The İmam Beyaz Perde eleştirisi
Bir dönemin sıra dışı sinema filmi
İmam Hatip Lisesi mezunu Emrullah, daha sonra bilgisayar mühendisi olmuş ve batılı bir yaşam tarzını benimsemiştir. Öyle ki, adını Emre olarak değiştirmiş ve kökenini iş ortağından bile gizlemiştir. Yönetmenin adeta bir sentez, bir orta yol olarak bize sunduğu bu karakter, dinî kesimin uzun saçları ve kullandığı motosiklet; laik kesimin ise İmam Hatip geçmişi sebebiyle yadırgayacağı ama halbuki toplumun her iki kesimi arasında bir uzlaşma sağlayabilme potansiyeline sahiptir.
Motosiklet üzerindeki Emre'yi izlediğimiz uzun jenerik sekansının ardından, damdan düşer gibi öyküye girer film. Emre'nin İmam Hatip'ten bir arkadaşı olan Mehmet, onun çalıştığı yeri bulur. Emre'nin deşifre olmasına sebep olur. Amacı ise, kanser olduğunu bildirmektir. Tedavi göreceği sırada köydeki camide kendisi yerine imamlık yapacak birini bulması gerekmektedir ve her nedense Emre'ye gelmiştir.
Başka birini bulamayan ve kökenlerini inkar edişinden dolayı içinde fırtınalar kopan Emre, sonunda köye kendisi gitmeye karar verir. Tabii, uzun saçlı ve motosikletli bir imamın köye gelişi, eşi bulunmaz bir dramatik çelişki sağlayacaktır. Bu arada, Emre de kendi kimliğiyle barışacak ve halkın arasındaki ikiliklere de çözüm sağlayacaktır.
Filmin en temel sorunu şuradan kaynaklanıyor. Bize Emre'nin bir değişim geçireceği söyleniyor. Fakat bir kişinin değişimini görmek için, önceki halini de tanımamız gerekir. Bize "batılı hayat tarzı" süren Emre tanıtılmazsa ve filmin daha üçüncü dakikasında değişim süreci başlatılırsa, her şeyden önce düşündüğünüz dramatik çatıyı kuramamış oluyorsunuz. Bu da zaten başlı başına bir hüsran.
Hani buna rağmen izlenebilir bir film olsa karşımızda, belki daha fazla müsamaha göstermek mümkün olurdu. Ancak karşımızdaki iş, en iyi ihtimalle vasat bir televizyon filmini aşamıyor. Neden mi? Öncelikle, estetik bir problem var. Ekranı kaplayan yakın yüz kadrajları, zaten sinemadan ziyade televizyonun estetiğine ait. Beyazperdede bu kadar büyük yüzler, ancak çok dramatik anlarda kullanılırsa etki sağlar. Dramatik olduğunu varsaydığınız her anda bu ölçeğe girerseniz, o anların hiçbirinin dramatik olmadığı bir sonuca varırsınız.
Üstüne bir de kötü televizyon dizisi ışıkları, zaman zaman kapı kapanması ses efektlerinin unutulduğu yabancılaştırıcı bir dublaj ve sinemada göstermenin çok sakil, hatta rahatsız edici kaçtığı kusan ya da çoraplarıyla gezen adamları gösterme gafleti de eklenince, zaten karşımızdaki gözü rahatsız eden bir iş oluyor. Beş dakikada bir, neredeyse her sekansı bağlamakta kullanılan, motosikletinin üzerinde saçları rüzgârdan savrularak yol alan kahraman planları da ekstradan bir gülünçlük katıyor filme.
Son derece kitabî ve yapay diyaloglar da cabası. Hiçbir insan böyle konuşmaz. Bir senarist de doğal diyaloglar yazmayı beceremiyorsa, bu işi bir ehline bırakmaktan gücenmemelidir. Ama karşımızda bu noksanının farkında olmayan bir ekibin bulunduğu, oyuncu yönetimindeki kaba anlayıştan da belli.
The İmam, malum, bir dinî propaganda filmi. Aksini iddia edecek kimse olmayacaktır sanıyorum. Bu kişisel olarak beni her ne kadar rahatsız etse de, öncelikle karşımdaki filmin sinemasal değeri daha önemli. Yazık ki karşımdaki eser bir sinema filminden ziyade, vasat bir televizyon filmi düzeyinde kalıyor. Elbette seyircisi olacaktır. Ama uzun vadede, hafızalarımızın çöp kutusundaki yerini de alacaktır.