Vizyonda bu hafta: Aile bağları ve yalanları; “Parazit”
Aile bağları ve yalanları; “Parazit”
Mehmet Erduğan Independent Türkçe için vizyondaki filmleri yazdı
Mehmet Erduğan @mehmetsfilms [email protected]
Aslında bu söyleyeceğim elbette tüm filmler için geçerli fakat özellikle bazı filmler var ki onlarla ilgili ne kadar az şey bilirsek bizim gibi seyreden taraf için bir o kadar daha iyi.
Mesela, usta yönetmen Bong Joon-Ho’nun gençliğinde para kazanmak için ders verdiği zengin evinden ilham alarak çektiği, bu hafta vizyona giren "Parazit" o filmlerden biri.
Bu filmin hikayesi hakkında ne kadar az şey bilirseniz onun güçlü sinema dili ve sağlam senaryosundaki sürprizlerin tadını çıkarmanız da o oranda mümkün olacaktır.
Bu nedenle sizi böylesi bir seyir keyfinden mahrum bırakmamak adına filmle ilgili detaylara girmeden çok genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Aile bağları ve yalanları; “Parazit”
Yönetmen: Bong Joon-Ho / Oyuncular: Song Kang-ho, Lee Sun-kyun, Cho Yeo-jeong, Choi Woo-shik, Park So-dam, Chang Hyae-jin / 132 dakika
Bong Joon-Ho’nun yedinci uzun metrajlı filmi Parazit (Gisaengchung), sanırım uzun zamandır hem seyirciyi hem de sinema eleştirmenlerini ortak bir beğeni düzeyinde buluşturan nadir filmlerden biri oldu.
Yaratık/Canavar (The Host, 2006) ile uluslararası alanda tanınan, Kar Küreyici (Snowpiercer, 2013) ve Okja (Okja, 2017) ile kariyerini sağlamlaştıran Bong Joon-Ho, Parazit ile Cannes’da Altın Palmiye kazanarak yılın en iyi filmlerinden birine imza attı.
Güney Kore’de gişe rekorları kırarak on milyonun üzerinde izleyiciye ulaşan ve ülkesinin Oscar adayı olan Parazit’in gösteriminin yapıldığı ülkelerde ortak bir beğeniyle karşılanması ve benzer övgüler toplaması belli ki tesadüf değil ve belli ki böylesi bir başarıya ulaşmasının iyi nedenleri var.
Bu nedenlerden bazıları; yönetmen filmlerinin çoğunda olduğu gibi, Parazit’te de toplumu büyük ölçüde rahatsız eden bir meseleyi ele alıyor: Sosyoekonomik eşitsizlik.
Fakat hikayesini sınıfsal eşitsizliklere yaslayarak toplumsal bir mesaj vermeye çalışıyor olmasına rağmen film aynı zamanda iyi tempolu bir psikolojik drama olmayı da başarıyor.
Çok az sayıdaki film yapımcısı bu kadar karma bir türü ustalıkla birbirine harmanlayarak yönetebilir.
Ayrıca kamera önündeki tüm oyuncular işler gerçekten kontrolden çıktığında bile kendi rolünü en güzel ve doğal bir şekilde tamamen gerçekmiş gibi hissettiren bir sahiplenme ve inandırıcılıkla oynuyor.
Bu arada muhtemelen altyazısız ya da herhangi bir diyalog olmadan seyredilse dahi hikâye aynı etkiyi bırakacak bir evrensellik de taşıyor.
Güney Koreli yönetmenin filmindeki “parazit” metaforunun, hala vizyonda kalarak gişe başarısını sürdüren ve yine bir sınıfsal savaştan beslenen “Joker” filmiyle alt metin olarak bir benzerliği de var.
Ancak “Joker” gibi sinemasal bir geçmişi olan, büyük bir kitle tarafından bilinen bir karaktere gösterilen ilgi kadar tamamen yerel ve kendine has kültürel dinamiklerden beslenen böylesi yeni bir filmin uluslararası başarıya ulaşmasındaki başarı bence ayrıca incelenmeyi hak ediyor.
Çağımızın en zeki sınıf savaşı filmlerinden biri
Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar iki aile varmış; biri zengin, diğeri fakirmiş. Fakir aile her ne kadar bu durumdan çok şikayetçi değilse de hayatlarında bir denge sağlamak için zengin ailenin yanına taşınmış. Söylemesi garip ama zengin aile bu durumun farkında bile değilmiş. Bu iki aile, bolluk bereket, güllük gülistanlık içinde sonsuza dek bir arada huzurlu bir hayat sürmüşler…
Bu sözlerle filmi özetlemek gönlümden geçse de Bong Joon-Ho’nun filmdeki kurgusu durumu bu şekilde ele almamı engelliyor. Zaten hayatın gerçeği de öyle değil mi?
O halde yönetmenin bakış açısından filmi şöyle özetleyeyim:
Filmin merkezinde her ikisi de çekirdek aile yapısına sahip fakat sınıfsal olarak birbirlerinden derin farklarla ayrılan Kim ve Park aileleri var. Kim ailesi bu sınıfsal tabakanın en altında yaşayanlardan biridir.
Evin reisi Ki-Taek fakir ve işsiz bir adamdır. Karısı, oğlu ve kızıyla Seul’un arka mahallerinden birinde, böceklerin istila ettiği bir evde yaşamaktadır.
Gelecekteki servet, ilerleme planları, başkalarından Wi-Fi sinyali almak zorunda kalmayacakları bir yerde yaşamak olan ailenin para kazanmak için yaptıkları tek şey ise yakınlardaki bir pizza zincirinin teslimat kutularını katlamaktır.
Ancak yaptıkları hatalar nedeniyle bu iş bile ellerinden gitmek üzeredir. Çünkü mağaza müdürüne göre bu işi onlardan daha iyi ve hızlı yapacak birileri her zaman yedekte vardır.
Günümüz Seul’unda iş bulmak için mücadele eden fakir bir ailenin toplumsal-gerçekçi bir dramı olarak başlayan filmde onların hayatını değiştirecek şey, üniversite eğitimi avantajına sahip olmayan ancak akıllı bir lise mezunu olan oğulları Ki-woo’nun, toplumun elit tabakasına mensup Park ailesinin kızına İngilizce öğretmek için eline bir fırsat geçmesiyle ortaya çıkar; tek yapması gereken üniversite kimlik bilgilerini taklit etmektir.
Böylelikle kira parası için ailece pizza kutuları katlamaktan bıkmış olan Ki-woo son derece varlıklı bir ailenin evinde özel eğitmenlik işine kabul edilir ve çok geçmeden kendi ailesi ile birlikte Park ailesinin hayatının bir parçası olmaya başlar.
Keşke benim olsa
Seul’un arka mahallerinde, sarhoşların genellikle işemek ya da kusmak için uğradığı çıkmaz bir sokağın sonunda bir yeraltı çukurunu andıran bodrum katta sürdürdükleri hayat ile yeni işverenlerinin yüksek teknoloji ve modern bir estetikle çevrili yaşam koşullarını karşılaştırdıklarında içlerinden “Bunların hepsine sahip olsaydım, daha iyi olurdum” diye geçirmemeleri işten değildir.
Bu modern konak Kim ailesi için sanki vaat edilmiş bir toprak gibidir.
Kendilerine orta sınıf bir itibar yaratan bu durum sayesinde Kim ailesinin işsiz ama kültürel açıdan donanımlı ve becerikli fertleri zengin Park ailesinin evine türlü kurnazlıklar ve hilelerle birer birer İngilizce öğretmeni, sanat öğretmeni, özel şoför ve hizmetçi olarak sızmaya başlarlar.
Aile fertlerinin hedeflerine ulaşmak için amaca giden her yol mubahtır yaklaşımıyla aldıkları aksiyonlar etik açıdan beni her ne kadar zaman zaman rahatsız etse de olaylara bir komiklik katan bu girişimleri onları sorunsuz bir şekilde istedikleri yere kadar götürür.
Ancak belgede sahtecilik ve algı yönetiminde ne kadar maharetli olurlarsa olsunlar, bir noktada kendilerini açık edecek bir detayı gözden kaçırırlar: Kokuları…
Böylelikle iki aile arasında devam eden bu tuhaf birliktelikte bir parazit gibi yaşam süren Kim ailesinin sınıf atlama çabası ve servet kibrinin açtığı trajikomik olaylarla birlikte şaşırtıcı ve öngörülemeyen yerlere giden zekice bir hikâyede filmde neler olacağını anlamak biraz imkansızlaşır.
Filmin sürprizleri de zaten işte tam da buradadır.
Ahlaki açıdan karmaşık bir toplumsal gerçeklik
Güney Koreli yetkililer sık sık ülkelerinin Asya’daki en büyük dördüncü, nominal olarak dünyanın on birinci büyük ve satın alma gücü paritesi bakımından da on üçüncü büyük ekonomisi olduklarını söylüyorlar.
Elbette Soğuk Savaş yıllarında meydana gelen Kore iç savaşları sonrasında açlıkla boğuşan Güney Kore’nin endüstriyel alanlardaki atılımlarıyla G-20 ve OECD üyeliğine kadar uzanmasını sağlayan potansiyel gücü yadsınamaz ancak ülkenin modern ekonomisi ve toplumunda endemik zorlukların hala sürdüğü de bir diğer gerçek.
Bilinen son istatistiklere göre Güney Kore’de gelir eşitsizliği nedeniyle 36 kişiden 32’si ve 65 yaşın üzerindeki vatandaşlarının yarısı, artan yaşam beklentisine rağmen yoksulluk içinde yaşıyor.
Konut satışlarındaki yüksek fiyatlar genç neslin ev sahibi olmasını ve böylesi bir yaşam koşulunda birikim yapabilmelerini önlüyor.
Kore’nin Jeonse depozito sistemi kirada yaşayanları mülk sahipleri karşısında her geçen gün maddi olarak güçsüzleştiriyor.
Ve sonuç olarak tüm bu servet dağılımındaki eşitsizlikler nedeniyle genç Güney Koreliler ülkelerini 'cehennem' olarak adlandırıyor ve kendilerine çıkış yolları arıyor.
İşte Güney Koreli yönetmenin son filmi Parazit tam olarak bu cehennemi resmediyor ve böylesi bir yaşantının olası sonuçlarını anlatıyor. Film, toplumun kendi içindeki bu dönüşümündeki sosyal, maddi ve manevi sonuçlarını ortaya koyuyor.
Gerçek parazitler kimler?
Boon Joon Ho’nun bir röportajında da söylediği gibi; aslında hepimiz “kapitalizm” isimli aynı ülkede yaşıyoruz.
Bu yüzden filmdeki sınıfsal çatışmaları hiçbirimiz yadırgamıyoruz. Bu yüzden katharsis duygusunu bu kadar yoğun yaşıyoruz.
Peki, ama tam olarak kiminle empati sağlıyoruz?
Kimdir bu gerçek parazitler, hangi sınıfı parazit gibi görüyoruz?
Toplumun kaymak tabakasından beslenmeye çalışan yoksulları mı, yoksa yoksulların etinden sütünden yararlanan, onların iliğini emen zenginleri mi?
Yoksa bu iki kesimin kendi arasındaki kaotik ilişkiden beslenen sistemin kendisini mi?
İki aile arasındaki eşitsizlik ve anlaşmazlıklar gibi evrensel konulara değinen karanlık ve komik bir film olan Parazit, sonunda gerçek parazitlerin kim olduğuna karar verme noktasında ortalığı bulandırıyor ya da film her ne kadar Kim ailesini bir parazit gibi gösteriyorsa da filmin asıl paraziti aslında kapitalizmdir.
Sistemin açgözlülüğü nasıl teşvik ettiği, boğaz rekabeti, sosyal güvensizlik, insanlık dışı yaklaşımlar ve daha nicesine sebep olan bu parazitin hayatlarımızı nasıl tükettiğinin resmidir.
Bu “izm” dünyayı tamamen değiştirdi ve tüm gezegeni yemeye devam ediyor.
Haliyle filmde seyrettiklerimiz, kapitalizm altındaki insan doğası olarak karşımıza çıkıyor.
“Palyaçosuz bir komedi, kötü adamsız bir dram”
Toplum içindeki sınıf farklılıklarını, aşağıda ve yukarıda olanları psikolojik gerilim unsurlarıyla bir araya getirerek muazzam bir sinema zekasıyla işleyen yönetmenin kendisinin de belirttiği gibi film tam anlamıyla “palyaçosuz bir komedi, kötü adamsız bir dram”.
İki ailenin iç içe geçmesine dair bu karanlık, belli bir toplumsal bilince sahip olan film katmanlı bir şekilde ele alınan olay örgüsüyle ayakları oldukça yere basıyor.
İlerledikçe farklılıkların daha belirgin hale geldiği bu filmde kendimizi yukarı çekilmiş hissedebiliriz, ya da Boon Joon Ho bizi daha derinlere de götürebilir.
Senaryosu akıllıca yazılmış bu başyapıtın bir yerlerinde her zaman gidilecek yeni bir yer, yol olduğunu keşfetmeniz çok geç olmayacaktır.
Parazit’in sevdiğim bir diğer tarafı da sinematografisi oldu.
Harika bir görüntü yönetmenliğinde filmin yavaş kamera hareketleri ve izleme çekimleri, fantastik prodüksiyon tasarımıyla mükemmel bir uyum sağlamış.
Filmin hikayesi ve temaları bu filmi inanılmaz kılıyor.
Çekim kompozisyonlarının hikâyenin etkisini artıracak şekilde tasarlanması, uygulanması filmlerde çok nadir olarak gördüğüm bir şey.
Kamera sadece karakterlere odaklandığı anlarda bile, arka planda olan şeyler bütünsel olarak üzerinde ne kadar çalışıldığını gösteriyor.
Bu sene seyrettiğim en iyi filmler arasında sıralamayı nasıl yapacağım, ilk sıraya hangisini koyacağım konusunda beni ikilemde bırakacak kadar bu filmin tarzından etkilendim ve kendi içindeki karmaşasını sevdim.
Hikayesi sürprizlerle dolu bu filmin kesinlikle seyredilmesini tavsiye ederim.
Haftanın diğer filmleri
Araf 3: Cinler Kitabı
Araf 3: Cinler Kitabı, kardeşi Arda’yı kurtarmak için tehlikeli cinler aleminden derman arayan Nihal ile arkadaşlarının hikâyesini anlatıyor.
Arda henüz sekiz yaşındayken şeytana tapan güçlü bir cin tarafından ele geçirilir. Nihal, kardeşini oldukça güçlü olan bu ifritten kurtarabilmek için yıllarca çabalar. Fakat ne doktorlar ne de cinci hocalar Arda’ya bir çözüm bulamaz.
Nihal Arda’yı İfritin elinden kurtarabilmek için hiç pes etmeden oradan oraya koşturmaya devam eder. Bir gün hiç ummadığı bir şekilde içinde oldukça güçlü büyülerin olduğu bir kitabın adını duyar: Kitabü’l Azazil...
Bu kitap Hazreti Süleyman’ın ilminin yazıldığı ve bizzat onun cinleri tarafından kaleme alınmış bir kitaptır. İçindeki büyüler oldukça tehlikeli ve ölümcüldür ama Nihal kardeşini kurtarmak için her şeyi göze almaya da kararlıdır.
Sonunda kitabı ele geçirmeyi başaran Nihal sevgilisi ve en yakın iki arkadaşından büyüyü yapabilmek için yardım ister. Dört genç evde toplanır ve oldukça tehlikeli olan bu büyüyü uygular.
Gecenin sonunda Nihal, kardeşi Arda’yı kurtarır ama bugüne kadar görülmüş en güçlü cinleri, Süleyman’ın Cinleri’ni serbest bırakmıştır.
Artık yalnızca Arda değil, herkes ölümle burun burunadır.
Merhaba Güzel Vatanım
Yönetmenliğini uzun yıllardır birçok belgesel hazırlamış olan Cengiz Özkarabekir üstlendiği, senaryosunu Ahmet Ümit’in yazdığı Merhaba Güzel Vatanım, yolu Moskova’dan geçen ünlü şair Nazım Hikmet’in hayatı ile onu örnek almış ve tıpkı onun gibi hayatının bir dönemini Moskova’da geçirmiş Ahmet Ümit’in hikâyesini anlatıyor.
İki yazarın gerçek hayat hikayelerinden yola çıkan filmde, Nazım Hikmet’in Moskova’ya uzanan yolculuğunun, Ahmet Ümit’in fırtınalı hayatı ve 1980’li yıllarda Moskova’ya gidişi üzerindeki etkileri anlatılıyor.
Merhaba Güzel Vatanım, Nazım Hikmet ve Ahmet Ümit’in farklı dönemlerdeki çalkantılı hayat hikâyeleri ile başlar ve onları Moskova’ya sürükler.
Biri tüm dünyaya örnek olan eserler verir, diğeri de onu örnek alarak sanatın ve edebiyatın kurtarıcı yanıyla hem hayatını kurtarır hem de yine dünyada ve memleketinde ünlü bir yazar olur.
Türkiye tarihinden önemli kesitlerin de yer aldığı filmde, yazarların zorlu serüvenlerinin en dramatik yanları gösterilirken, sanat ve edebiyatın kurtarıcı gücü vurgulanıyor. Hayat kısa, sanat uzun sloganını benimseyen film, iki genç insanın, yaşadıkları çağın etkisiyle nasıl birer edebiyatçıya dönüştüklerini irdeliyor.
Palyaço
Clown Motel, bekarlığa veda partisi yapmak için yola koyulan bir arkadaş grubunun yaşadıklarına odaklanıyor.
Hayalet avcısı olan bir grup eski bir hayalet kasabasından ayrılarak Las Vegas’a gider. Bu sırada bekarlığa veda partisinden eve dönen bir grup kadın anlayamadıkları bir şekilde yolda kaybolunca garip bir şekilde karşılarına çıkan bir yol kenarı motelinde mola verirler.
Bir zamanlar orada yaşamış olan palyaçoların ruhları tarafından işgal edilmiş bir motelin gizemlerini çözmek isteyen bu hayalet avcısı grubu ile tesadüfen yolları kesişen kadınlar, motelde onlarla aynı odayı paylaşmak zorunda kalırlar.
Fakat ekip bir süre sonra motelde bazı tuhaflıklar olduğunu fark eder ve bir zamanlar motelde yaşayan palyaçoların ruhları tarafından terk edilmediğine dair söylentiler olduğunu öğrenir. Söylentilerin doğruluğunu araştırmaya başlayan grup, bir anda korkunç gerçeklerle yüzleşmeye başlar.
Terminatör: Kara Kader
Tüm zamanların en önemli aksiyon ve bilim-kurgu filmlerinden biri olarak kabul edilen Terminatör’ün devam halkası olan filmde ‘Terminatör’ karakterini bir kez daha Arnold Schwarzenegger canlandırıyor.
Deadpool’un yönetmeni Tim Miller’ın yönetmen koltuğunda oturduğu, Terminatör klasiğinin yaratıcısı James Cameron’ın yapımcılığını üstlendiği Terminator: Dark Fate filminde Schwarzenegger’a ‘Sarah Connor’ karakteri ile Linda Hamilton eşlik ediyor.
Film; gelecekten gelen Terminatörlere karşı mücadele eden Sarah Connor ile insan-cyborg hibridi Grace’in, T-1000’in güncellenmiş hâli bir Terminatörün peşinde olduğu genç bir kızı korumaya çalışmalarını konu ediniyor.
Terminatör: Kara Kader, gelecekten gelen Terminatörlere karşı zorlu bir mücadeleye giren Sarah Connor’ın hikayesini konu ediyor. Sarah Conor’ın Mahşer Günü’nü engellemesinin ve insan ırkının kaderini yeniden belirlemesinin üzerinden yıllar geçmiştir.
Dani Ramos, kardeşi ve babasıyla ile birlikte Mexico City’de kendi halinde yaşayan bir kadındır. Ancak gelecekten süper asker özelliklerine sahip olan Rev-9 adındaki yeni bir Terminatör, Dani’yi öldürmek üzere geçmişe gelir.
Dani’nin kurtulma şansı, Grace ve Sarah Conor’a bağlıdır. Grace de gelecekten gelen bir süper askerdir. Bu sırada Rev-9, hiçbir şeyi umursamadan hedefine giden yolda karşısına çıkan her şeyi yok ediyordur.
Dani, Grace ve Sarah’nın yolu sonunda T-800’e düşecektir. Sarah’nın geçmişi, onların tek umudu olur.