Türkiye ve Kürt kartı
"Yapılması gereken Kürtlerle hem içerde hem dışarda entegre bir ilişki ağını yeniden inşa etmek”
- Osman Sert yazdı.
Bir milletin pokerde oyuncuların elindeki bir kart gibi görülmesi, her şeyden önce, söz konusu halkı “edilgen bir unsur” hâline getirmesi nedeniyle rahatsız edici. Ne var ki, basit tarifler, alışkanlıklar, kestirme yorumlar ve tanımlamalar hâlâ açıklayıcılıklarını koruyor.
Ankara açısından KDP ile 80 öncesinde başlayan sınırlı diyaloglar, Öcalan’ın yakalanması sonrasında PKK ile neredeyse açık şekilde yapılan müzakereler olsa da kendi içinde birçok bölge, aktör, yapı hatta alt kimliklere bölünmüş Kürtlerin her unsuru ile entegre bir diyalog süreci yaşanmadı. Bu eksik eksik ve yarım ilişki, AK Parti döneminde daha bütüncül bir hâl aldı. İçerde ve dışarda açılım politikaları ile Kürt aktörlerle doğrudan temas kuran ve etki gücünü kullanabilen Türkiye, bugün bu esnekliğini neredeyse tümüyle kaybetmiş, tüm sermayesini demir yumruk formülüne yatırmış durumda. Ancak bu duruma bir günde gelinmedi.
***
Cumhuriyet’in kurucu kimliği sadece neyin meşru olduğunu ortaya koymakla yetinmiyordu, aynı zamanda neyin gayri meşru olacağına da işaret ediyordu. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana yaşanan etnik ve dini anlamda tek tipleştirici ulus devlet inşa sürecinde her iki başlıkta da baş ağrıtma potansiyeli taşıyan Kürtlerle sürekli güvenlik eksenli bir matriks kurgulandı.
Türkiye bu netameli ve dokunanın elini yakan konuda AK Parti’nin iktidara gelmesi ile ezberleri bozan bir yol takip etti. Devlet televizyonunda Kürtçe yayın başlamasından, Kürtçenin kamusal görünürlüğünün artmasına, ifade özgürlüğü alanının genişlemesinden terör örgütü PKK’nın silah bırakmasını hedefleyen Çözüm Süreci’nin başlamasına kadar iç siyasette bir kez eşik geçildikten sonra geri dönülemeyecek sanılan birçok adım atıldı. Dış politikada ise Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile önce sancılı sonra heyecanlı ve tempolu bir yakınlaşma süreci yaşandı. PYD ile kimi gizli kimi açık görüşmeler yapıldı. Suriye’deki alternatif Kürt oluşumlarla sınırlı ve süreli de olsa diyalog kuruldu.
***
HDP ise bu yazının odağı olan bölgesel dinamikler açısından Türkiye’deki rolünü ve etkinliğini diğer ülkelerdeki sorunlarda ve süreçlerde Türkiye adına katalizör olarak kullanmak, böylece içerde meşruiyet devşirmek yerine başta Suriye olmak üzere dışardaki sorunların içerdeki sözcüsü ve hatta temsilcisi olmayı tercih ederek, her şeyden önce kendi “Türkiyelilik” iddiasına zarar verdi.
Dış politikada ise AK Parti iktidarı ile birlikte Ahmet Davutoğlu’nun “Komşularla Sıfır Sorun” ilkesinin getirdiği bir açılım mantığının da yansıması olarak bölge ile önce kültürel ve siyasi kodlarla yeniden tanışma, ardından entegrasyon sürecine girildi. Balkanlarda, Kafkaslarda ve hatta Orta Doğu’da 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin sonucu olarak hızlandırılmış meşruiyet birikimi ile pek de beklenmeyen bir yakınlaşma süreci yaşandı. Ama Kürtlerle köprüleri kurmak hem o güne kadar dosyanın sahibi Genelkurmay kavşağında oturduğu, hem konunun bizatihi tarihsel karmaşık geçmişi ve diğer aktörlerin Ankara’ya karşı sert tavrı, hem de AK Parti kadroları kendilerini bir “Kürt yakınlaşması”na hazır hissetmedikleri için kolay olmadı.
***
Irak Savaşı ve Tezkere Krizi ile birlikte AK Parti’nin Saddam sonrası Irak Kürtleri ile ilişkisi aslında sancılı başladı. Ancak Irak’ta yükselen Şii egemenliği ve parçalı yapı, bunun Erbil’i alternatif ittifaklara açık hâle getirmesi ve PKK özelinde ve kültürel haklar bağlamında Ankara’nın açılımı gibi sebepler yeni bir yakınlaşmayı mümkün kıldı. Erbil, Ankara’nın Irak’taki en güvenilir, istikrarlı müttefiki hâline geldi.
Ankara aynı anda hem İmralı, hem Kandil, hem HDP, hem Erbil hem de PYD ile görüşüyordu. Bu yaklaşım tüm aktörlerin nabzını ayrı ayrı tutmasına, aralarındaki ortak noktaları ve ayrımları bizzat görmesine ve yekpare bir strateji geliştirmesine imkân veriyordu. İçerde güçlü bir meşruiyet zemini, ne yaptığına ve nereye varmak istediğine dair göreceli bir kararlılık, bölgesel hedefler konusunda da ortak bir vizyon gerektiren bu süreç, Ankara’ya birçok uluslararası konuda hem müdahil olma kapasitesi hem de ciddi bir esneklik sağlıyordu.
***
Bu üst düzey yakınlaşma ve diyalog önce Çözüm Süreci’nin akamete uğraması ile büyük yara aldı.
Türkiye kendi içinde ve Irak bağlamında Kürt sorunuyla yüzleşme sancıları yaşarken, Arap Baharı ile birlikte Suriye’de PKK varlığı görünür hâle geldi. Türkiye’nin baskısı ile PKK’nın görünür varlığı ciddi oranda azalmış olsa da, Arap Baharı ile ülke genelinde hâkimiyetini kaybeden Esad rejimi 2012’de Suriye’nin kuzeyinde birçok şehirde kontrolü PKK’nın bir uzantısı olan PYD’ye devretti.
2014’te yükselen IŞİD tehlikesini kendine birinci hedef olarak seçen ABD’nin ortak olarak Türkiye’nin de desteklediği muhalif örgütleri değil PYD’yi seçmesi ve doğrudan silah desteği vermeye başlaması Ankara’da büyük rahatsızlık yarattı. Başta demokrasi umutlarını yeşerten Arap Baharı, önce Mısır darbesi ardından Esad’ın Rus ve İran desteği ile ayakta kalması, son olarak da PKK/PYD’nin ABD’nin doğrudan desteğini alması ile Türkiye’nin “Kürt fobisi”ni ve güvenlik endişelerini zirveye çıkardı.
Güney sınırındaki sorunla mücadele etmek ve kendini güvene almak için bir dizi sınır ötesi operasyon gerçekleştiren Türkiye, Kıbrıs harekâtının dışında ilk kez ciddi bir askeri güç kullanımı sürecine girdi ve bu stratejisinde ciddi bir başarı da elde etti. Ancak zincirin son halkasını temsil eden Barış Pınarı Harekâtı aslında daha önce Kürt meselesi üzerinden bölgede etkisini artıran Türkiye’nin geldiği noktayı göstermesi açısından önemli bir vaka oldu.
Özellikle Amerika’da birçok dış politika uzmanı neredeyse ağız birliği etmişçesine ABD’nin PYD/YPG ilişkisinin baştan yanlış kurgulandığını, Ankara’nın tepkisinin kimseyi şaşırtmaması gerektiğini söyledi. Buna karşın Ankara’nın içerde Kürt siyasi aktörlerinden sivil toplumuna, dışarda ise Erbil yönetiminden Avrupa’daki Kürt varlığına kadar yekpare bir karşıt tutuma oturan siyasetinde kimse Barış Pınarı Harekâtı’nın “Kürtleri” değil bir terör örgütünü hedeflediği savını satın almadı.
***
Bunlara ilaveten Barış Pınarı Harekâtı AK Parti iktidarı için ciddi bir siyasi yenilgi olan yerel seçimlerin hemen ardından ve bir yıl öncesine göre operasyonu kaçınılmaz kılan yeni bir güvenlik riski yokken gerçekleştirildi. Üstelik harekâtın sahadaki askeri bölümü hepi topu 10 gün sürebildi ve başlangıçta iddia edilen hedeflere ve açıklanan haritalara ulaşamadan, daha çok Sünni Arap nüfuslu bölgelerin kontrolü ile sona ermek zorunda kaldı. Yaşananlar sadece Ankara’da belirlenen öncelikler ve takvimlendirme ile yola çıkıldığında başarının mukadder olmadığını gösterdi.
Ankara tüm gelişmeler sonunda uluslararası ilişkiler bağlamında Kürt meselesine olan bütüncül ve kapsamlı yaklaşımını kaybetti. Kürtlerle ilişkiyi ya da Kürt meselesini tüm boyutları ile bütüncül değerlendirme yaklaşımı yerini anlık milliyetçi tepkilere bıraktı. Kâğıt üzerinde var olan sınırlar demografik olarak da gerçekmiş gibi davranmaya başladı.
***
Burada altı çizilmeye çalışılan husus; yaşanan gelişmeler sonrasında Türkiye’nin, kendi içinde ne kadar bölünmüş ve iç rekabetlere sahne olsa da, bölgenin önemli bir kesiminin tüm paydaşları ile sağlıklı ve güvene dayalı bir ilişki zeminini kaybetmiş olması ve bunun maliyet üretmesidir. Sebeplerinden bağımsız olarak bu ilişki yokluğu Türk dış politikasını menfi anlamda etkilemekte, Türkiye’nin inisiyatifini azaltmakta ve “Kürt kartı”nın Türkiye dışındaki aktörler tarafından kullanılmasına davetiye çıkarmaktadır.
Yapılması gereken; stratejik bir bakış açısı ve tanımlı bir nihai ortak hedef çerçevesinde Kürtlerle hem içerde hem dışarda sağlıklı ve entegre bir ilişki ağını yeniden inşa etmektir. Bu ilişkinin yokluğu sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika seçeneklerini ve manevra alanını sınırlamakla kalmıyor, istikrarlı bir geleceğe ancak birlikte oldukları taktirde yürüyebilecek ve bölgede ortak bir geleceği birlikte inşa edebilecek tarafları anlamsız bir enerji, zaman ve her şeyden önce can kaybına sürüklüyor. Bu sarmalın aşılmasının sorumluluğu da, temelde oyun kurucu bir rol üstlenmek iddiasında olan Ankara’ya düşüyor.
KİMDİR?
ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunu olan Osman Sert; yerel radyolar, Kanal 7, CNN Türk ve TRT’de gazetecilik yaptı. İçişleri, adalet, ekonomi, başbakanlık ve son olarak diplomasiyi takip etti. TRT’nin Kudüs temsilciğini yaptı. Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı (2009-2014) ve Başbakanlığı (2014-2016) sırasında basın danışmanlığını yürüttü. Halen, Ankara Enstitüsü’nde Araştırma Direktörü olarak çalışmalarını sürdürüyor.
Osman Sert / KARAR