Türkiye’nin depremle büyük imtihanı
Yapıların statik ve dinamik yüklere dayanıklı olarak projelendirilmesi en önemli deprem güvencesidir
Olası depremlerin, yeri ve zamanı konusunda, bilim adamlarından ön görüde bulunmaları istenirken; yerin karmaşık yapısına ek olarak pek çok değişkenin olması ve bunların ölçümlerindeki güçlükler dolayısıyla, diğer mühendislik disiplinlerinden farklı olarak, noktasal çözümlerin olanaklı olmadığı dikkate alınmamaktadır. Bu nedenle özellikle de medya ortamında yapılan yorumlara, gereğinden fazla anlam yüklenmek suretiyle daha fazla kafa karışıklıklarına neden olunmaktadır.
Halbuki, oldukça basit bir yaklaşımla sadece son yıllarda yaşadığımız deprem istatistiklerine ve ulusal kayıplarımıza bakılmak suretiyle yer kürede ve doğaldır ki coğrafyamızda depremin kaçınılmaz olduğu ve mevcut teknolojiyle önceden tahmininin de anlamlı sonuçlar yaratacak şekilde olanaklı olmadığı açıktır. Dolayısı ile depremden korkmak yerine birlikte yaşamanın yol ve yöntemlerini bulmak en akıllı davranış biçimi olacaktır. Dolayısıyla da kısa, orta ve uzun vadeli programlarla, olabilecek deprem hasar etkilerini en aza indirecek önlemlere konsantre olmak daha gerçekçi olacaktır.
Uzun zamandan beri patlatmalı kazılar sırasında oluşan yer sarsıntılarının çevredeki yapı ve tesislere olan hasar etkilerini deneysel ölçümlerle incelemekte olan bir bilim adamı olarak, önemli gördüğüm bazı konularda görüşlerim şöyledir:
5.8 büyüklüğündeki İstanbul-Silivri depremi sonrası ne yazık ki daha öncekilerde olduğu gibi, İstanbul başta olmak üzere, tüm yurtta çeşitli yerleşim birimlerimiz, bazı kişilerce, ilçe ilçe hatta mahalle, mahalle tariflenerek, depreme karşı dayanıklı veya zayıf zeminlere haiz olarak sınıflandırılmış ve bazı bölgeler deprem açısından çok riskli, bazı bölgeler ise güvenli ilan edilmiştir.
Kötü zemin koşullarının, yapılara iletilecek sismik dalgaların genlik ve ivmelerini arttıracağı muhakkaktır. Ancak bu, tek başına hiçbir anlam taşımamaktadır. Çünkü yapıların depremden zarar görmesine neden olacak en önemli unsurlar: Zemin taşıma gücü, zemin frekansı, yapının öz yapısal frekansı, yapının esnekliği, rijitlik ekseninin konumu ve deprem dalgasının yönü ile yapının bu dalgayı karşılama konumu gibi parametrelerdir. Örneğin; sağlam kaya üzerine kurulu bir binanın, yüksek frekanslı bir deprem dalgasından hasar görme riski, zayıf zemine kurulu bir binanın düşük frekanslı bir dalgadan etkilenme riski ile aynı düzeyde olacaktır.
Keza, ister sağlam zemine, isterse zayıf zemine kurulu olsun, deprem dalgasının geliş yönüne, uzun ekseniyle paralel durumda konumlanmış bir yapı, kısa ekseniyle konumlanmış olana göre daha çok hasar görecektir.
Yapıların statik ve dinamik yüklere dayanıklı olarak
projelendirilmesi en önemli deprem güvencesidir
Aynı şekilde, binanın imalatı sırasında kullanılan malzeme, bina yüksekliği, yapı tipi ve inşaat teknolojisi gibi unsurlara bağlı olarak kontrolü mümkün olan bina öz yapısal frekansı, zemin hakim frekansı ile uyumlu olduğunda, rezonans oluşacağından, zeminin sağlamlığından bağımsız olarak çok daha fazla hasarlara yol açacaktır. Bu nedenle yapıların, bu verileri dikkate alarak statik ve dinamik yüklere dayanıklı olarak projelendirilmesi en önemli deprem güvencesi olacaktır.
Olası depremlerin yönü ve ivme büyüklüklerinin ilgili uzmanlarca tahmin edilmesi ve şehir plancılarının bu verilere göre kentlerin hakim bina konumlarını belirlemeleri zorunluluk arz etmektedir.
Özellikle İstanbul başta olmak üzere tüm riskli merkezlerdeki mevcut yapıların, oluşturulacak deprem senaryoları dikkate alınarak, deprem güvence düzeyleri, kurumsal uzman kuruluşlarca belirlenmeli ve gerekli güçlendirme programları, finansman desteğiyle hızla uygulamaya konulmalıdır.
Arazi-arsa kullanım ve yönetimi konsepti; yeni ortaya çıkan bir felaket azaltma yöntemidir. Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya veya Yeni Zelanda’nın bir dizi yerel hükümeti afet azaltma amacıyla arazi kullanım yönetimi programlarına başvurmuştur. Ancak, ülkemizde; ne yazık ki arazi kullanım ve yönetiminin, deprem afetlerinin azaltılmasını sağlayacak en önemli araçlardan biri olduğu henüz anlaşılmış değildir. Bu nedenle arazi kullanım ve yönetimi politikalarının geliştirilerek deprem etkilerinin azaltılmasını sağlayacak programların geliştirilmesine odaklanılmalıdır.
Bu bağlamda, halkın katılımını da özendiren, yaratılacak katma değerleri toplum yararına paylaştıran bir yaklaşımla arazi kullanımı ve yönetimi modeli oluşturulmalı, bu eksende mevcut uygulamalar da gözden geçirilerek kentsel yenileme ya da kentsel dönüşüm politikaları geliştirilmeli ve acilen uygulamaya konulmalıdır.
Kentsel yenileme mevzuatı, uygulayıcı kuruluşun, yasal çerçevesini ve görevini belirlediğinden, arazi kullanım ve yönetimi politikaları, programları ve planları ile uyumlu hale getirilmelidir.
Yapı tasarımlarının gerçekçi olarak yapılması için, öncelikle yerleşim yerlerimizin zemin koşullarının merkezi ve yerel yönetimlerin bilimsel kuruluşlarla işbirliği halinde ortaya konulması gerekmektedir. Bu konu, parsel ya da ada bazında yapılacak göstermelik zemin raporları ile ve de arsa sahiplerince yapılacak bir iş değildir.
Depremden hasar görme olasılığı olan yüz binlerce binanın yıkımı da ayrı bir trajediye dönüştürülmemelidir. Kentlerimizi, makine mezarlığına dönüştüren ve kronik çevre kirliliklerine muhatap edecek ilkel teknikler yerine, daha hızlı, daha güvenli ve çevre dostu modern bina yıkım teknolojilerinden olan patlatma tekniğinden daha etkin bir düzenlemeyle yararlanılması gerekmektedir.
Sonuç olarak yerel ve merkezi yönetimlerimizin, depremin kaçınılmaz olduğu bir coğrafyada yaşamak zorunda olduğumuz bilinciyle, ortak akıl ve bilgiyi kullanarak ülke genelinde çok acil önlemler almaları kaçınılmaz hale gelmiştir.