Truva hazinelerini geri alabilir miyiz?
Truva’daki buluntuları neden önce Atina’ya götürmüştü?
British Museum’da açılan ve 8 Mart 2020’ye kadar devam eden “Troya: Mit ve Gerçek” başlıklı sergi, Heinrich Schliemann’ın Truva kazılarında bulduğu eserleri yurt dışına götürdüğü gerçeğini yeniden hatırlamamıza neden oldu. Schliemann kimdi? Truva’daki buluntuları neden önce Atina’ya götürmüştü? Bu eserleri geri almamız mümkün mü?
Melishan Devrim [email protected]
Homeros’un 3000 yıl önce gerçekleşen Truva Savaşı’nı anlattığı destanı İlyada, hiçbir zaman unutulmadı. İlyada’yı okumak, Bizans İstanbul’unda eğitimin bir parçasıydı. İstanbul’un alınışı döneminde İtalya’ya göç eden Bizans bilginlerinin de etkisiyle Rönesans döneminde Avrupa’nın Antik Yunan kültürüne ve mitolojiye ilgisi daha da arttı. Bu dönemde, İlyada’nın sadece bir mit olduğu, Truva Savaşı’nın gerçek olmadığı düşünülüyordu. 18. ve 19. yüzyılda savaşın gerçek olduğunu savunanlar ise Troya’yı bulmak üzere Anadolu’ya geldiler. Tıpkı Truva Savaşı’nın gerçekliğinin sorgulanması gibi, Eski Ahit’te anlatılan olayların gerçek olup olmadığını anlamak için Ortadoğu’ya da Avrupa’dan pek çok kişi gitti ve Suriye ile Irak’taki ilk kazılar bu amaçla yapıldı.
Truva kenti, Bronz Çağı’nın sonunda, yani milattan önce 1180 civarında Akdeniz’de bulunan bütün büyük kentler gibi, muhtemelen aynı bilinmeyen sebeplerle harabeye dönüşmüştü. Milattan önce yedinci veya sekizinci yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Homeros dönemindeyse, büyük olasılıkla Truva kentinin büyük bölümü görünür durumdaydı. O dönemde ‘İlion’ adıyla bilinen Truva, bir hac bölgesine dönüşmüştü. Homeros’un İlyada’sında Troya (Τροία) kelimesi yerine sık sık ‘İlion’ (Ἴλιον) isminin kullanılması bu yüzdendi ve ‘İlyada’ ismi de aynı kelimeden türemişti. Homeros’un İlyada’sı Avrupa’da unutulmamış olsa da Rönesans dönemine gelindiğinde, artık Truva’nın yerini hatırlayan kalmamıştı ve bilim çevrelerinde Homeros’un destanında anlatılan savaşın sadece bir masal olduğunu düşünenler çoğunluktaydı.
19.yüzyılda bir İskoç ve İngiliz, Charles Maclaren ve Frank Calvert, etraftaki antik kalıntıları inceleyerek antik Troya kentinin bulunduğu bir tepeyi tespit etmeyi başardılar. Troya kentini bulduğunu dünyaya duyuran kişi ise zengin bir iş adamıyken arkeolojiye merak salan Heinrich Schliemann’dı. 1868’de Frank Calvert ile tanışan Schliemann’a, Truva’yı bulmak için Hisarlık tepesinde kazı yapmasını Calvert önerdi. Schliemann’ın bulduğu ilk eserler Truva Savaşı’nın gerçek olduğunu kanıtlamıyordu ama kazısını doğru lokasyonda yapmıştı. Schliemann, savaşın geçtiği dönemin kentini bulmak için Hisarlık tepesini öylesine büyük bir hırsla kazdırdı ki bugünkü arkeologlar, onun Truva’nın üst katmanlarına ve savaşın yaşandığı dönemin kentinin katmanına büyük bir zarar verdiği konusunda hemfikirdir. Schliemann, bir an önce bir hazine bulup Truva Savaşı’nın gerçek olduğunu kanıtlayarak saygınlık kazanmak peşindeydi. Irak ve Suriye’de kazı yapanlarsa Eski Ahit’in gerçek olayları anlattığını kanıtlamaya çabalıyordu.
YAŞAM ÖYKÜSÜ TAM BİR ‘AMERİKAN RÜYASI’
Aslen tüccar olan ve Truva kentinde yaptığı kazılarla tanınan Heinrich Schliemann, 1822’de Almanya’da doğdu ve 1890’da 68 yaşındayken Napoli’de öldü. Çocukluğunda, papaz olan babası sayesinde İlyada ve Odysseia’yı okudu. Babası kilisenin parasını zimmetine geçirmekle suçlanınca ve papazlığı bırakmak zorunda kalınca ailesinin fakirliği yüzünden üniversite eğitimi alamadı. Önce bir bakkalın yanında çıraklık yaptı.
1841’de Hamburg’a gidip Venezuela’ya giden bir gemide miço olarak iş buldu. Bu gemi, yola çıktıktan 12 gün sonra daha Amsterdam yakınlarındayken batınca sağ kalanlar karaya çıktılar ve Schliemann Amsterdam’da önce postacı, sonra muhasebeci olarak çalıştı. 1844’te bir ithalat ihracat firmasında işe girdiğinde, firma 1846’da onu St.Petersburg’a gönderdi. Schliemann, Rusya’da birden fazla firmanın temsilcisi olarak çalışırken kendi keşfettiği bir yöntemle Yunanca ve Rusça öğrendi. Kendi yöntemiyle bir dili 6 haftada öğrenebileceğini savunuyordu ve günlüğünü de yeni gittiği ülkenin dilinde tutuyordu. Yaşamının sonuna doğru, İngilizce, Fransızca, Flemenkçe, İspanyolca, Portekizce, İsveççe, İtalyanca, Yunanca, Rusça, Arapça ve Türkçe konuşabilir durumda olduğunu iddia ediyordu. Schliemann’ın dil öğrenme yeteneği, dış ticarette başarılı olmasını sağlayan etkenlerden biri olarak görülür.
1850’de Kaliforniya’da altın borsası sayesinde zengin olan kardeşi Ludwig’in öldüğünü haber aldı. 1851’de Kaliforniya’ya gidip altın tozu alım satımı yaparak sadece 6 haftada bir milyon dolar kazandı. Rothschild firması onun spekülasyonla vurgun yaptığından şikayetçi olunca, sağlık sorunlarını bahane ederek Kaliforniya’dan kaçtı.
1852’de Rusya’ya geri dönen Schliemann, buradaki varlıklı arkadaşlarından birinin yeğeni olan Ekaterina Petrovna Lyschin (1826–1896) ile tanışıp evlendi ancak bu evlilik onu pek mutlu etmedi. Rusya’dayken çivit mavisi (indigo) boya piyasasına hakim oldu ve yine büyük bir servet kazandı. Bu arada Sergey (1855–1941) adında bir oğlu ve Natalya (1859–1869) ile Nadezhda (1861–1935) adında iki kızı oldu. 1854-1856 arasında Kırım Savaşı esnasında Rus ordusuna tedarikçilik yaptı. Sülfür, kurşun, cephane yapımında kullanılan malzemeler ve güherçile alıp bunları Rus hükümetine satarak çok büyük gelir elde etti. 1858’de 36 yaşına geldiğinde emekli olacak kadar zengin olmuştu. Hatıralarında, bu tarihten sonra Troya’nın peşine düşmeye karar verdiğini belirtir.
1866’da Sorbonne’da bir ay derslere katılıp Rusya’daki servetini Paris’e aktarmaya başladı. Rus eşi Paris’e yerleşmek istemeyince boşanmak için farklı bir yol buldu. 1869’da Indianapolis’e gidip Amerikan vatandaşı olduğunu iddia ederek Indianapolis’in boşanma yasasından faydalandı. Mahkeme boşanmasını onayladığı anda Amerika’dan ayrılıp Atina’ya gitti ve iki ay sonrasında Yunan bir kadınla evlendi.
Schliemann’ın hayatına dair detayların ne kadarının doğru olduğu, aslında tartışmalı bir konu. Kendi yazdığı günlükleri ve tarihi gerçeklere göre yazılan biyografileri arasında çok ciddi bilgi farkları olduğunu ve günlüklerindeki yanlış bilgilerin biyografilerinde eleştirildiğini belirtmemiz gerekir. Yine de Schliemann’ın sadece Truva’ya gelip kazı yapacak kadar değil, kazılarda bulduğu eserlerin yurt dışına nakliyesinin maliyetini de ödeyecek kadar da zengin biri olduğu kesindir.
Schlieman’ın Atina’dayken yaşadığı ve Iliou Melathron (Ιλίου Μέλαθρον, İlium Sarayı) adını taşıyan evi, bugün Nümizmatik Müzesi olarak kullanılıyor. Schliemann’ın, Yunan Kralı’nın itirazlarına rağmen Atina Akropol’ündeki Ortaçağ dönemi eserlerinin yıkılmasına sponsorluk yapmış olması ise onun bir bilim insanı olarak değil, gerçek bir ‘vandal’ olarak görülmesi gerektiğini kanıtlayan bir başka bilgi.
.
ÇALINTI BİLGİLERLE DOKTORA ALDI
1868’de Yunanistan’ı dolaşan Schliemann, Truva’nın yerini bulduğu iddiasını içeren Ithaka, der Peloponnesus und Troja (İthaka, Pelepones ve Troya) adlı tezini Rostock Üniversitesi’ne gönderdi ve bu teziyle ‘PhD in absentia’ (uzaktan doktora) unvanı aldı. Bu tezde, topografik bilgiler üzerinden İthaka’nın yerine dair yaptığı tahminin, başka birinin çalışmasından çalıntı olduğu sonradan anlaşıldı.
1868’de Frank Calvert’in önerisi üzerine Hisarlık’ta kazılara başlamaya karar verdiğinde, bu tepenin batı kısmı halen devletin mülkiyetindeydi. Kazılarda ona yardımcı olacak Yunanca bilen birine ihtiyacı vardı. Atina Başpiskoposu’nun yakını olan 17 yaşındaki Sophia Engastromenos (1852-1932) ile 47 yaşındayken evlendi. 30 yıllık yaş farkına rağmen bu evlilikten üç çocukları oldu: Andromache (1871–1962), Troy ve Agamemnon (1878–1954).
Schliemann, 1871’de Hisarlık tepesinde kazıya başladığında, arkeoloji henüz bilimsel bir disiplin değildi. Savaşın yaşandığı dönemin kentinin en alt katmanda olduğunu düşünerek tepeyi en derinine kadar kazdırdı. 1872’de Calvert onun bu yöntemle kazı yapmasına itiraz edip Hisarlık Tepesi’nde Truva Savaşı dönemine ait kalıntı bulunamadığını belirten bir makale yazınca Schliemann çok kızdı.
Kazılarda ilk altın eserler 27 Mayıs 1873’te bulundu. Schliemann, Priamos’un hazinelerini bulduğuna emindi. Bulduğu altın mücevherleri Atina’ya götürdü ve burada fotoğrafçı Panagos Zaphiropoulos eserlerin fotoğraflarını çekti. Mücevherlerle poz veren Sophia’nın fotoğraflarını “Truvalı Helen’in mücevherleri” diye lanse ederek Truva’yı bulduğunu, 1874’te yazdığı kitabıyla dünyaya duyurdu. Bu fotoğraftaki mücevherler, 1945’te Kızıl Ordu tarafından Berlin’deki Pergamon Müzesi’nden alınıp Moskova’daki Puşkin Müzesi’ne götürüldü.
Osmanlı yetkilileri, Truva’da bulunan altın eserlerin kaçırıldığını duyunca Schliemann’ın kazı iznini iptal ettiler ve devletin payı için dava açtılar. Schliemann ise eserleri korumak amacıyla götürdüğünü, aksi halde rüşvet yiyen Osmanlı memurlarının elinde yok olacaklarını iddia ediyordu. 1875’te Truva ile ilgili bir kitap daha yazdı. Siyah beyaz fotoğraflar ve çizimler içeren bu kitaplarına, telif hakkı serbestisi olduğundan archive.org sitesinden ulaşılabilir ve hangi kazısından neleri bulduğunu tespit etmek mümkündür. Truva’dan sonra Odysseia’da bahsedilen İthaka’yı bulmak için kazılar yaptı. Nedense 1876’da Schliemann’a Osmanlı tarafından tekrar kazı izni verildi ve Truva’daki ikinci kazısını 1878-1879 arasında gerçekleştirdi. 1880’de Amerikan Antikacılar Cemiyeti’ne üye seçildi. 1882-1883’te Truva’da üçüncü kazısını, 1888-1890 arasında ise dördüncü kazısını yaptı. 1890’da Napoli’deki bir otelde kulak enfeksiyonu yüzünden geçirdiği koma sebebiyle öldü.
SCHLIEMANN’IN BULDUKLARI PRIAMOS DÖNEMİ’NDEN DEĞİLDİ
1872’de Frank Calvert, Schliemann’ın bulduğu çömlek eserlerin Truva Savaşı’ndan yüzyıllarca önceye ait olduğunu fark etmişti. Savaşın geçtiği dönemin kenti olan Truva VI katmanı, burada bulunan Miken çağına ait eserlerle 1890’da keşfedildi. Schliemann’ın Truva II katmanında buldukları, Erken Bronz Çağı’na aitti ve kesinlikle Priamos döneminden kalma değildi. Schliemann’ın “Truvalı Helen’in mücevherleri” dediği eserler, gerçek Truva’dan 1000 yıl daha eskiydi. Bugün, Schliemann gibi kişilerin özensizce ve kayıt tutmadan yaptığı kazılar, arkeoloji çevrelerinde barbarlık olarak kabul ediliyor.
.
SCHLIEMANN’IN BULDUĞU ESERLERİN İADESİNİ TALEP ETME HAKKIMIZ VAR MI?
1869’da hazırlanan Birinci Asar-ı Attika Nizamnamesi’ne (Eski Eserler Yönetmeliği) göre Osmanlı topraklarında bulunan eski eserlerin yurt dışına götürülmesi yasak değildi. O dönemin nizamnamesine göre kazılarda çıkan eserlerin üçte biri kazı yapana, üçte biri arazi sahibine, üçte biri ise devlete ait olacaktı. 1874’te ve 1883’te Osman Hamdi Bey’in çabalarıyla çıkarılan yeni tüzüklerle yurt dışına eser çıkarılması yasaklanabildi ancak 1870-1873 arasında kazı yapan Heinrich Schliemann, bulduğu her şeyi götürmekte bir sakınca görmedi. Schliemann’ın kazı yaptığı ilk arazi, daha önce aynı alanda kazı yapan arkeolog Frank Calvert’in ailesine aitti ve Truva’yı bulmak için Hisarlık bölgesinde kazı yapmasını da Schliemann’a Calvert önermişti. Bu durumda, Osmanlı Devleti’nin Schliemann’ın bulduğu ilk Truva hazinelerindeki payı sadece üçte birle veya arazinin devlet mülkü olan kısmından çıkan eserler üzerinden üçte iki ile sınırlıydı. Osmanlı, 1 milyon Frank tazminat talebiyle Schliemann’a Atina’da dava açtığı halde bu davadan Osmanlı Devleti’ne sadece 50 bin Frank tazminat kararı çıktı. Schliemann bu parayı ödedikten sonra eserlerin tüm mülkiyetini almış oldu.
Schliemann’ın ölümünden sonra Truva’daki tüm buluntularının Almanya’ya verilmiş olmasının ise varislerinin kararı olduğu belirtiliyor. Almanya’ya giden eserlerin II.Dünya Savaşı sırasında Rusların eline geçmiş olması ise meseleyi daha da karmaşık hale getiriyor çünkü Ruslar, ele geçirdikleri sanat eserlerini savaş tazminatı olarak gördüklerinden, Hitler’i yenmiş olmalarının karşılığında edindikleri hiçbir sanat eserinin iadesine (restitüsyon) yanaşmıyor.
Bu durumda, Atina Akropol’ünden kaçırılan Parthenon heykellerini (‘Elgin mermerleri’ olarak da bilinir) sergilediği için dünyadaki bütün uzmanlar tarafından kınanan British Museum’un Truva ile ilgili yeni bir sergi açmış olmasındaki amaç, eser iadesi (restitüsyon) konusunda iade yapmayı kabul etmeyen tek ülkenin İngiltere olmadığını dünyaya hatırlatmak olabilir.
Bugün Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere, antik döneme ait eserlerin ülkelerine iade edilmesi için ortak bir karara varsalar bile, Osmanlı’nın Atina’da açtığı dava yüzünden ve eserleri kaçırdığı bilindiği halde ikinci defa kazı izni verilmiş olduğundan, Schliemann’ın götürdüğü eserler üzerinde hiçbir hak iddia edebilmemiz mümkün görünmüyor.
Yurt dışına götürülen eserlerin iadesini talep etmek yerine British Museum’daki serginin Çanakkale’deki Troya Müzesi’ne de getirilmesini sağlamak, daha yapıcı bir yaklaşım olabilir. Yurt dışından eser ödünç alıp sergileyebileceğimiz kalitede bir müzemiz varken bunu değerlendirmemiz turizm açısından daha faydalı ve daha az maliyetli olur çünkü restitüsyon davalarının devlete maliyetinin astronomik rakamlara ulaştığı biliniyor. Ayrıca bazı kıymetli objelerin reprodüksiyonlarının yapılması ve bunların röprodüksiyon oldukları belirtilerek sergilenmesi de Troya Müzesi’nin içeriğini artıracak başka bir çözüm olabilir. Şu anda British Museum’daki sergide bile bazı röprodüksiyonlar yer alıyor.
DUVAR