…

Ama kimse de boşuna bu kadar sevilmez zaten…

(Tarkan Tevetoğlu’yla hiç konuşmadım. Kuzu Kuzu’ şarkısını piyasaya sürecekleri zaman bütün gazetelerin hafta sonu söyleşicilerine konuşmaya karar vermişler. Ben o tarihlerde Milliyet gazetesinin hafta sonu söyleşilerini yapıyordum. Gazetenin genel yayın yönetmeni Mehmet Yılmaz, Tarkan’ın basın danışmanı Uygar Ateş’in kendisini aradığını ve benim, Tarkan ile bir söyleşi yapacağımı söyledi. Ben de “Olur” dedim. Ne yapayım? O sıralar şöhretli isimler bir çalışmaları çıkacağı zaman bütün anaakım gazetelere aynı gün söyleşi verir, tercihen de ağırlanmak isterlerdi. Bir şekilde bir promosyon, lansman kampanyası yaparlardı yani. Ancak, Uygar Ateş, sonradan Mehmet Yılmaz’ı yeniden aramış ve beni kendileriyle söyleşi için uygun bulmadıklarını, Milliyet’in magazin müdürüne konuşacaklarını söylemiş. Öyle de oldu. Olabilir, çekinmiş olabilirler. Bu da böyle bir anekdottur işte.)