Türk futbolunda kayyum dönemi mi başlıyor

 “Kulüp Lisans Kurulu”na gerçekten önemli yetkiler verildiğini görüyoruz.

Türk futbolunda kayyum dönemi mi başlıyor


Artık her karar tartışmalı... Türk futbolunda kayyum dönemi mi başlıyor

Metin Sinan Aslan yazdı...

Transfer döneminin hızlı günlerini geride bıraktığımız ve 2019/20 sezonunun başladığı şu günlerde futbolseverlerin belki çok ilgi göstermeyeceği, ancak olası sonuçları bakımından sadece futbol aleminin aktörlerini değil her bir yurttaşı ilgilendirebilecek önemli bir konuyu irdelemeye çalışacağım; spor kulüplerinin borçları yapılandırılırken, kulüplere fiilen gayriresmi kayyumlar mı tayin edilecek? Türk futbolu mevcut siyasi iktidarın patronajı altına girme riski ile mi karşı karşıya? 

Meselenin özüne girmeden önce, hafızaları tazelemek isterim; Türkiye Bankalar Birliği ile Türkiye Futbol Federasyonu 27.12.2018 tarihinde yaptıkları açıklamada, “…futbol kulüplerinin idari ve mali yapılarının bir bütünlük içinde yönetilmesini amaçlayan bir çalışmanın ilgili taraflarla iletişim içinde yapılmakta olduğunu…” duyurmuşlardı.

Kamuoyundaki tartışmalar üzerine Türkiye Bankalar Birliği’nce yapılan 07.01.2019 tarihli yazılı açıklamada, projenin TFF’nin liderliğinde, TBB’nin iştirakiyle futbol endüstrisinin sürdürülebilir bir performans içinde gelişimini mümkün kılacak yapıya kavuşturulmasına yönelik ilgili tüm tarafların dahil olduğu bir çalışma olduğu ifade edilmiştir.

TFF ve TBB başkanlarının 07.01.2019 tarihinde TV kanallarında canlı yayında yaptıkları açıklamalarda ise, özetle;

- Sporun hem finansal açıdan hem idari açıdan yeniden yapılanması gereksinimi doğunca bunun yönetilmesi gerektiği,

- Kulüplerin yönetimine el koyulmayacağı,

 

- Sistemin herkese Başkan olma ve yönetime girme fırsatı veren bir sistem olduğu,

- Borcun yeniden yapılandırma şeklinde gerçekleşeceği, yeni bir borçlanmanın söz konusu olmayacağı,

vurgulanmıştır.

Görüldüğü gibi, TFF ve TBB, sözkonusu borçların yeniden yapılandırılması projesinin ortaya çıkış sürecinde genel anlamda ifadeler kullanmışlar ve fakat projenin ayrıntıları hakkında somut bilgi vermemişlerdir.

Belirtmek gerekir ki, yapılandırmanın diğer tarafı olan kulüplerin yöneticileri de aynı dönemde bu anlaşmayla ilgili olarak sessiz kalmayı tercih etmişlerdir.

ALGI OPERASYONU...

Buna karşılık, aynı dönemde, borçların yapılandırılması projesi medyanın bir kısmında “Türk Futbolunda Tarihi Adım”[1]“Türk Futbolu İçin Tarihi Adım”[2] “Türk Futbolunda Devrim”[3] vb. iddialı manşetlerle ilan edilmiştir. Bu manşetlerin altındaki haberleri okuduğumuzda ise, aslında somut bir bilgi verilmediğini, TBB ve TFF Başkanlarının genel ve soyut açıklamalarının tekrar edildiğini gördük. Tarafların henüz tamamlanmamış bir süreçle ilgili kısıtlı bilgi vermesi bir yere kadar anlaşılabilir ve ticari hayatın gereği olarak kabul edilebilir. Ancak, medyanın, içeriği hakkında en küçük bir fikir sahibi olmadığı bu projeyle ilgili olarak soru sormak yerine böylesine bir manşet bombardımanı yapması, bana ve zannediyorum azımsanmayacak sayıdaki tecrübeli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına, 2000’lerin başından bu yana pek çok olayda tanık olduğumuz çirkin bir olguyu hatırlattı: Algı Operasyonu… Gerçekten, TFF ve TBB Başkanlarının aynı anda birkaç kanalda canlı yayınlanan ve hiçbir şey söylemeden tamamlamayı başardıkları söyleşide ve hemen arkasından bir kısım medyada yapılan propaganda sonunda, sıradan insanlarda devletin Türk futbolunu kurtarmak için düğmeye bastığı, buna karşı çıkanların bozguncu olduğu inancı oluşturuldu. Devlet Türk futbolunu kurtarmak için düğmeye bastı ama ne karşılığında? İşte bu basit soru sorulamadı. Daha doğrusu bu soruyu soran insanlar bilebildiğim kadarıyla kurumsal olarak bir tek Galatasaray’da ortaya çıktı, ama orada da neler oldu aşağıda genişçe değineceğim. Evet, ne olmuştu da devlet futbola elini uzatmıştı ve bu uzatılan el karşılık olarak ne alacaktı?

Kuşkusuz, devlet pek çok sektörde yaptığı gibi spor alanında da teşvikler uygulayabilir, borçların yapılandırmasına ön ayak olabilir. Nasıl ki, belirli bir ülkenin marka değeri taşıyan firmalarına dönemsel krizleri aşmaları için birtakım mali avantajlar sağlanıyorsa, futbolda da özellikle toplumun geniş kesimlerini kucaklayan ve yurtdışında marka değeri taşıyan kulüplere içine girdikleri krizi atlatmaları için geçici destekler verilebilir. Diğer yandan, hiçbir siyasi iktidarın arkasında milyonları sürükleyen kulüplerin kendi döneminde batmasını arzu etmeyeceği, bunun olası yansımalarına katlanmak istemeyeceği de açıktır. Özetle, devletin ve/veya siyasi iktidarın mali krizdeki futbol kulüplerine yardımcı olmasının anlaşılabilir gerekçeleri bulunmaktadır.

Bununla birlikte, devletin, yıllardır savurganca hareket ettikleri için mali olarak çıkmaza giren kulüplerin aynı hataları yapılandırma anlaşmasından sonra da tekrar etmemeleri için birtakım önlemler alacağını tahmin etmek için de kahin olmaya gerek yok. Gerçekten, günü kurtarma anlayışıyla idare edilegelen kulüpler, bugünü yapılandırma anlaşmasıyla geçiştirip yarın yine alıştıkları şekilde popülist harcamalar yapabilirler. Dolayısıyla, aynı yanlışların tekrar edilmemesi için birtakım mekanizmaların geliştirilmesi doğru bir yaklaşımdır.

TFF GERÇEKTEN BAĞIMSIZ BİR DÜZENLEYİCİ OTORİTE KURUMU OLSAYDI...

Bu noktada, UEFA’nın kriterlerini bir kenara koyarsak, akla ilk gelen mekanizma TFF’nin 2019/Haziran ayında yürürlüğe giren, “Kulüp Lisans ve Finansal Faır Play Talimatı”dır. Söz konusu Talimatta, “Kulüp Lisans Kurulu”na gerçekten önemli yetkiler verildiğini görüyoruz. TFF Başkanı’nın yakın tarihli bir röportajında da ifade ettiği gibi, “…şampiyonluk yoluna ve küme düşme hattında etki edebilecek…” cezalardan söz ediyoruz.[4] TFF gerçekten bağımsız bir düzenleyici otorite/regülasyon kurumu olsa idi, söz konusu yaptırımların hakkaniyetle verildiği noktasında bir tartışma olmazdı. Ancak, getirilen seçim sistemi nedeniyle ikinci bir Başkan adayının çıkmasının neredeyse imkansız olduğu ve Başkan adaylarının Genel Kurullarda değil siyasi temaslar neticesinde ve son tahlilde Cumhurbaşkanlığı’nca belirlendiği iddialarının kamuoyunda açıkça konuşulduğu TFF’ye duyulan güvenin zayıf olduğunu söylemek hatalı olmaz. Başkanları kimin belirlediğini iddia etmek bir spekülasyondan öteye geçmez, ancak seçim sisteminin tuhaflığını ve buna bağlı olarak TFF’de gerçek bir demokratik seçim yapılmadığını net bir şekilde söyleyebiliriz. Nitekim, TFF’de son dönemde yapılan seçimlerde çok adaylı bir yarış görmüyoruz. Tüm bu belirlemelerle birlikte, uzunca bir süredir TFF Başkanlığına seçilen isimlerin kamuoyunda siyasi iktidara yakın olarak tanınan bilinen işadamları oldukları dikkate alındığında kulüplerden önce TFF’nin siyasi vesayet altına girdiği, en azından böyle bir görüntü verdiği kolaylıkla ileri sürülebilir. Hal böyle olunca, TFF Kurullarına olan güven sarsılıyor. “Kulüp Lisans Kurulu”nun, “Kulüp Lisans ve Finansal Faır Play Talimatı”nı ne şekilde uygulayacağını bugünden kestirebilmek mümkün değil tabii ki… Ancak, siyasetle bu kadar iç içe geçmiş bir yapının alacağı her karar tartışmalı olacaktır. Sözgelimi, bir talimatın bir gece yarısı baskını ile değiştirilmesi suretiyle bir kulübün avantajlı veya ve dezavantajlı konuma getirebilmesi, yahut incelemede kriterlerin değiştirilmesi sonucunda puanı silinecek kulübün kurtarılması veya tam aksinin yaşanması pekala mümkündür. Unutmayalım, TFF Kurullarının aldıkları kararlar, yargı denetimine tabi değil, gidilecek son nokta Tahkim Kurulu, ki bu Kurulda yukarıda belirttiğim antidemokratik sürecin bir parçası olarak ortaya çıkmakta.

Özetle, TFF denetimi kulüpler için soru işaretleriyle doludur, siyasetin müdahalesine alabildiğine açıktır. Kaldı ki, TFF denetimi borçlarını yapılandıran Bankaları için yeterli gelmeyecektir; Çünkü, talimatta ifade edildiği üzere ve bizzat Başkan tarafından belirtildiği gibi, Lisans Kurulu, kulüpleri 3 yıllık bir periyodda inceleyecektir. Bankalar yönünden, ki buradaki ağırlıklı alacaklı bir kamu bankasıdır, bu bir risk olarak görülebilir. Öyleyse, devletin, TFF’nin de denetiminden önce, bir başka mekanizma ile kendisini güvence altına alması hiçbirimiz için şaşırtıcı olmamalıdır.

İşin içine devlet girince, ki Devletin bugün için ete kemiğe bürünmüş hali siyasi iktidardır, o siyasi iktidarın geçmiş uygulamalarını dikkate almak zorundayız. Hafızalarımızı biraz zorladığımızda ve basit bir taramada gördüğümüz manzara şu; mevcut siyasi iktidar şirket kurtarma operasyonlarında, şirketler hukukunda yer almayan bir uygulama yaparak ilgili şirkete “gayriresmi kayyum” tayin etmektedir. Örneğin çok yakın bir zamanda, önemli bir sermaye grubuyla ilgili olarak bu iddialar basında yer bulmuştur.[5],[6] Enerji sektöründe de kurtarılan şirketlerin bir süre sonra varlık fonuna devredilmesi şeklindeki uygulamaları da benzeri bir örnek olarak gösterebiliriz.[7] Bu örnekleri daha da çoğaltabilmek mümkün. Bu uygulamalarda kamuoyunu rahatsız eden unsur, gayriresmi kayyumların fiilen ilgili şirketin idaresini ele alması veya oldukça kuvvetli bir yönetim kurulu üyesi olarak bulunması ve fiilen iktidarın mutemet elemanı gibi hareket ettiği şeklindeki iddialardır. 18 yıllık AKP iktidarının toplumu şekillendirme yönündeki ideolojik bakış açısı dikkate alındığında bu iddiaları ciddiye almamak pek mümkün değil gibi gözüküyor. Daha önce farklı sektörlerde yapılan bu fiili müdahalenin futbol alanında da gerçekleşmemesi için bir neden yok. Tam aksine, bir kısım medyanın konuya vargücüyle asılması, siyasi iktidarın desteği ile seçilen TFF Başkanı’nın bu konuyu sürekli gündemde tutması, projenin futbol aktörlerinin tamamen dışındaki unsurlarca hazırlanması, kanaatimce iktidarın bugüne kadar eğitimde, basında, ekonomide ve diğer tüm alanlarda kurmak istediği siyasi patronajı bu defa futbol kulüpleri üzerinde de tesis etmeyi amaçladığını gösteriyor. Esasen, 07.08.2019 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 43 sayılı "Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi" uyarınca, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın görevleri arasına "…Hazine'nin Cumhurbaşkanı kararıyla yurt içindeki ya da yurt dışındaki şirketlere iştirak etmesini sağlamak…" eklenmiştir ki, bu hükümle artık Hazinenin herhangi bir şirkete doğudan doğruya hissedar olmasının önünde bir engel kalmamıştır. Ekonomist Mustafa Sönmez "…Bugün çıkan Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, Erdoğan misal, Hazine’ye emir verecek; Yeni Havalimanı İGA’nın ve Osmangazi batığı Otoyol’a Hazine para koya, hissedar ola. Yani batıkları kurtaralım. Nokta. İki dudağın arasından milyarlar Hazine’den şirketlere. Buna ne parlamento ne yargı engel…" şeklindeki değerlendirmesiyle yapılan düzenlemenin risklerini berrak bir şekilde ortaya koymuştur.[8]

KULÜPLERE KAYYUM KİMSE İÇİN SÜRPRİZ OLMAMALI

Özetle, yapılandırma anlaşmasının hemen arkasından, Kulüplere gayriresmi kayyum tayin edilmesi kimse için sürpriz olmamalıdır. Bu olası gayriresmi kayyumların tayin edilmesinden sonra, kulüpler eşyanın tabiatı gereği siyasetin patronajını kabullenmek zorunda kalabileceklerdir. Her siyasi iktidar belirli bir ölçüde futbol sektörüyle ilişki içinde olmak istemiş, dizginleri tutmaya çalışmıştır. Bu çerçevede, Simon Kuper’in hemen her futbolseverin başucu kitabı niteliğindeki eserindeki şu satırlara atıf yapmamak mümkün değil;

“…Bir oyun milyarlarca insan için önemli olduğu takdirde sadece bir oyun olmaktan çıkar. Futbol asla sadece futbol değildir. Savaşlar çıkmasına ve devrimler yapılmasına neden olur, mafyayı ve diktatörleri adeta büyüler…” [9]

Bugüne kadar, kulüpler de siyasetin müdahalelerini dengeli bir ölçüde tutmak için gayret göstermişler, belki ufak tefek tavizler de vermişler ama hiçbir zaman tarihi kimliklerinin zedelenmesine neden olabilecek bir teslimiyet içine girmemişlerdir. Gelinen noktada, mali yönden elleri kolları bağlı kulüp yöneticilerinin ne ölçüde direnebilecekleri oldukça kuşkulu. Ancak bu vesayet denemesine karşı durulamaması halinde, kulüplerin kimlik erozyonuna uğramaları, hatta başkalaşmaları kuvvetle muhtemeldir. Abartarak değil, ülkemizin geçmiş kayyum pratiğini dikkate alarak iddia ediyorum ki, bu süreçte iktidardaki partinin filanca ilden seçilememiş bir milletvekili adayının, eski bir gençlik teşkilatı başkanının veya bir Menzil veya İsmailağa Dergahı tarikatı mensubunun sırf bu mensubiyetleri nedeniyle “gayriresmi kayyum” olarak tayin edilmesi ihtimal dahilindedir. Benzeri atamaların farklı noktalarda kolaylıkla yapılabildiğini görüyoruz, her gün yaşıyoruz. Dolayısıyla karar noktasında olanlar bu riski de önemle dikkate almak durumundadır. Düşünün, Kulübün seçimle iş başına gelen bir Başkanı ve Yönetimi var, ancak seçilmişler arkasına siyasetin gücünü alan bu fiili kayyumların karşısında belki de ceketlerini ilikleyecekler. Daha önemlisi, ekonomist kimliği değil siyasi ve/veya farklı aidiyetleri öne çıkmış bu isimlerin fiilen kulüpleri idare eder noktaya gelmeleri o kulüpleri bizim bildiğimiz kulüpler olmaktan çıkarabilecektir. Birkaç havalı transferle, gelip geçici başarılarla seyircinin gönlü kazanılır, ama bu arada kulüplerin değerleri alabildiğine örselenmiş olur.

Spor kulüpleri hiçbir siyasi partinin karşıtı değildir hiç kuşkusuz. Özellikle, üç büyükler olarak ifade ettiğimiz ve milyonlarca taraftarı bulunan Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın böyle bir lüksü de bulunmamaktadır. İddialı bir şekilde ifade edebilirim ki, bu üç kulüp, gerek tarihsel kimlikleriyle ve gerekse ülkenin dört bir yanına hitap edebilme kapasiteleri nedeniyle Türkiye’deki millet anlayışını besleyen önemli aktörlerdir. Bugün, Türkiye’de, hangi noktaya giderseniz gidin, hangi siyasi anlayışı dikkate alırsanız alın, hangi mezhep mensubu ile sohbet ederseniz edin muhakkak bu üç kulüpten birisine duyulan sempatiyi göreceksiniz. Belki üzücü ama gerçek, bugün Türkiye’nin dört bir yanında ortak sevince neden olan nadir olaylardan birisinin bu kulüplerin sportif başvuruları olduğunu göreceksiniz. Aynı birlikteliği sözgelimi İspanya’da göremezsiniz, tam aksine Barcelona-Real Madrid çekişmesi etnik kavganın futboldaki yansımasıdır. İskoçya’da da Celtic-Rangers arasındaki mücadele ülkedeki mezhep çekişmesinin adeta bir aynasıdır. Türkiye’de, tekrarlamakta yarar görüyorum, toplumun geniş ve sağduyulu kesimi için üç büyüklere olan aidiyet duygusu ortak yaşam arzusunun ve dolayısıyla millet olma bilincinin bana göre sosyologlar tarafından dikkate alınması gereken önemli bir göstergesidir. Üç büyükler, bu önemli kazanımı sadece sportif başarılarla elde etmemişlerdir. Her üç kulüp de, ülkenin kuruluş harcına katkıda bulunmuşlar, buna bağlı olarak Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkmışlar, bu çıkış noktasını ortaya koyduktan sonra toplumun hiçbir kısmını siyasi/dini veya bir başka nedenle ayırmadan kucaklamışlardır. Bir diğer deyişle, üç büyüklerin milyonlarla buluşması sportif başarılarla açıklanabilecek basitlikte bir olay değildir.

Bu kulüpler, hala milyonları arkalarından sürüklemeyi ve ülkenin her noktasında bayraklarının sallanmasını istiyorlarsa, evet hiçbir partinin karşısında yer almamalılar, ama hiçbir partinin arka bahçesi de/bayraktarı da olmamalılar. Benim bugünkü endişem açıkçası futbol kulüplerinin ele geçirilme projesinin adım adım işlemekte olduğu istikametindedir. Eğer bu endişemde bir parça da olsa haklı çıkarsam, bizi birarada tutan bu değerlerin de zarar göreceği, dolayısıyla bu projeye destek olanların bilerek veya bilmeyerek son tahlilde mili birliğimize de zarar verecekleri kanaatindeyim. Dolayısıyla, tüm kulüplerimizin yapılandırma anlaşmasını azami dikkatle incelemeleri, kulüp yönetimleri baskılara boyun eğer de kayyumlara geçit verirlerse ilgili kulüplerin üyeleri olayı bu yönüyle de değerlendirmek durumundadır diye düşünüyorum.

İMZA ATAN OLDU MU

Peki, yapılandırma anlaşması bugün ne durumda, imza atan oldu mu? Mensubu olmakla gurur duyduğum Galatasaray 05.08.2019 tarihinde KAP’a kısa bir açıklama göndererek anlaşmanın imzalandığını duyurdu. Söz konusu bildirime göre, GS üç bankadan oluşan bir konsorsiyum ile mevcut finansal borçlarını 2 yılı anapara ödemesiz olmak üzere beş yıl vade ile yapılandırma sözleşmesi imzalamıştır. Bu son derece önemli haber, gazetelerde ancak bir kibrit kutusu büyüklüğünde yer aldı. Daha önce, tarihi adım, devrim vb. şaşalı sözlerle reklamı yapılan anlaşmanın iş bitince basında neden bu kadar küçük yer tuttuğunu not edelim, bir kenara koyalım. Bildiğim kadarıyla FB ve BJK henüz imza atmadılar.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, futbolun aktörleri içerisinde, söz konusu yapılandırma anlaşmasına tek ciddi itiraz 2019 yılının ocak ayında Galatasaray’dan gelmişti. Gerçekten, GS’ın Divan üyeleri, işbu yazımda ortaya koyduğum çekinceleri ileri sürerek, Divan Kurulu’nun olağanüstü toplanmasını talep etmişler, bunun üzerine GS Divanı bana göre tarihi bir toplantı gerçekleştirmiştir. Toplantı önemliydi, çünkü bankalar 31 Mart tarihine kadar kulüplerden başvuru formlarını ve bilançolarını talep ediyordu. Üyeler de iş işten geçmeden bilgilenmek istiyordu. Ancak, 28.01.2019 tarihinde yapılan bu toplantıda, Yönetim genel bilgiler vermekle yetinmiş, gelinen aşamada sadece kulüplerin değil TFF’nin de bilgi sahibi olmadığı ifade edilmiştir. Bunun üzerine, Divan Kurulu yapılandırma Bankalar Birliği tarafından ve federasyon tarafından gündeme getirilirse, bunun Olağanüstü Genel Kurula veyahut da Mali Genel Kurula ayrı bir gündem maddesi olarak getirilmesi yönünde tavsiye kararı almıştır.

İşte bu tarihten sonra, kanaatimce, birileri Galatasaray’ı biat etmeyen ve oyunu bozabilecek bir aktör olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak, belirli gruplar kışkırtılarak Galatasaray Genel Kurul’unu sindirmeye yönelik sistemli bir proje ortaya koyulmuş, her Divan toplantısı öncesi muhtemel hatipler “hain” ilan edilmiş, genel kurul üyelerini itibarsızlaştırılmaya çalışılmış, gerçek meselenin tartışılabilmesinin önünün kesilebilmesi maksadıyla “…filancalar da camileri ahır yaptı…” benzeri manipülatif bir tartışma açabilmek için bütün kötülüklerin anası olarak Galatasaray Lisesi gösterilmiş, dünyadaki tüm popülist sığ siyasetçilerin son beş-on yıldır benimsediği post-truth anlayışı çerçevesinde objektif gerçekler yalanlara bulanmış, bu bulanıklığı açmak için çaba sarf edilirken, yani biz cambaza bakarken, anlaşma imzalanıvermiştir. Hemen ifade edeyim, bu anlaşma imzalanmadan önce Divan Kurulu’nun tavsiye kararına da uyulmamış, Genel Kurul’un onayı alınmamıştır. Her ne kadar Divan Kurulu’nun tavsiyesi bağlayıcı olmasa bile, anlaşmanın böylesine acul bir biçimde imzalanması manidardır. Kaldı ki, Yönetim Kurulu, Divan Kurulu, böyle bir tavsiyede bulunması dahi anlaşmayı süre bakımından genel kurula getirmek durumundaydı. Çünkü, bu anlaşmanın süresi KAP’a da bildirildiği gibi 5 yıldır. GS’ın mevcut yönetiminin borçlanma yetkisi ise kanaatimce kendi süresiyle sınırlıdır, dolayısıyla 2021 yılının mayıs ayını aşan bir anlaşma yapmaları hukuken mümkün değildir. Belki farklı hukukçular farklı yorumlar yapabilirler, ancak meselenin tartışmaya açık olduğunu belirtmek zorundayım. GS Yönetimi teamülleri zorlayarak ve süre bakımından tartışmalı olmasına rağmen apar topar bu imzayı atmıştır. Peki, bu imzanın atılmasından sonra yer yerinden mi oynamıştır, üyeler hesap mı sormuştur, hatta tek bir kişi bile bu anlaşmayla ilgili bir itirazda bulunabilmiş midir? Maalesef hayır… Yaklaşık 8 aydır, bazen açıkça tehdit edilen, bazen kiralanmış ajanslarca yönetilen sosyal medya trollerince linç edilen, profesyonel bir şekilde kurgulanmış iftiralara uğrayan Galatasaray Genel Kurul üyeleri ne yazık ki ses çıkaramaz hale getirilmiştir. Galatasaraylılar, yukarıda yalnızca birkaç örneğini verdiğim sürecin adını açıkça koymalılar. Üzülerek ifade edeyim, ben, Galatasaray’da, kasaba faşizminin ayak seslerini duyuyorum. Okumuş yazmış düşmanlığından başka tutunacak bir dalı olmayan ve rüzgara göre yön değiştiren bu akım, bugün kulüpleri kayyumlara teslim alacak zihniyete odun taşıyor, yarın başka bir yere taşır. İtiraf edeyim,  gelinen noktada,  işbu yazıyı Falcao transferi yapılana kadar kaleme alamadım, çünkü olur da bir aksilik olursa manipüle edilmeye hazır bekleyen gruplar sırf bu yazı yüzünden transferin yapılamadığını düşünebilecek kadar bağnazlar. Belirtmek isterim ki, yapılan kurgudan dolayı Galatasaray’ın mevcut yönetimini de sorumlu tutmuyorum, bu durum onları da aşan bir boyut kazanmıştır. Nitekim, son olarak, Galatasaray Lisesi Müdürlüğü’ne yapılan atama oyunun ne kadar büyük olduğunu göstermekte. Bir yandan, kulüple lisenin bağlarını kopartmayı hedefleyen, diğer yandan tüm ülkenin gözbebeği olan bir okulu saçma sapan bir tartışma yaratmak suretiyle yıpratmak için kasten ortaya atılan bu saatli bomba hepimizin aklını başına getirmeli. Anlaşılıyor ki, Galatasaray’ı tespihin imamesi gibi gören bir üst akıl, burayı dağıtırsa peşi sıra diğer kulüplerin de kolaylıkla düşeceğini hesaplıyor, ki bu analiz çok da yanlış değil.   

İÇİNİZ BURKULMAZ MI

Yukarıda ifade ettiğim gibi, üç büyük kulübü de birbirinden ayırmadan söylüyorum, bu kulüpler Türkiye’nin harcının önemli birer parçasıdır. Dolayısıyla, bunlardan birisinin düşmesi diğerinin de eksilmesi anlamına gelir aslında. Fenerbahçeli dostlarımız düşünsünler, kulübünün yönetimine yalnızca falanca tarikatına mensup olduğu için birisi atanırsa gönül bağınız nasıl etkilenir acaba? Sırf yarım sezon mutlu olacaksınız, iki transfer fazla yapabileceksiniz diye bu zillete katlanmaya değer mi? Beşiktaşlı kardeşlerimiz hayal etsin, filanca partinin başarısız milletvekili adayı kulübe bir nevi eşbaşkan gibi gelirse o Beşiktaş hala eski Beşiktaş olarak kalır mı? Ve benim sevgili camiam, değerli Galatasaraylılar, oy verip seçtiğimiz Başkan falanca dergahın bağlısı olması sebebiyle kör gözüm kör parmağıma tayin edilen özel yetkilendirilmiş gayriresmi kayyum önünde ceketini iliklemek zorunda kalırsa içiniz burkulmaz mı?

Elbette ki, kulüpler savurganlığa son vermeliler ve denetlenmeliler. Ama, kimsenin bize kırk katır mı kırk satır mı şantajı yapmasına da izin vermeyelim. Kulüpleri denetleyecek olan Kurumun (TFF), iktidarın değil, futbolun aktörlerinin demokratik bir şekilde seçtiği Kurullardan teşekkül etmesi ve en azından mali kriterlerle ilgili kararlara karşı yargı yolunun açılması bir çözüm yolu olabilir örneğin. Eğer bu da yapılmıyorsa, UEFA’nın kriterleri yeterlidir aslında. Aksi halde, Türkiye’nin asırlık kulüpleri siyasetin manivelası olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

Türkiye’nin yakın tarihine bakın, benzer konulardaki uygulamaları dikkate alın, bu önermemin çok abartılı olmadığını göreceksiniz. Çanak çatladıktan sonra akıl veren çok olur, ben bugünden memleketsever bir kardeşiniz olarak endişelerimi paylaşayım, varsın bugün bana mahallenin delisi desinler, paranoyak desinler, yeter ki, ülkenin güzide kulüplerinde bir farkındalık oluşturabileyim, benim için bu yeterli…

Av. Metin Sinan Aslan

Odatv.com